Ülküsüzlük
ve
Ülküsüzler
Prof. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLU
[1932-26 Haziran 1996]
Cemiyetimizin bünyesini kemiren ve onu buhrandan buhrana sürükleyen hastalıkların en tehlikelisi, milletin kaderinden resmen sorumlu sayılan aydınlarda gördüğümüz ülküsüzlüktür. Bir devletin yıkılması yahut bir milletin dağılıp köle olması için başka hastalığa lüzum yoktur. Ne dış düşmanlar, ne iktisâdî gerilik, ne de maddî güçsüzlük bu kadar zararlı olabilir. Tarihimizde zaman zaman görülen buhranlar daima, memlekete hâkim olan aydın zümresinin millî bir ülküden mahrum bulunuşu yüzündendir. Böylece bazan devletimiz yıkılmış, bazan ülkemiz parçalanmıştır. Son yıllardaki durum ise, bunun en korkunç örneğidir. Kafasında milletinin hayrı için hiçbir düşünce beslemeyen, gönlünde kendisinden başka kimse için sevgi taşımayan ve bütün hareketlerini şahsî menfaatlerine göre ayarlayan bencil aydınlar sürüsü, Türkiye Cumhuriyeti’nin, uçurumun kenarına kadar itildiği şu zamanda bile tavrını değiştirmeyip, rahatını bozmamış, günlük yaşayışını aksatmamış, zevk ve eğlencesinden vazgeçmemiştir. En ufak bir maddî fedakârlığa da katlanmamıştır. Hattâ bunların bir kısmı, gelmesi muhtemel komünist rejimde de rahatlarının kaçmaması için, bazı teşebbüslere girişerek tedbirler almıştır. Şahsî menfaatleri dışında herhangi bir ülküye sahip olmayanlar için bu normal bir davranıştır.
Günümüzün devlet ve siyaset adamları ile aydınlarına musallat olan ülküsüzlüğün başlıca ârazları nemelazımcılık, menfaatçilik ve korkaklıktır. Cemiyet için birbirinden daha tehlikeli ve zararlı olan bu arazlar, ilk bakışta bazı aydınlara mahsus şahsî kusurlardan ibaretmiş gibi görülür. Bu yüzden de, alışılagelmiş bir küçümsemeyle, üzerinde pek durulmaz. Böyle kusurları olduğu için kimse suçlanmaz ve cezalandırılmaz. Gerçekten de ne nemelâzımcılığın, ne korkaklığın, ne de menfaatçiliğin kanunlara göre suç sayıldığı belki görülmemiştir. Ancak hukuk kaideleri bütün suçları tesbit edemediği gibi, kanunlar da her suçun cezasını verememiştir. Suç sadece kanunun yasak ettiklerini yapmakla işlenmez. Suç yalnız hukuk nizamının dışına çıkmaktan ibaret de değildir. Ahlâk kanunlarının, vatanseverliğin ve millî vicdanın yapılmasını emrettiği insanî vazifeleri yapmamak da en büyük suçtur. Bu çeşit suçların cezası kanunlarda yazılı değildir ama, onun faillerini tarih huzurunda millet vicdanı cezalandıracaktır. Nesiller böylelerini asırlarca lânetle anacaktır. İşte, vatan ve milletin kaderi bahis konusu olduğu zamanlarda kendi köşelerine çekilip hadiselerin neticesini bekleyenler, ilerde nefretle hatırlanacak suçlulardır.
Bunların birinci grubunu nemelazımcılar teşkil etmektedirler. Sayıları en fazla olan bunlardır. Rahatlarına çok düşkündürler. Cemiyet hayatını alt-üst eden ve devletin temelini sarsan hadiselere karşı tamamıyle ilgisizdirler. Onlara dair haberleri okumaz, yorumları dinlemez ve sonucunu merak etmezler.
Ayrıca dost ve akrabalarının da İlgilenmelerine mâni olmağa çalışırlar. Söz ve sohbet arasında ciddi memleket meselelerinin konuşulması da bunların asabını bozar. Aşağı yukarı hepsinden şu mahiyette cümleler duyarsınız:
-Benim kendi derdim başımdan aşkın! Dünyayı kurtarmak bana mı kaldı? Ben namusumla çalışıyorum. Evime yorgun argın geldikten sonra şöyle biraz neş’elenip dinlenmek hakkımdır. Devlet yıkılıyorsa ne yapalım yani ? Başındakiler düşünsün!
