Asena Kınacı MORAL: Fotoğraflar Konuşur mu?

FOTOĞRAFLAR KONUŞUR MU?

FOTOĞRAFLAR KONUŞUR MU?

Asena Kınacı Moral

Ahh…Bu fotoğraflar …

Benim bebekliğimi gösteren bir fotoğrafım yok. Hiç de olmamış. Hep düşünürüm nasıl bir bebektim. Tombul muydum? Saçlarım var mıydı? Gözlerim güzel miydi? Ağlar mıydım zırıl zırıl, güler miydim agu magu? Her bebek umut demektir. Eğer benim de bir bebeklik fotoğrafım olsaydı umudun bir fotoğrafı olurdu.

Köy çocuğuyum ben. Üç yaşlarındayken köyde atlar, eşekler gibi koyunların da sırtına binilebileceğini düşünmüştüm. Sürünün içinde gözüme kestirdiğim bir koyunu, kocaman kuyruğundan yakaladım. Koyuncağızın sırtına binmeye çalışırken sürünün koçunu kızdırdığımı yaşım gereği fark edememiştim. Hiç beklemediğim bir anda koçun boynuz darbesiyle yamaçtan yuvarlanarak su kanalına düştüm. Yaşadığım şaşkınlık ve can acısı ile ağlamaya başladım.  Babaannem beni o halde görünce koçun beni tosladığını anlayıverdi. Telaş içerisinde koşarak yanıma geldi. Suyu gürül gürül akan pınarda elimi, yüzümü yıkadı, bana sarıldı, beni öptü, benim ıslak giysilerimi değiştirdi. Sonra beni kucağına alıp saçlarımı okşadı. Koçun sırtına binmeye çalışan küçük kız bunu başaramamış, yenik, bozgun ve yorgun babaannesinin kucağında uyuyakalmıştı.  Eğer o günün bir fotoğrafı olsaydı şefkatin de bir fotoğrafı olurdu.

Dört beş yaşlarındayken sessizce ahırın kapısına gelirdim. Kapıya tırmanıp kimse görmeden kilidin mandalını açıp ahıra girerdim. Atımız Rüzgaryeleli’yi dışarıya çıkarır, kendime basamak yapacağım bir tepecik bulur, üstüne atlayıverirdim. Babaannem benim Rüzgaryeleli ile kaçtığımı fark ettiğinde, atımın sırtında karşı tepelerden ona el sallıyor olurdum.  Babaannemin telaşlı çığlıklarından yaptıkları işi bırakarak balkona koşturan dedem ve annem koro halinde bağrış çağrış, attan hemen inmemi ve eve dönmemi isterlerdi. Bense atımın adını aldığı uzun yelelerinden tutarak onu şaha kaldırırdım. Eyersiz olan atımın karnına ayaklarım yetişmediğinden ellerimi üzengi yapar, nasıl koşmasını istiyorsam karnına öyle vurur, dörtnala koştururdum. Balkondaki koronun heyecanlı, sinirli,  inişli çıkışlı seslenmeleri eşliğinde korkusuzca atımla ayakta, oturarak yatarak karnından sırtına, sırtından kuyruğuna tırmanarak türlü Malkoçoğlu hareketleri sergilerdim. Sonra atımın kulağına sevgimi fısıldar, yanağını okşar, onu dizginlerdim. İşte köyümün yaylalarında Rüzgaryeleli ile dörtnala koşturduğumuz bir fotoğrafım olsaydı, atta doğup atta ölen atalarıma layık bir gururun da fotoğrafı olurdu.

Benim ilk tanıdığım vatansever dedemdir. Dedem toprağı çok severdi. Hayvanları, ağaçları, çiçekleri severdi. Bahçemizde akşama kadar çalışır, uğraşır, ağaçları budar, sebzeleri çapalardı. Dedemin elleri toprak kokardı. Dedemi ne zaman hatırlasam gözüme yaş, burnuma bereketli toprak kokusu gelir. Hediye almayı da vermeyi de dedem öğretti bize.  Koyunlarımızın kuzusu, keçilerimizin oğlağı, ineklerimizin buzağısı doğunca dedem bu sevimli yavruları bize hediye ederdi. Kardeşimle birlikte çocuk aklımız ve kalbimizle kendi kuzumuzu, oğlağımızı, buzağımızı otlatırken diğer kuzuları, oğlakları, buzağıları da otlatıp onlarla oyun oynarken bir fotoğrafım olsaydı sorumluluğun da bir fotoğrafı olurdu.

Çocukluğumda Akbaş cinsi dev cüsseli bir köpeğimiz vardı.  Köpeğimiz Sarı tüm aile fertleri için çok özel bir köpekti. Benim için de Sarı ayrı ve özel bir arkadaştı. Onunla köyde gezmeyi severdim. Bazen yürüyerek yaylaya gitmek gerekirdi. Kimsenin olmadığı, sesimizin yüzümüze yankılandığı dağlardan güven içinde geçip yaylaya varırdık beraber.  Onun yanında korkusuzluğu öğrendim ben. Eğer Sarı ile bir fotoğrafım olsaydı sadakatin de bir fotoğrafı olurdu.

Çocukluk yıllarımda evimizin bahçesinde her bahar bir gelin gibi çiçeklerle donanan kiraz ağacımız da benim arkadaşımdı. Sırdaşımdı. Zamanımın çoğunu onun tepesinde, ona hayallerimi anlatarak geçirirdim. Çiçekler kiraza dönünce ikiz kirazları kulağıma küpe yapardım. Eğer o halimle bir fotoğrafım olsaydı güzelliğin de bir fotoğrafı olurdu. Mahallenin oğlanları ile çelik-çomak oynarken, misket yuvarlarken, topaç çevirirken kazandığım oyunların sevincinin bir fotoğrafı olsaydı zaferin de bir fotoğrafı olurdu.

Kiraz ağacının gökyüzü ile birleştiği en yüksekte, en ince dalının üzerine basıp, çıtırtıları duyup,  tamam buraya kadar tırmanabilirim dediğim yerde o ince dallara oturup etrafı izlerdim. O sırada olgunlaşan kirazları da tıka basa yerdim. Kiraz çekirdeklerini de mermi yapardım.  Aşağıda kendi halinde bahçedeki domates fidelerini çapalayan dedemi kol, bacak, kel kafa şeklinde hedef alır, hedefi de tam isabet vururdum. Yüzünden çok, güzel yüreğini hatırladığım dedem orasına burasına ıslak kiraz çekirdekleri isabet etse de başını sağa sola çevirir, tövbe…tövbe…der  ve gülümserdi bana. İşte dedemin bir fotoğrafı olsaydı anlayışın, sabrın da bir fotoğrafı olurdu.

Ankara’ya kar tanesi düşse bizim köyde bir metre kar olur. Liseye gittiğim yıllarda da kar yağınca köyün yolları kapanırdı. Babam, bugün gitme istersen, kızım derdi. Dinlemezdim hiç.  Şehirde olan okuluma boyuma kadar karların içinde düşe kalka, bazen bir kurda selam vererek, bazen bir tilkiyi kovalayarak tabiata meydan okumuş sırılsıklam olmuş halimle varırdım. Eğer o günlerin bir fotoğrafı olsaydı azmin de bir fotoğrafı olurdu.

Ahhh… fotoğraflar…

Fotoğraf deyip geçmeyin! Fotoğraflar konuşur.

Şimdiki nesil fotoğraflar konusunda şanslı vesselam…