H. Nihal ATSIZ: VEDA

VEDA
Hüseyin Nihal ATSIZ

Birçok Türkçünün maddi, manevi yardımıyla çıkmakta olan Orkun, onu idare edenlerin yorgunluğu yüzünden kapanıyor. Bu kararı verenlerin ızdırabı büyüktür. Uzun konuşma, tartışma ve danışmalardan sonra, yapılacak başka bir şey olmadığı için bu neticeye varılmıştır.

Yurdun her tarafındaki genç Türkçülerin, bu sonuç karşısında duyacakları acıyı düşünmek bizi elem içinde bırakmakta ve bahta lanet etmeğe sevk etmektedir.

Türkçülüğün bayrağını, ilerde yeniden açmak üzere şimdilik kapatıyoruz. Bu bayrağın yeniden açılması, şahıs olarak mutlaka yine bizim idare edeceğimiz bir derginin çıkması manasında anlaşılmamalıdır. Türkçülük bayrağını yükseltenler yoruldukça, yıprandıkça, düştükçe o bayrak, bir adım geriden gelenler tarafından kavranacak ve Türkçülük ordusu, bir çığ gibi büyüyerek hep ileriye, büyük ülküye, Kızıl Elma’ya doğru yürüyecektir.

Ülküler, milletlerin şuurudur. Ülküsüz millet, şuursuz insan gibidir. Bu memleket yıllarca, hain bir maksatla şuursuz yaşamaya mahkûm edildi ve Türk ırkının şuurlu çocukları olan Türkçüler zindanlara tıkıldı. Hatta onların vatan ve millet haini olduğu ilan edildi. Türkçüler dünyadaki bütün Türklerin mazide olduğu gibi bir devlet halinde birleşmelerini ve Devşirme döküntülerinin yukarı mevkilere geçmemesini istedikleri için bu damgayı yemişlerdi. Bütün insanları Moskova buyruğu amele diktatörlüğü altına almak gibi hayvani ve ahmakça bir maksat ardında koşanlar ve onların yardakçıları mazide birkaç kere gerçekleşmiş olan Türk birliğinin yeniden kurulmasına “hayal” demek ihanetini de gösteriyorlardı. Gazete ve radyolarla bizim vatan haini olduğumuzu ilan eden soysuz soytarıların iç yüzü, Tanrı adaletinin dünyada tecellisiyle pek çabuk anlaşıldı. Hemen hepsi Devşirme döküntüsü olan bu hakiki vatan hainlerinin “vatan” dedikleri şey kendi köşkleriyle rahat ve huzurlarından ibaretti.

Vatan hainlerinin darbelerine maruz kalan Türkçülük geriledi veya zayıfladı mı? Asla!… Tırpan yiyen otlar gibi daha gür, daha sık gelişti ve yurdun dört bucağına yayılarak bir tarlaya atılan tohumlar gibi filizlenmeye başladı. On iki asır önce yaşamış olan büyük Türk siyasi ve kumandanı Bilge Tonyukuk, ilk Türk tarihi demek olan yazıtında bir milletin başında serserilerin bulunmasını en büyük felaket diye anlatmakta ne kadar haklıdır! 1950’den önce uzun yıllar bu memleketin başında serseriler, hem de yabancı ve hain serseriler hüküm sürdü. Milletin sağlığını, servetini ve ahlakını o serseriler mahvetti. Bir gece içinde bizi Moskof sömürgesi haline getirecek planları o serseriler hazırladı. Fakat onlar bugün, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş bir hayasızlıkla milletten, vatandan, hürriyet ve demokrasiden bahsediyorlar.

Türkçülük, bütün Türklerin tek devlet halinde birleşerek her bakımdan bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür. Bunun değişmez iki ana unsuru vardır: Irkçılık, Turancılık. Irkçılık ilk önce bir milli savunma vasıtasıdır: Türkelindeki azınlıkların kendi aralarında gizlice yürüttükleri ırk şuuruna karşı bir korunma tedbiridir. Türkiye’deki Selanik Dönmeleri Türkleşmemek için asırlardır gizli tedbirler alırken, hiçbir kültürü ve mazisi olmayan bir takım küçük millet ve cemaatler soyadı kanununun sarahatine rağmen, kendi soyadlarına kadar saklayıp ırkçılık yaparken, Yahudiler İsrail’in hakiki vatanları olduğunu türlü şekillerle ispat ederken Türkler de hiç şüphesiz devletin hakiki sahibi olarak bazı tedbirler almakta haklıdır.

Irkçılık aynı zamanda bir hıfzıssıhha meselesidir. Karışmak daima üstün tarafın aleyhine olduğundan üstün bir ırk olan Türk ırkı aşağı ırklarla karıştığı zaman ortaya çıkan melezlerde Türk’ün bazı üstün vasıfları kaybolmakta, aşağı ırkın iptidai vasıflarından bazıları onun yerini tutmaktadır. Birer müspet ilim olan antropoloji ve rasyolojinin ortaya koyduğu bu hakikatlardan siyasi düşüncelerle vazgeçemeyiz. İlim ve hakikat, siyasetin oyuncağı olamaz.