Bu sözleri söyleyenler, umumiyetle Türkiye’nin kaymağını yiyen ve buna lâyık olduklarına inanan tüccar, serbest meslek sahibi aydın ve yüksek dereceli memurlardır. Kendi rahatlarını bozmamak şartı ile her türlü siyasî rejime kolayca intibak ederler. «Kendi derdim başımdan aşkın!» derken, ya yaz tatilini Bodrum’da mı yoksa Erdek’te mi geçirmenin kararsızlığı içindedir, yahut da kullandığı arabayı satıp yenisini alıp-almamakta tereddüt geçirmektedir. «Dünyayı kurtarmak bana mı kaldı?» deyişi de tevazudan değil, vurdum duymazlıktandır. Bayram tatillerini lüks otellerde, hafta sonralarını da gece kulüplerinde geçirmek bunların hem en tabii hakları, hem de terk edemiyecekleri alışkanlıkları arasındadır. İskoç viskisi bulamadıkları yahut iyj dinlendirilmemiş rakı içmek zorunda kaldıkları takdirde çok sinirlenirler. Bu vesileyle de memleket meseleleriyle ilgilenmek fırsatını elde ederler. Bunların evlerinde ve dost meclislerinde hep arsa ve araba fiyatları, giyim-kuşam ve mobilya modelleri ile vergi bahisleri konuşulur. Pasta ve kokteyl tarifleri yapılır. Gene bu gruba dahil olup da maddî imkânları el vermeyen orta sınıf aydıncıklar da «mutlu yaşantılarını» aile toplantılarında ya bezik oynayarak, yahut da dedi-kodu yaparak «sürdürürler.» Kitap ve dergi gibi ciddi şeylerden ise hiç hoşlanmazlar. Halkımızın «dünya yıkılsa umurunda değil» şeklinde vasıflandırdığı ve şairin «Bir elinde cımbız, bir elinde ayna; umurunda mı dünya!» diye alay ettiği işte bu nemelazımcılar sürüsünün mensuplarıdır. Felsefe dilinde ise böylelerine «vejete ediyor» (bitki gibi yaşıyor) denir.
Ülküsüzlerin ikinci grubu menfaatçilerdir. Eski tabirle «eyyamcı» yeni modaya göre de «oportünist» denilen bu zümre, nemelazımcıların aksine, hâdiseleri ve siyasi temayülleri büyük bir dikkatle takip eder. Şahsî menfaat ve ikbal mevkiinden başka hiçbir endişeleri bulunmadığı için, bu zümrenin mensupları, daima, her devir ve rejim ayakta kalabilmenin çarelerini aramakla meşguldürler. Bir yandan da iktidar veya rejim, değişikliği esnasında meydana gelmesi muhtemel karışıklıkları âdeta pusuda beklerler. Böyle zamanlarda çıkabilecek fırsatları çok iyi kullanır ve değerlendirirler. Onun için devletin tehlikede olması yahut yurdun düşman işgaline uğraması bunları pek fazla üzmez. Yeni şartlara derhal uyarlar. Türkçedeki «Gelen ağam, giden paşam» tekerlemesi böylelerinin karaktersizliğini anlatmak üzre söylenmiştir. Ancak bu zümreye mensup olanlar hiçbir zaman tam bir huzur içinde yaşayamazlar. Çünki hem bugünü «idare etmek», hem de yarını kollamak zorundadırlar. Makam düşkünü yüksek bürokratlar, gazete sahip ve yazarları, itibar ve şöhret meraklısı aydınlar umumiyetle bu grup arasında yer alırlar. Kudret ve iktidar sahiplerinin «etrafı» daima böyleleri ile doludur. Aslında her cemiyette, her devirde ve rejimde eksik olmayan «menfaatçiler» sürüsü, bizim gibi hem sosyal hem de siyasî buhranlar geçiren ülkelerde daha çok ve daha tesirlidirler.
Bu sebeple, son yıllarda eyyamcı veya nemelazımcı olmayan aydın kişilere rastlamak imkânsız hâle gelmiştir. Hele «büyük»ler olunca küçükler de onları taklit etmekte bir mahzur görmemişlerdir. Böylece herkes makam, mevki ve unvandan başka bir şey düşünmez olmuştur.
Üçüncü gruptakiler korkaklardır. Eğer resmî mevki ve makam sahibi iseler, devlete en büyük zararı verecek olan bunlardır. Bu tip insanların varlıkları millet ve memleket için daima ağır bir yük, lüzumsuz bir külfet olmuştur. Bunlar, binde bir nisbetinde kötü ihtimalleri hesap ederek, devletin kaderini ilgilendiren en hayati meselelerde dahi, kanunların tanıdığı hakları kullanamaz, verdiği vazifeleri ifa edemezler. Tıpkı belindeki tabancayı eşkıyaya karşı kullanmayan ödlek bekçi gibi… Böyleleri oturdukları makamın yalnız imkân ve nimetlerinden faydalanırlar. Şatafat, gösteriş ve caka bakımından makamın hakkını verip tadını çıkarmaktan geri kalmazlar. Şahsî menfaatleri bahis konusu olduğu zaman bütün tehlikeleri göze aldıkları, hattâ kanunlardaki «boşlukları» bile istismar ettikleri görülür. Fakat devletin varlığını ilgilendiren meselelerde son derece çekingen kararsız ve şekilcidirler. Hukukun ruhuna değil de dış kabuğuna göre hareket etmeğe çalışırlar. Maksat her türlü sorumluluktan sıyrılıvermektir. Polisin hırsızdan yakınması, askerin düşmandan şikâyetçi olması gibi, bunlar da devlete kast edenleri cezalandırmak yerine meçhul mercilere şikâyet etmekle yetinirler. Eskilerin «celâdet» dedikleri ve her devlet adamında mutlaka bulunması gereken vasıf bunlarda yoktur. Onun için oturdukları koltuk şeklen, dolu fakat fiilen boş sayılır. Bu yüzden emirleri altında çalışan vazifelilere -dahi sözlerini tutturamazlar. Tabii bu korkaklık ve acizlik, yukarıdan aşağıya doğru, idarenin her kademesine bulaşmıştır.
