H. Nihal ATSIZ: Millî Siyaset

Millî Siyaset

ATSIZ

‘”Has Hâcib Balasagunlu Yusuf'” tarafından On Birinci Yüzyılda yazılan “Kutadgu Bilig”, “siyaset bilgisi” demektir. ”Uğur, bahtiyarlık” demek olan “kut” kelimesinden türemiş olduğu için, bu kelimeyi şimdiye kadar “saadet veren ilim” diye boşuna tercüme etmişlerdir. Bu ismin anlamı, koca eserin muhtevasından da anlaşılacağı üzere siyasetnâmedir. Toplumun bahtiyar olması için gerekli şartları saydığı malûm olduğuna göre Türkler’in, siyaseti, “toplum bahtiyarlığı bilimi” diye anladıkları ortaya çıkıyor. Nitekim Kutadgu Bilig’den üç asır önce de Bilge Kağan, kardeşi kahraman Kül Tegin için, İçen Kağan da babası Bilge Kağan için diktirdiği ünlü Orkun yazıtlarında, devlet siyaseti olarak zaferlerle milleti doyurmak, giydirmek ve çoğaltmayı, yani bahtiyar etmeyi başardıklarını anlatmışlardır.

Günümüzde milleti bahtiyar edecek bir siyaset tutumundan çok tehlikelerden kaçınıp yalnız içinde bulunulan günü düşünmek prensibi alıp yürümüştür. Atatürk’ün çok hesaplı ve gerektiğinde çok atılgan siyasetine kargılık İsmet İnönü sadece hesaplı, hesabında da kendisini yanlışlara götürecek kadar ihtiyatlı siyaseti ile devleti yürütmeye çalışmıştır.

Aşırı ihtiyatlı siyasetle bir millet belki uzun bir süre için, tehlikelerin içine dalmaktan kurtulabilir. Fakat aşırı ihtiyat pasif bir idare tarzı olduğu için iştahlı komşuları bu iştahlarından vazgeçiremez ve günü gelince saldırmalarını asla önleyemez.

Vaktiyle Habeşistan’ın ihtiyatkârlığı, İtalya’yı kışkırtmaktan çekindiği için o zaman İtalyan sömürgeleri olan Eritre ve Somali sınırlarından askerlerini çekmesi İtalya’nın saldırmasına engel olamadığı gibi günümüzde de Çekler’in ihtiyatkârlığı Ruslar’ın kaba hareketine mani teşkil edemedi.

Bu sebeple milli siyaset yerine, herkesle hoş geçinme siyasetinin güdülmesinde hiçbir millî menfaat yoktur. Milletler, milli istekleri nisbetinde itibarlı ve kuvvetlidirler. Bundan başka “milli istekler” yani “ülküler” milletlerin dinamik gücü, birliğinin sebebi, cesaretinin kaynağıdır.

Yüzyıllar boyunca tutsaklık hayatı yaşadıkları için cesaretten nasibi kalmamış, geri ve bu bakımdan iptidâi Araplar’ı bugün hatırı sayılır bir kuvvet haline getiren şey Filistin dâvasındaki tutumları ve Yahudi düşmanlığıdır. Araplar İsrail’le üç defa çarpışıp yenildiler. Hele son yenilişleri pek yüz kızartıcı oldu.. Buna rağmen inançları sarsılmadığı için yarın büyük hamleler yapabilecek kudreti kendilerinde buluyorlar ve hazırlanıyorlar.

İsrail de aynı durumdadır. İki bin yıllık tarihî haklara dayanarak yüzde yüz Araplar’ın oturduğu toprakları işgal edip geri vermemekte direniyor. Oraları da devletine ekleyip yarın için on milyonluk bir İsrail devleti kurmak gayreti ve ülküsü içindeler. Bir Batı Avrupa devleti niteliğinde olan İsrail’in on milyon nüfusa sahip olması Arap dünyasına karşı kendisini savunacak esaslı bir gücü elde etmesi ve geleceğini teminat altına alması demektir.

Türkiye, Atatürk’ün ölümünden beri pasif bir devlet siyaseti gütmektedir. Atatürk’ün zemin ve zaman icabı olarak, sırf o devir için söylediği “yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerini, ebedi düsturmuş gibi benimsemiş görünerek siyasetini bu veçhe üzerinde. yoğunlaştırmıştır (*)

Barış uğruna kimseyi gücendirmemek zihniyeti hâkim olmuş ve bu zihniyet, siyasi sınırlar dışındaki Türkler’in ihmaline sebep olmuştur. Herhangi bir devlette yaşayan Türkler’le ilgilenmek o devleti gücendirir, tedirgin eder, kızdırır diye âdeta cihan Türklüğü inkâr olunmuştur.