Irkçılık en nihayet bir tarihi şuur meselesidir. En eski Türk devletlerinden başlayarak kısa ömürlü cumhuriyet devrinin sonuna kadar gördüğümüz binlerce örnek, devlette mühim mevkilere geçirilen yabancı kanlıların ihanetlerini göstermektedir.

Bütün bunlara bakarak Türkçüler, ırkçılığı değişmez bir prensip olarak kabul etmişlerdir. Fakat bu ırkçılık, ırkçılığın ne olduğunu bilmeyen veya bilmezlikten gelenlerin ileriye sürdüğü gibi insanları ölçüden ve laboratuar muayenelerinden geçirerek hangi milliyete mensup olduklarını tayin manasına gelmez. Hemen hemen her ırk başka ırklarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz. Çünkü tabiat bir müddet sonra melezliği tasfiye eder. Fakat bir ırk mütemadiyen başka ırklarla karışmakta devam ederse bir zaman sonra, bir daha düzelmemek üzere bozulur.

“Irkçılık tehlikelidir” diye bağıranlar dünyadan haberi olmayan bir takım zavallılardır. Dünyanın her yerinde, hatta ırkçılık düşmanlığını kısmen bizim gafillere aşılayan İngiltere ve Amerika’da bile mükemmel bir ırkçılık vardır. Amerikalılarla İngilizlerin ırkçılık düşmanı gözükmeleri İkinci Cihan Harbinde Almanların kendi ırklarının üstün olduğunu iddia edip bazı haklı neşriyatla Amerikan ve İngilizlerin karışma yüzünden düştükleri zaafı gösterince Anglosaksonlar siyasi rekabet ve kıskançlık sebebinden ırkçılığa düşman kesilmişlerdir. Fakat onların düşman olduğu ırkçılık resmi ve aleni Alman ırkçılığı olup gizli ve örfi Anglosakson ırkçılığı değildir.

Kunlar ve Gök Türkler çağında saraylarımıza giren Çin prenseslerinin ihanetleri artık bugün popüler bilgi haline gelmiştir. Osmanlılar devrinde Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük düşüren hareketler İslav asıllı Hürrem Sultan yüzündendir. Osmanlı tarihinde büyük gözüken bir takım sadrazamların hainliği artık gün gibi aşikar olmuştur. Gedik Ahmet Paşa Maktul İbrahim Paşa, Sokullu gibi büyük sayılan Devşirmelerin iç yüzü ve Devşirmelerden mürekkep Yeniçeri ordusunun haince rolleri gizli kapaklı bir şey değildir. Bütün bu hususları tafsilatıyla öğrenmeleri için Türkçülere, İsmail Hami Danişmend’in “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi ” adlı büyük eserini mutlaka okumayı tavsiye ederim. Balkan, Cihan ve İstiklal Harblerinin büyük ihanetleri ise herkesin bildiği şeylerdir. Bütün bunlardan sonra İsmet İnönü ve yardakçıları gibi münafık ahmakların ağzına yakışır.

Irkçılığın aleyhinde bulunanlara şunu sormalı:

– Kendinizi Çingene ile bir tutar mısınız? Bir Çingene ile evlenir misiniz? Çingene bir gelin veya damat kabul eder misiniz?

– Evet, derlerse mesele yok. Hayır, derlerse ırk tefriki yapıyorlar demektir. Onların yalnız Çingenelere karşı yaptığı bu ayırmayı biz başkalarına karşı da yapıyoruz.

Irkçılık, Anadolu Türklerinin içinde örf olarak yaşamaktır. Köy ve kasabalarda kaç yıl hatta asır önce oraya gelmiş olan bir yabancının bugünkü ailesi hala yabancı sayılmaktadır. Tamamiyle Türkleşen, Türkçeden başka dil bilmeyen ve kendisini başka bir millete mensup saymayan bu türlü insanlara yabancı gözüyle bakmak Anadolu Türklerindeki kuvvetli ırk şuurunu gösterir. Demokrasinin bir “çoğunluk arzularını tahakkuk sistemi” olduğu unutulmamalıdır.

Türkçülüğün ikinci unsuru olan Turancılık bütün Türklerin birleşmesi düşüncesidir. Bugün belki 40, belki 50, belki 60 milyon Türk var. Geniş bir vatana yayılmış olan bu Türkler mazide muhteşem rol oynamış, hareketli, kabiliyetli bir millettir. Sebebi her ne olursa olsun başka milletlerin hakimiyeti altına düşmüş olan bu Türkleri bir tek devlet halinde toparlamak düşüncesi kadar haklı ve makul ne olabilir? Dünyadaki bütün milletler, yabancı hakimiyeti altında kalmış olan millettaşlarını kurtarmak gayesini güderken Türkler neden aynı dileğin arkasında koşmasın? Yaratılıştan devlet kurucu olan Türkler için bu kadar büyük bir devleti kurup yaşatmak hayal değildir. Tiren, otomobil, uçak, telgraf, telefon ve radyonun olmadığı zamanlarda bile Türkler büyük devletler kurmuş asırlarca yaşatmışlardır.

