Nejdet SANÇAR: Afşın’a Mektuplar (VI-X)

Bir baba için en acı sahnelerden birisi kanından/canından bir parça olan çocuğunun ölümüne tanıklıktır.

Nejdet Sançar bu acıyı yaşamış ve biricik oğlunun ölümünden sonra “Talihsiz  yavrumun, Talihsiz annesine N.S.” ithafıyla başladığı bir dizi mektupla gönlünün sesini kaleme almıştır.

Nejdet Sançar’ın Afşın’a Mektuplar adı ile kitaplaştırılan bu mektuplarından ilk dördünü sizlerle paylaşırken Nejdet Sançar, Reşide Sançar ve biricik oğulları Afşın Sançar’a rahmet diliyoruz.

Ruhları şad olsun.
ÜLKÜ-YAZ

***
Afşın’a Mektuplar

VI

Sevgili Afşin,

Londra’nın bu okulundaki yılını bu mücadeleler ile ta­mamladın. Okula üç ay kadar geç başladığın halde İngilizcede büyük ilerleme kaydettiğin için, okulun «çabuk ilerleme mü­kâfatı»nı kazanmıştın. Sınıf birinciliğini, seni 10 sayı geride bırakan bir Alman kızı kazanmıştı. Fakat onun ders sayısı seninkinden bir fazla idi. Çünkü sen, din dersinden saf dışı edilmiştin. Din dersi ise 20 puvandı. İngilizceyi İngiliz çocuk­ları kadar güzel konuşuyordun. Dükkânlarda veya başka yer­lerde, herhangi bir sebeple, Londralılarla konuştukça, seni İngiliz sanıyorlar, Türk olduğunu söyleyince şaşırıyorlardı. En çok kızdığın şeylerden birisi de buydu. Bir gün bana :

-Ben de İngiliz çocukları gibi aptal mı gözüküyorum? diye sormuştun. Çoğu gözlüklü olan İngiliz çocuklarının, gerçekten, aptal bir dış görünüşleri vardı. Kepini onlar gibi giyip, ağzını onlar gibi açıp İngiliz çocuklarının taklidini ne gü­zel yapar ve bizi ne çok güldürürdün!.

Okulların tatilinden sonra yavaş yavaş hazırlıklara başla­mıştık. Bu hazırlık, arttırdığımız para ile alacağımız öteberi­nin sağlanması idi. Alınacaklar arasında bir de bisiklet vardı. Ancak, Londra’ya ilk geldiğimiz günlerde, arttırabileceğimizi umduğumuz kadar para biriktirmiş olamayacağımız, bu son aylar içinde belli olmuştu. Listedeki büyük parçalardan birini silmek gerekiyordu. Biz silinmesi en uygun eşya olarak elek­trik fırınını bulmuştuk. Fakat sen buna razı olmuyor, kendine ait bisikletten vaz geçmemizi istiyordun. Hem de sadece iste­mekle kalmıyor, şiddetle ısrar ediyordun. Bu fedakârlık bizi çok duygulandırıyordu. Lâkin, sana söz verdiğimiz için bisik­letten vaz geçmemiz imkânsızdı. Esasen alacağımız bisikleti tesbit de etmiştik. Hattâ sen, lâstik vesaire gibi yedek parça­lardan ne kadar alacağını da kararlaştırmıştın.

Bu, senin yuva bağının ilk büyük sınavı idi. Elektrik fı­rınından vaz geçmememiz için yalvardığın günler olurdu. Ve bisiklet-fırın çekişmemiz böylece günlerce sürdü. Seni yüzde yüz razı ettik sayılamaz ama, sonunda listeden fırını sildik.

İngiltere’ye gelirken Marsilya’ya kadar olan yolu vapurla almış, Marsilya-Paris-Londra yolculuğunu da uçakla yapmış­tık. Dönüşümüz ise Marsilya’ya kadar trenle, Marsilya’dan son­rası da yine denizden oldu. Bu suretle birçok yerleri görmek imkânını buldun.

Manş’ı pis bir havada geçmiştik. Vapuru çok sallayan sert dalgalar seni de hayli sarsmıştı. Fakat Fransız topraklarına çıktıktan sonra keyfin geldi. Paris’te en çok Eyfel ile ilgilendin. Cenova’nın o muhteşem mezarlığı da seni çok sardı. Böylece, Türkiye’ye hayli yüklü olarak döndün.

Ortaokulun son sınıfını yine Namık Kemal’de okudun. Arkadaşlarından bir yıl geri kalmıştın. Fakat kazancın kay­bından çoktu. Bu kazancın neticelerini daha sonraki yıllarda alacaktın. Ama talih bırakmadı ki..

Boyun uzamış, sesin kalınlaşmaya başlamıştı. Artık deli­kanlı olmuştun. Boş saatlerinde bisikletinle dolaşıyor, bun­dan çok zevk alıyordun. Bisikletin o kadar güzeldi ki, arkadaş­ların ona «kadilâk» adını takmışlardı.