Halbuki cihanın manzarası bu konuda ne kadar ibret vericidir. Afrika zencilerine kadar her millet ırkdaşlarıyla ilgilenmekten bir an vazgeçmemektedir. Hele şu küçük Yunanistan bir yandan Kıbrıs’ı isterken, bir yandan Arnavutluk’tan Epir’i koparmaya çalışmakta, daha ilerisi için de Bizans’ı diriltecek hesaplar yapmaktadır.

İstiklâl Savaşı bittiği zaman Türkiye 13 milyon nüfuslu, çok yoksul, yorgun, ahalisinin ancak % 10’u okuyan, endüstrisiz, ülkesi yakılıp yıkılmış, hastalıkların tahribat yaptığı bir devletti. O zaman kendimize gelebilmek için dışarda gözümüz olmadığını ilâna mecburduk. Bugün öyle değiliz. 32 milyon nufuslu, ağır endüstriye doğru ilk adımlarını atmış, yüzde ellisi okur-yazar, sıtma ve frengi gibi hastalıkları yenmiş, orta refah seviyesine yaklaşmış, ülkesi oldukça imar olunmuş bir devlet halindeyiz. Bir milleti yalnız para kazanmak ve okumak için didinen bir sürü olmaktan kurtarmak için ona millî gayeler gösterilmesi lâzımdır. İktisadî kalkınma, yol ve liman, atom, roket, uzay millî ülkü olamaz. Bunlar nasıl olsa elde edilecektir. Fakat çok mühim olduğu halde mutlaka verilemeyecek olan hayatî nesne “ülkü”dür. O ülküyü düşünüp taşınarak zorla yaratmaya da ihtiyacımız yoktur. O hazır, olarak yanı başımızda duruyor: Dış Türkler…

Hükümetin dış siyaseti yalnız, NATO, “Merkezî Andlaşma ve Kalkınma İçin Bölgesel İş Birliği” sınırları içinde kaldıkça Türk milleti teknikte ne kadar ilerlerse ilerlesin yaratıcı bir millet olamaz. Onu yaratıcı yapacak şey dış Türkleri düşünmek gibi yüksek millî ve insanî bir meseledir..

Batı ve komünist dünyaları nasıl, alabildiğine silâhlanıp birbirlerine diş biledikleri halde bir arada savaşsız yaşıyor ve iktisadi ilişkilerde bulunuyorsa, biz de, sınırları içinde Türk bulunan devletlerle dost kalmak şartıyla o Türkleri düşünür, kültürce ilerlemeleri için çalışır, her türlü yardımı yapabiliriz.

Dış Türklerle ilgilenmek emperyalizm değildir. Emperyalizm ise mukaddes bir emperyalizmdir, kendi eliyle imparatorluğunu tasfiye eden Fransa, Kanada’daki 7 milyon Fransız’la birleşmek istediğini açığa vurmaktan çekinmedi ve zamanımızın büyük ve ileri görüşlü devlet adamı olan Başkan De Gaulle, Kanadalı Fransızlar hakkında ki emellerini bizzat. Kanada’da söyledi.

Örnekler bu kadarla bitmiyor: Hollandalılar, müttefikleri olan Belçika’daki 4 milyon Flaman hakkındaki niyetlerini çoktan belli etmişlerdir.

İrlanda, “Kuzey İrlanda” denen ve sırf Protestan oldukları bahanesiyle İngilizler tarafından bırakılmak istenmeyen Ulster’i açıkça istiyor.

Zayıf ve geri Afganistan, kuvvetli komşusu Pakistan’da bulunan Patan’lara gözlerini dikmiştir.

Daha birçok örnek bulunabilir. Çünkü bu sosyal bir kanundur: Milletler, ırkdaşlarını da kendi siyasî sınırları içine almak isterler ve bunun için her türlü fedakârlığa katlanırlar.

Dünya âlem böyle de biz neden değiliz? Acaba dünyada barışçı, insaniyetçi ve akıllı olarak yalnız biz mi kaldık?

Dış Türklerle ilgilenince tabiî yine serbest nazımla şahane şiirler başlayacak: Turancılar, ırkçılar, emperyalistler, faşistler vesaire. Herkesin her dediğine aldıracak olduktan sonra 400.000 Rum’a karşı 100.000 Türk’ün yaşadığı Kıbrıs’ta işimiz ne?

İş denize girinceye kadardır. Girdikten sonra üşümen geçer. Sen de iyi yüzücülere has kuvvetli kulaçları büyük bir ustalıkla atmaya başlarsın.
_________________

(*) Bu sözün nerde söylendiği, hatta söylenip söylenmediği de belli değildir.

KAYNAK: Ötüken / Şubat 1970