Dünyanın bütün Türkleri Türkiye’ye Kabe gibi bakıyor. Türkiye’nin kendilerini bir gün kurtaracağı efsanesi, aralarında yaşıyor. Yalnız anayurtta ve zulüm altında yaşıyan Türkler değil, medeni ülkelerde yaşıyan Türkler de buraya hasret çekiyor. Geçen yıl Finlandiya Türklerinden bir genç kızla tanışmıştım. Bermutat gümrük vesairede gördüğü güçlüklere rağmen Türkiye’yi çok sevmişti. Finlandiya’da 1000 kadar Türk yaşadığını, hepsi zengin ve müreffeh olan bu Türklerin kendilerine çok iyi muamele eden dürüst ve asil Fin milletini sevmelerine rağmen buraya gelmek istediklerini, Finlerle katiyen evlenmediklerini, en büyük korkularının Türkçeyi unutmak olduğunu, Fin-Rus savaşında şehit olan altı yedi Türk’ün Finlandiya Türklerinin en seçme ve kültürlü gençleri olduğunu söylemişti.

Bütün Türkleri kurtarmak milli hakkımızdır. Milli hakkımız olması bile bize karşı duyulan bu büyük sevgiden sonra insani vazifemiz haline gelmiştir. Milletleri büyülten şeyler milli ve insani asil hareketleridir. Zulüm altında inleyen tutsak Türkleri kurtarmak için yapılacak fedakarlıktaki ihtişam o kadar parlaktır ki bu parlaklık, Türklüğün ölmezliğinin senedlerinden biri olacaktır. Hiçbir ülkünün ardında olmayarak, yalnız yiyip içmeyi düşünmek ve yalnız bir gün için yaşamak insanlara hiçbir şeref vermez. Bu kadarını hayvanlar da yapar. İnsanlık, ülkü için ve yarın için yaşamak, bu uğurda fedakarlık etmek ve ölmektir. Ölümden hayvanlar kaçar. İnsan şeref için ve muhteşem saydığı bir gaye için ölmesini bilen yaratıktır.

Turancılık, bizimle akraba olan milletleri yani Moğol, Mançu ve Koralıları, hatta Finlerle Macarları da birleştirmek ülküsü değildir. Turan kelimesi ilim dilinde bazan Ural-Altay manasında da kullanıldığı için Turancılığın Ural-Altaycılık olduğu zannı da bazan hasıl olmuştur. Fakat hiçbir Türkçü böyle bir gaye gütmemiştir. Bizim Turancılığımız Türk’ün tarihi vatanı olan ve çoğu hala Türklerle meskun bulunan ülkeleri istiklale ve Türkiye ile birliğe kavuşturmaktır. Bu birliğin nasıl olacağı meselesi bizi ilgilendirmez. Çünkü o siyasi bir iştir. Bizim Turancılığımız ve ırkçılığımız yani Türkçülüğümüz ise siyasetin üstünde bir ülkü meselesidir.

Demek ki Türkçülük bütün Türklerin birleşmesini ve Türklüğün yabancı ırk tesirlerinden korunmasını istiyor. Burada Türkçülüğün millet ve vatan tariflerinin ne olduğu meselesiyle karşılaşırız. Diğer bir tabirle Türk kimdir ve Türklerin vatanı neresidir? Türk, Türk soyundan gelen insandır. Türk soyundan gelince de pek nadir ve arızı bazı istisnalardan sarfı nazar, o insanın Türkçe konuşması ve Türk kültürünü taşıması lazımdır. Türk olduğu halde anadilini kaybetmiş olan Polonya-Litvanya Türklerini, Türkçe bilmiyorlar diye Türklük kadrosundan çıkaramayız. Bunlar kan bakımından da, duygu bakımından da Türk oldukları için günün birinde kendi istekleriyle Türk dili kadrosuna gireceklerdir. Bazan, yabancı ülkede doğup anasını babasını kaybettiği için Türkçeyi unutanlar da vardır. Türk olduğunu bildikçe bu gibileri Türk’tür. Bir felaket yüzünden Türkçeyi kaybedenleri Türklükten çıkarmakla eşittir ki buna kimsenin hakkı yoktur.