Korkaklığın bir başka çeşidi de mücadeleyi bırakmaktır. Bu durumda bahis konusu olan şahsî hesaplardan ziyade kendine güvensizliktir. Dâvâyı sonuna kadar yürütmeyi göze alamayanlar, umumiyetle, münasip bir bahane bularak meydanı terk ederler. Bunlar, «yedek motoru» olmayan uçağa benzerler. Onun için, fazla yükseklere çıkmağa cesaret edemezler. Belli bir noktaya geldikten sonra dururlar. Ya arkadaşlarına küserek yahut da rakiplerine kahrederek mücadeleyi yarıda bırakan böyle insanlar aslında çok dürüst ve vatanseverdirler. Mücadeleden vazgeçmelerinin asıl sebebi belki de budur. Annesini ameliyat etmeğe karar vermiş bir hekimin içini kemiren tereddüt kurdu, bazan Türk Devletinin kaderi üzerinde karar alma mevkiinde bulunan kimselerin vicdanını da kemirebilir. İşte o zaman devletini daha çok seven, «yedek motoru» yok ise, yenilir ve çekilir. Çünkü mücadeleye devam ettiği takdirde devletin başına daha büyük gaileler açılabileceğinden korkar. Bunun sorumluluğunu yüklenemez. Halbuki şahsı ihtirasını birinci, devletin istikbalini ise ikinci planda görenler, lüzumlu cesareti bulur ve mücadeleyi kazanırlar. Yakın tarihimizde buna benzer pek çok hadise olmuştur. Hepsinde de vatanını daha çok sevdikleri halde daha az cesur olanlar kaybetmişlerdir. Bunun içindir ki, hakiki vatanseverlerin çok cesur olmaları şarttır. Yapılması gereken hareketi, icap ettiği an yapabilmelidirler. Beklemek veya gecikmek daima hainlere yaramıştır.
Resmî sorumluluğu olmayan aydınların korkaklığı da cemiyet için en az diğerlerininki kadar zararlıdır. Vatan hainlerinin kendi maksatlarını gerçekleştirmek uğrunda ölümü göze aldıkları bir sırada, namuslu aydınların korkudan sinmeleri aklın alabileceği bir hadise değildir. Ama bu Türkiye’de görülmüştür. 12 Mart’tan önce, binlerce aydın, anarşiye karşı ve komünizme düşman oldukları halde, korktukları için seslerini çıkaramamışlardır. Kapalı kapılar arkasında va gayet yavaş bir sesle anarşistlere lânetler okumuşlar; fakat bu düşüncelerini ne sokakta, ne toplantılarda, ne de basında açıklayabilmişlerdir. Hattâ bunların bir kısmı, komünistlerin önünde, onları destekliyormuş gibi davranmak yolunu bile tutmuştur. Bazıları da, istemiye istemiye komünistlere yardım etmiştir. Sayıca komünistlerden çok fazla olan bu korkaklar, onlar gibi bir dâvâya inanmadıkları ve bir fikir etrafında toplanmadıkları için koyun sürüsü misali üç beş köpeğin saldırısı neticesinde dağılıvermişlerdir. Halbuki, kafalarında ciddi bir fikir ve gönüllerinde millî bir ülkü olsaydı, en az o hainler kadar cesur olurlardı. Bu yüzden, nice şöhret ve unvan sahibi kişiler, nice ilim, fikir ve sanat adamları, nice siyasetçiler kızıl kasırganın önünde kuru bir yaprak gibi sürüklenmişlerdir. Hainler hepsini saha ve minder dışına atmışlardır. Böylece devlet büsbütün desteksiz ve millet tamamen sahipsiz kalmıştır. Yüz ekşitmek veya kaş çatmak suretiyle dahi komünistler karşısında tavır takınmayan bu korkaklar, şahit ve bilir-kişi sıfatı ile mahkemeye çağırıldıkları zaman, adalet huzurunda dahi hakikati ve doğruyu söyliyememişlerdir. Halbuki «Korkunun ecele faydası yoktur.»
Görülüyor ki aydınlarını millî ülküden mahrum yetiştiren bir millet, tehlikeli ve karanlık günlerinde sahipsiz kalmaktadır. Oysa :
“Sahipsiz olan memleketin batması haktır.
Biz sahip olursak bu vatan batmayacaktır.”