Türklerin bir millet olmak için mazide mukadderat birliğine, tarih birliğine ihtiyaçları yoktur. Türkiye Türkleriyle Türkistan Türkleri uzun zaman ayrı mukadderata malik olmuşlardır. Bundan onların ayrı milletler olduğu manası çıkmaz. Onlar günün birinde yine aynı mukadderata malik tek millet olacaklardır. Anadolu ve Azerbaycan Türkleri de uzun zaman ayrı yaşamışlardır. Fazla olarak Anadolu ile Azerbaycan, Azerbaycan’la Türkistan, Türkistan’la Anadolu, Türkistan’la İdil-Ural, İdil-Ural’la Türkiye (yani İlhanlılarla Altun Ordu) bazan şiddetle çarpışmışlardır. Hele mezhep kavgaları yüzünden Anadolu ve Azerbaycan Türklerinin vuruşmaları pek feci olmuştur. Fakat bütün bunlar Türklerin tek millet olmasına mani değildir. Bugün tek millet olduğunda kimsenin şüphesi olmayan Anadolu Türklerinin vaktiyle Osmanlı-Karaman, Osmanlı-Akkoyunlu halinde birleşmelerine engel olmamışsa, yarın da öteki Türklerle Türkiye’nin birleşmesi ve kaynaşması, önüne kimsenin geçemeyeceği tarihi bir zarurettir. Türkler aynı tarihi mukadderata malik değiller gibi görünüyorsa da bir bakımdan aynı tarihi mukadderata sahip oldukları da söylenebilir. Çünkü ayrı siyasi parçalar halindeki Türklerden herhangi birinin başına gelen faciadan biraz sonra ötekiler de müteessir olmuştur. Mesela Kazan Hanlığının yıkılışı Türkistan’ın yıkılışına yol açmış, Kırım’ın çöküşü Türkiye’ye ağır kayıplara mal olmuştur. Bununla beraber Türklerde tarihi mukadderat meselesinin şuurlu bir şekilde mütaala olunduğunu gösteren hadiseler de vardır. Mesela Türkiye, Kırımın kurtarılması için 1786-1791 savaşını yapmış, Sultan Aziz de aynı denemeyi tekrarlamak üzere kuvvetli bir donanma hazırlamıştı. Doğu Türkistan’dan Çinlileri kovan Atalık Gazi Yakub Beğ Türkiye’yi metbu tanımıştı. Velhasıl bugün Türklerin mukadderatı birdir ve geçen her yıl bu mukadderat birliğini biraz daha kuvvetlendirmektedir. Bundan başka bizim de imza koyduğumuz Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesindeki “milletlerin hür ve müstakil yaşamak hakkı”na Türkler; mazileri, kabiliyetleri, coğrafi ehemmiyetleri ve nüfusları bakımından başka milletlerden daha çok layıktır. Başka milletler koydukları imzanın şerefi için bizim bu hakkımızı kabule mecburdur.

Milleti yapan unsurlardan birisi de din olduğuna göre Türklerin dini üzerinde de durmaya mecburuz. Hiç şüphe yok ki Türklerin dini Müslümanlıktır. Eski dinimiz olan şamanlıktan da bazı unsurlar alarak bir Türk Müslümanlığı haline gelen bu din on asırdan beri bizim milli dinimiz olmuştur. Bununla beraber Türk olmak için mutlaka Müslüman olmaya lüzum yoktur. Çünkü bugünkü Türkler arasında birkaç yüz bin Şamani, birkaç yüz bin Hıristiyan ve hatta birkaç bin Musevi Türk (Karayımlar) de vardır. Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur. Zaten, Hıristiyan Türkler olan Gagavuzların Türkiye’de yerleşenleri ekseriyetle Müslüman olmuşlardır. Onlar bunu Türklüğün bir lazımesi saydıkları için yapmışlardır.

Öyle gözüküyor ki bir Türk birliği gerçekleştiği takdirde bütün bu Şamani ve Hıristiyan Türkler Müslüman olacaklardır. Onun için şimdiden onları zorlamaya bir mecburiyet yoktur.

Vaktiyle Türkler arasında bir ayrılık unsuru olan Sünnilik-Şiilik meselesi de artık bahis konusu sayılamaz. Bunların hepsi Müslüman Türktür ve Müslümanlığı anlayıştaki içtihat farkları artık Türkler arasında ikilik doğuramaz.

Bu Türklerin oturduğu yerler Türk vatanıdır. Türklerin devamlı devlet ve medeniyet kurduğu, Türk hatıraları ile dolu ülkeler yurdumuzdur ve bize aittir. Bu ülkelerin herhangi birinde Türklerin zorla sökülüp atılması bu hakkımızı götürmez. Mesela Kırım Türklerinin yok edilmesi veya Doğu Rumeli vilayeti Türklerinin sürülmesi hiçbir mana ifade etmez. Yahudiler tam bir Arap ülkesi haline gelen Filistin’den nasıl Arapları sürerek orada bir Yahudi çoğunluğu yaptılarsa biz de aynı şeyi yaparak bize ait olan toprakları mutlaka Türkleştireceğiz.

Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ile Turancılığı ve bunun neticesinde Türk milleti ve vatanı hususundaki düşünceleridir. Bu iki temelde bütün Türkçüler birleşmiştir. Bunun dışında kalan meseleler; mesela iktisadi, sosyal ve hukuki görüşler Türkçülerin ileride halledecekleri meselelerdir. Bu meseleler üzerindeki Türkçü düşünceler değişebilir. Çünkü zamanla herhangi bir iktisadi veya içtimai düşünce çürütülebilir. Fakat ırkçılık ve Turancılık asla değişmeyecektir. Çünkü bunlar Türklüğün Türklük olması için elzem şartlardır. Tıpkı bir insanın havaya ve yiyeceği olan mutlak ihtiyacı gibi… Bir insanın elbise ihtiyacı yaza, kışa, geceye, gündüze göre değişebilir. Eğlencesi de sinemaya, ava gitmek veya içki içmek şeklinde olabilir. Fakat havaya ve yiyeceğe ihtiyacı hiç bir zaman değişmez. Irkçılıkla Turancılık, Türkçülüğün hava ve gıdasıdır. Türkçülüğün kendisine has bir dünya görüşü vardır. Realist olan Türkçülük “Yaşamak için kavga” kanununun, sonuna kadar devam edeceğine inandığından askerliğe karşı saygı duymakta ve ırkımızın askeri millet olma geleneğini geliştirme amacı gütmektedir. “Artık savaş olmayacak” gibi uyuşturucu telkinlerin, milli savunmamızı gevşetmesi bakımından aleyhindeyiz. Dünyada savaşı kaldırmak düşüncesi asırlardan beri denenmiş, fakat tutmamıştır. “Roma Barışı” denen sözde barış sisteminin büyük kırgınlarla, askeri hazırlıklarla, zorbalıkla sağlanmış, fakat hiçbir zaman ömürlü olmamış bir sistem olduğu unutulmamalıdır.

Hakiki askeri faziletlerin diriltilmesi ve ruhlarda kökleşmesi taraftarıyız. Askerlik kalıp işi değil, ruh işidir. Fakat kalıbın da ruha uygun olması şarttır. Bize fenalığı dokunmayan milletlerin, fikirlerin ve fertlerin dostuyuz. Fakat hayatın yalnız sevgiyle yürüyeceğini sanmanın büyük bir gaflet olduğuna inanıyoruz. Dünyada her şey zıddı ile birlikte vardır. Bundan dolayı sevgiyle birlikte kin de bulunacaktır. Türkçülük bir bakıma göre de “Türkçülük düşmanları düşmanlığı”dır. Irkımıza, devletimize, yurdumuza, mukaddesatımıza, şerefimize fenalık etmiş olan her millete, her dine, her rejime, fikre, cemiyet, ferde düşmanız, “Kinimiz dinimizdir”. Varlığımızı korumak, haklarımızı almak için her zaman çarpışmaya mecburuz. Çarpışmaya mecburuz demek asker olmaya mecburuz demektir. Askerlik çarpışmak bilimidir. Yaşamaya hak kazanma bilimidir. Bu bakımdan tek gerçek bilim odur. Başka her ilim ve fen onun yardımcısıdır.

Türkçülük “disiplinli millet” taraftarıdır. Disiplinli millet demek fertlerin devlete, devletin de fertlere zarar vermeyeceği karşılıklı hak ve vazifeler sistemini kabul etmiş millet demektir.

Disiplinli millet tipinde istipdat ve zorbalık olmadığı gibi hürriyet sarhoşluğu da yoktur. Disiplinli milletle milletin ahlak, gelenek, şeref ve arzularına aykırı hiçbir şey yapılamaz. Disiplinli millet hayat telakkisi, mukaddesatı, zevki, bayramı, kederi ve hatta kılığı ve takvimi belli millet demektir. Türkçülük, Türkeli’nin her bakımdan Türkleşmesi taraftarıdır. Bu sınırlar içinde yabancı bir şey kalmayacaktır. Kayıtsız şartsız Türk kültürü hakim olacaktır. Bu bakımdan Türkçülüğün kendisine mahsus bir dil, tarih ve alfabe telakkisi vardır. Arınmış ve geliştirilmiş ve Türkçe istiyoruz. Dil kurultayı maskaralıklarının yadigarları temizlenecek, fakat bu arada elde edilmiş bazı müspet sonuçlar saklanacaktır. Bu alfabe Türkçeyi yazmaya ve geliştirmeye elverişli değildir. Buna, Türkçeyi yazmak için gerekli dört beş harf eklenecek, böylelikle Türkçe, bir zenci dili durumuna düşmek talihsizliğinden kurtulacaktır.

Türkçülüğün tarih tezi eski milletleri ve hele Anadolu’da yaşayanları Türk saymak komedisinden tamamen uzak, bilim çerçevesi içinde milli bir görüştür: Türk tarihi Orta Asya’da Milattan önce 12’nci asırda “Şu” veya “Çu”larla başlayan bir tarihtir. Bu tarih Mançurya’dan Kırım’a kadar uzanan bir anayurtta 11’inci Asra kadar sürmüş, 11’inci Asırda Türkiye dediğimiz Anadolu, Suriye, Irak, Azerbaycan ve Horasandan mürekkep ikinci bir anavatan teşekkül etmiştir. Türkçülük bakımından Aksak Temir-Yıldırım Bayazıd kavgası bir kardeş kavgasıdır. Türkçülük bakımından Türkiye tarihi Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı hakimiyetlerinin, şimdi de cumhuriyetin devam ettirdiği tarihtir. Tarihimizin Osmanlı çağı diğer iç ve dış gelişmelerle birlikte Türk ırkının Devşirmelerle iç savaşı şeklinde de mütalaa olunacaktır. Türkçülük Tanzimat’tan sonraki tarihimizin yeniden tedvin olunarak hakikatların ortaya çıkmasını ve yalancı kahramanların hakiki mevkilerini almasını ister. Türkçülük bütün fantezilerden uzak bir ciddiyet taraftarıdır. Devlet ve millet hayatında, fantezilerin millet aleyhinde olduğuna inanmıştır.

Türkçülük, Türk ırkının tarihi ananesine dayanarak kadın hususunda hür düşüncelidir ve kadına saygı beslemektedir. Ancak kadının koket derecesine düşmesine de şiddetle aleyhtardır. Kadına saygı beslemek onu erkekle kayıtsız şartsız eşit tutmak manasına gelmez. Tanrının ayrı yarattığı iki cinsi bir tutmak tabiat kanunlarına aykırı bir eksantrikliktir. Kadınların her türlü öğrenimi yapmalarına ve bazı durumlar müstesna, her mesleğe girmesine taraftarız. Fakat aile yapısının korunması bakımından kadının her şeyden önce analık ve zevcelik vazifesini yapmasını isteriz. Türkçülük, memlekette sosyal bir adalet olmasına taraftardır ve hakiki adaletin sosyal olduğu kanısındadır. Millet fertlerini sağlık, geçim ve istikbal bakımından tatmin etmenin milliyetçilik şartlarından olduğu aşikardır.

Türkçülüğe göre Moskof bizim barışmaz düşmanımızdır. Bu düşmanlığı tarih, mukadderat ve jeopolitik yaratmıştır. Siyasetle ve yalanla bu düşmanlık kaldırılamaz. Onun için Türk ırkının hayatında yürütücü amillerinden biri olarak, zaten saklı bir halde yaşıyan Moskof düşmanlığının milletle beslenmesine taraftarız. Sevgiler gibi düşmanlıklar da milletleri diri ve ayakta tutar. Türk dışişleri bakanları ara sıra Moskoflarla dostluk edebilirler. Türk milleti için böyle bir şey düşünmek milli menfaatler aleyhinde düşünmektir. Moskof bizim ırk düşmanımız olduğuna göre Moskof emperyalizmi olan komünizm de en tehlikeli düşmanımızdır. Komünizm, Moskofluğa mal olmuş bulunduğundan ona taraftarlık vatan ihanetidir. Türkçülük bakımından en alçak vatan hainleri olan komünistlerin yok edilmesi şarttır.

Masonluğu da düşman sayıyoruz. Masonluk, kökü dışarıda olan gizli bir cemiyettir ve milliyetçilikle tatmin olunmayanların başvurduğu Türkçülük düşmanı bir teşekküldür. Başlangıçta Yahudilerin milli menfaatlerini gizli olarak korumak için kurulmuş, zamanla beynelmilel bir hale gelmiştir. Savaş halinde bulunan iki millete mensup Masonların, kendi devletleri aleyhine olsa bile birbirlerine yardım etmek mecburiyetinde olmaları bu zümrenin bütün milliyetçiliklere ve bu arada Türk milliyetçiliğine de düşman olduğunu göstermektedir. Onlar gizlice her yere el atıp orayı ele geçirmeğe çalışmakta ve muvaffak olmaktadır. Bugünkü “Türk Ocağı”nın umumi idaresi ihtiyar Masonların elindedir ve bu yüzden, vaktiyle milliyetçiliğe o kadar hizmet etmiş bulunan bu müessese artık hizmet edememektedir.

Siyonizm, Yahudi ırkının huzurunu dünya milletlerinin huzursuzluğunda arayan teşkilatlı bir insanlık düşmanı fikirdir. Kendisini bir devletin milli ülküsü göstermek yolundaki gayreti emperyalist arzularını gizlemek içindir. Birinci Cihan Savaşında, her türlü kılığa girerek Filistin Cephesindeki ordumuzu arkadan vuran ve düşmana casusluk eden Siyonistlerin ortaya koyduğu korkunç hakikat, Türkçüleri bu cereyana karşı da her zaman uyanık ve tedbirli bulunmaya sevk etmektedir. Komünizm, Siyonizm ve Masonluk Türkiye’de bir sacayak halinde Türk düşmanlığı yapmaktadır.

Türkçülük ağır, fakat sağlam bir şekilde ilerliyor. O, mesela Almanya’daki Nasyonal Sosyalizm gibi kısa bir zamanda birdenbire büyüyerek iktidara geçen cereyanlarla ölçülemez. Tedrici şekilde büyümesi sağlam ve gürbüz olacağının teminatıdır.

Türkiye’de Ali Suavi, Süleyman Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Ziya Gökalp, Dr. Rıza Nur, Dr. Mustafa Hakkı Akansel gibi kalem sahibi Türkçüleri yetiştiren Türkçülük 3 Mayıs 1944 hareketiyle belki de memleketi komünizm tehlikesinden kurtarmıştır. 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası, Türkçülüğün geçirdiği ilk ve oldukça çetin bir imtihandır.

Bütün bu çekilen sıkıntılar verimsiz kalmış değildir. Bugün memlekette yer yer görülen Türkçü kıpırdanışlar ve davranışlar o çetin imtihanın sonuçlarıdır. Türkçüler birleşmek lüzumunu duyarak ayrı ayrı kurdukları dernekleri kaldırmışlar ve “Türk Milliyetçiler Derneği” adı altında tek teşkilat haline gelmişlerdir. Bugün memlekette 40 kadar şubesi bulunan bu dernek daha çok gençleri toplamakta ve Türkiye’ye şamil yeni bir Türkçü kaynaşmaya sebep olmaktadır. Bu teşkilatın yayılması ve kuvvetlenmesinde Orkun’un epey hizmeti vardır.

Türkçülük şimdi gayri siyasidir ve daha bir müddet öyle kalması hayırlıdır. Şimdi bütün genç Türkçülere düşen vazife her şehir, kasaba ve kabilse köyde derneğin şubesini kurarak faaliyete geçmek ve Ankara’daki Genel Merkeze sıkı bir şekilde bağlanmaktır. El ve gönül birliğiyle çalışılırsa çok şeyler yapılabilir. Orkun 68 sayılık neşriyatı ile şimdiye kadar çıkmış olan Türkçü imzanın tanınmasına hizmet etmiştir. İstediğimiz kadar kuvvetli değildi. Fakat yine de bir şeydi. Orkun’da yarım kalan 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası tefrikası ilerde kitap halinde basılacaktır.

Türkçülük fikir halinden teşkilat haline girerken, teşkilatı idare edenler sıkı durmaya ve uyanık bulunmaya mecburdur. Türkçülüğün soysuzlaşmaması için teşkilata girecek olanlar üzerinde titiz davranmak, aksayanları merhametsizce atmak vazifeleridir. Türkçülüğü gösteriş vasıtası diye kullanan, fakat er meydanında kahpeleşenleri biz 1944-1945 Davasında bizzat gördük. Bir iman ve irade işi olan Türkçülüğün içinde imanı zayıf, karakteri çürük olanların işi yoktur. Türkçülük kemiyet değil, keyfiyet işidir. Az fakat öz kimselerden mürekkep bir Türkçü teşkilat sıkı bir disiplin altında çalışmak şartıyla ırkımızı terakkinin doruğuna ulaştırabilir.

Bir veda yazısı olan bu makaleyi bitirirken genç Türkçülere bazı tavsiyelerde bulunmak isterim:

Bugünkü şartlar içinde Türkçülerin yapacağı hareketlerin başında hepsinin, kendi meslek alanında çalışarak yükselmesi gelir. Her Türkçü kendi mesleğinin en yüksek derecesine veya rütbesine erişebilmek için ciddi ve sistemli şekilde çalışmalıdır. Başarı gösteremeyenler bezginliğe kapılmamalı, gerekirse meslek değişmeli, kendilerinden ümit kesenler arkadaşının yükselmesine yardım etmelidir. Yükselmeğe çalışmakta takip olunacak yol, Masonların başvurduğu gibi birbirlerini haklı haksız destekleyerek layık olmadığı yere yükselmek gibi şerefsizce bir yol değildir. Ehliyet göstererek yürümenin şerefli yoludur.

Her mesleğin faydası ve ehemmiyeti olmakla beraber Türkçüler bilhassa Harb Okuluna, Mülkiyeye ve öğretmen okullarına girmelidir. Öğretmenlerin öğrencilere yapacakları milliyetçilik telkini ile memleketin geleceğine nasıl hakim olduklarını söylemeğe lüzum yoktur. Subaylar da kısmen öğretmendir. Bundan başka bizim yurdumuzda milli mukadderata hakim olan en mühim zümre subay sınıfıdır. Mülkiyeden çıkarak kazaların, vilayetlerin başına geçmek Türkçüler için mühim bir hizmet fırsatıdır.

Türkçülerin düşüneceği ikinci bir mesele bir aile kurarak memlekete gürbüz ve Türkçü çocuklar yetiştirmek olmalıdır. Bunu anlayarak genç yaşında evlenen ve çok çocuk yetiştiren Türkçülerin epey fazla oluşu ümit verecek, iç açacak bir vakadır. Daima çok çocuk ve gürbüz çocuk yetiştirmek prensibinin ehemmiyeti üzerinde uzun uzun konuşmaya lüzum yoktur. Türkçüler evlenecekleri kızın sağlık ve ırk durumuna ve bu hususta aşka esir olmamaya dikkat etmelidir. Bu türlü ihmallerin kısa ömürlü evlenmelere yol açtığı örnekleriyle sabittir.

Türkçüler teşkilatlanmalı, bunun için de daima Milliyetçiler Derneği’ni takviye etmelidir. Bu teşkilatta geçimsizlik göstermemeli, benlik davası gütmemelidir. Hür Türkçü kendi çevresini ikaz ve irşad etmeğe çalışmalıdır. Bulunduğu şartlar içinde nasıl bir Türkçülük yapacağını kestirmek o Türkçünün zekasına ve kabiliyetlerine aittir. Lüzum olursa Türk Milliyetçiler Derneği’nin merkezlerinden sormalı, soramazsa vicdanına danışarak hareket etmelidir. Yanlışlar samimiyetle itiraf olunmalı, bir daha yapmamaya çalışılmalıdır.

Genç Türkçülerin çoğunda bir milli kültür eksikliği bulunduğu gözden kaçacak gibi değildir. İmla yanlışları ve ifade bozuklukları bunu açıkça gösteriyor. Bu eksiklerin giderilmesine uğraşmak lazımdır. Milli kültürü zenginleştirecek eserleri okumak, hatta kabilse eski harfleri öğrenmek zaruridir. Eski harflerle yazılmış eserler hala büyük bir hazine halinde kapalı olarak durmaktadır.

En mühim bir cihet de Türkçülerin kendi aralarında bir veya birkaç sandık kurmalarıdır. Gayet az paraların birikmesiyle başlayacak olan bu sandıkların ilerde akla, hayale gelmez faydalar sağlaması muhtemeldir. Damlaya damlaya göl olduğu unutulmamalıdır. Bu sandıklar Türkçüleri mali güçlüklerden koruyacağı gibi Türkçü yayınlara da yol açar.

Bu tavsiyelerimin hepsi ehemmiyetsiz şeylerdir. Fakat zamanla bunlardan mühim sonuçlar doğması beklenebilir. Orkun kapanırken onun çıkmasını ve yaşamasını sağlayan ülküdaşlarımıza teşekkür ederiz. Genç subaylardan liseli ve ortaokullu ülküdaşlara kadar bütün Türkçülerin gönülleri ve fikirleri aşağı yukarı bir buçuk yıl Orkun üzerinde birleşti. Orkun kuvvetli veya zayıf, her ne olursa olsun, biz, yani Türkçüler demek ki bu kadarmışız.

Fakat ümitlerimiz kırık değildir. Uğrunda çalışanlar, ızdırap çekenler, ölenler bulundukça Türkçülük mutlaka muzaffer olacaktır. Yabancı hakimiyetler altında kırılan, sürülen milyonlarca ırkdaşımızın bulunması bize vazifemizin büyüklüğünü ve şerefini hatırlatsın. Zevk ve sefa içinde yaşamak, içkiyle dünyayı hoş görerek zevk kadınlarıyla mest olmak, şehvet içinde kendinden geçmek de vardır. İsteyen onu, isteyen berikini tercih eder. Hayat ve ölüm… Bunların ikisi de güzeldir. Fakat esas ve ebedi olan ölümdür. Öteki bir rüya kadar geçici ve aldatıcıdır. Büyük ve esrarlı kainatın sinesinde yatmak… İşte bizim nasibimiz budur. Bu nasibimizi almadan önceki kısa rüya aleminde kendimizi ölüm kadar ebedi bir fikre vermek ve o fikir uğrunda harcamak gibi yüksek bir ülküye kaptırmaktan şerefli ne olabilir? Bu ölüm bizi gayemize, Tanrı Dağında bekleyen ecdat ruhlarına ve bizzat Tanrıya kavuşturacak şanlı ve güzel bir ölümdür. Bu ölümün güzelliği ile içki ve şehvet içindeki hayatın çirkinliğini düşünmek hakikatı anlamaya da yardım edecektir.

Ülkü yolunda ölenlerin, ebedi karanlık içinde kaybolurken hafızalarda bir ışık gibi parlamaları güzel, fakat hafızalardan ve gönüllerden de uzakta bulunarak karanlıkta bir olmaları ondan daha güzeldir. Yaşamak sadece kısa bir an yaşamaktır. Ölüm ise kainatın ebediliğinde, hatıralarda ve gönüllerde asırlarca yaşamak, yahut hatıralardan ve gönüllerden de silinmekten sonra sonsuzlukta sonuna kadar yaşamakta devam etmektir. Yaşamak hakkından vazgeçmek ne kadar güzel, hatırlanmadan, gönüllerden silinerek, unutularak yaşamak ondan da ne kadar güzeldir. Her fedakarlık muhteşemdir. Fakat eserine imza koymamak, ülkü uğruna ad bırakmadan silinmek her şeyden daha muhteşemdir.

Birleşmiş Milletler ideali uğrunda Kore’de şehitler vermek güzel bir şey, fakat Türkleri birleşmiş görmek için Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da, Altay’da can harcamak şaheser bir şeydir. Türkçülük din gibi derin, tasavvuf gibi mistik bir sistemdir. Ondaki ihtişamı ve bu uğurda ölmekteki ululuğu ancak ruhunda istidat olanlar duyabilir.

Türkçüler! Sıkı saflar halinde birleşerek ve başka her düşünceyi geride bırakarak, ateş yağmuru altında döküle döküle, fakat bir an durmadan Moskof’a karşı Köprüköy taarruzunu yapan Türk alayı gibi ülküye doğru ilerleyiniz. Bu ilerleme sırasında düşenlere bakmak için bile bir an kaybetmeyiniz.

Tanrı Türk’ü Korusun!