Kız arkadaşların da olmuştu. Kadilâkınla dolaşırken, kız­ların :

-Bisiklet çok güzel! Ama üstündeki daha güzel!

gibi sözlerle sana lâf atmaları ve buna benzer küçük gö­nül oyunlarını ben annenden öğrenirdim.

Zamanımızın futbol hastalığı seni de sarmıştı. Fenerbah­çe’yi çok severdin. Radyodan büyük maçları takip ederken, Fenerbahçe gol atarsa sevinçten zıplar, evin içinde koşardın.

Fener yenildiği zamanlar da çok üzülürdün.

Sana verdiğim eski spor dergileri koleksiyonlarında be­nim resimlerime rastladıkça, o devirlere ait birçok sorular so­rardın. En çok merak ettiğin Galatasaray ile Beşiktaş’a gol atıp atamadığım idi. Sana naklettiğim bazı hâtıraları büyük ilgiyle dinlerdin.

Ortaokulun son sınıfını iki dersten eylüle kalarak bitirdin. Ve 1958 – 1959 ders yılında Gazi Lisesine devama başladın. Lise hayatınla birlikte millî şuurun ve milliyetçi çalışmaların da renk almaya başladı.

Artık öğretmenlerine, sizlere millî ruh aşılayabilme güç­lerine göre not veriyordun. Arkadaşlarına, Türklük ruhunu uyandırıcı eserler ve bilhassa tarihî romanlar tavsiye ediyor­dun. Sade tavsiye etmekle de kalmıyor, onları kitapçılara gö­türüp birikmiş paralarına göre kitaplar aldırıyordun. Bu su­retle çevrendekilere, bilhassa Atsız’m ve Kozanoğlu’nun romanlarını bol bol okutuyordun.

Mahalle arkadaşlarınızla kurduğunuz kulübe «Bozkurt Spor Kulübü» adını verdirmiştin. Formanız kırmızı beyazdı. Formaların göğsünde kurt vardı. Kulüpte disiplin hayli sertti. Meselâ çalışmalara zamanında gelmeyenler veya oyunda kü­für edenler para cezası ödemeye mecburdular. Toplanan para­lar kulübün ihtiyaçları yolunda kullanılırdı. Kulübün kaptanı idin ama, bu hesap işlerini de sen tutardın. Tuttuğun defterde herkesin bir sayfası vardı. Aidat, bağışlar, cezalar bu deftere mürekkeple işlenirdi. Bu işleri hem zevkle, hem de titizlikle ya­pardın. Konu ne olursa olsun, üzerine aldığın bir vazifeyi bu derece ciddiyetle yapmanı beğenirdim. Bu konuda ençok hoşu­ma giden hususlardan birisi de, disipline aykırı harekette bu­lunduğun zaman kendine verdiğin para cezası idi.

Millî ruhunla birlikte insanlık duyguların da gelişiyordu. Malî durumları pek iyi olmayan arkadaşlarına yardımcı ol­maktan memnunluk duyardın. Bu arkadaşlarının birisiyle, otobüs parası olmadığını anladığın zamanlarda, sık sık, Gazi Lisesi’nden eve kadar yaya gelirdin. Arkadaşını otobüse dâvet edip parasını ödeme yoluna gitmemen, onun gururunun incin­memesi içindi.

Nazik ve kibardın. Büyüklerinle konuşurken aradaki me­safeyi hiç unutmazdın. Bu bakımdan bizi, ne bebeklik yılların­da, ne de daha sonraki devirlerde hiç mahçup etmedin. An­nene ve bana bir kere olsun «sen» dediğini hatırlamıyorum. Bize hitabın daima «anneciğim» ve «babacığım» şeklinde idi.

Paraya karşı en küçük yaşlarından beri gözün toktu. Pa­ra harcayacak yaşa geldikten sonra da huyunu değiştirmedin. Zamanla buna, parası az arkadaşlarının duymaları muhtemel üzüntüleri düşünmek de karıştı. Kooperatif evleri dolayısıyle büyük bir malî yükün altına girmemizden sonra ise daha dü­şünceli bir hale geldin. Sana herhangi bir şey alınması bahis konusu olunca, ,hemen, evin borcunu hatırlar ve hatırlatırdın. Ev borcu ödeninceye kadar benim eskilerimi giymeye dahi razı idin. Kaç kere bisikletini satıp da parasını bankaya yatır­mayı teklif etmiştin.

Ruhun gibi gövden de hızla gelişiyordu. Boyun hayli uza­mıştı. Kuvvetin de artmıştı. O koca bisikleti tek elinle havaya kaldırır ve apartmanın üç kat merdivenini âdeta koşa koşa çıkardın.

İlkokuldan kalma düzenliliğin de geçen yıllarla daha mü­kemmel bir hale gelmişti. Yazılı vazifelerin ve çeşitli dersler­den tuttuğun not defterlerindeki temizlik ve intizam da mükemmeldi. Eksi, artı gibi işaretleri dahi cetvelle çizerdin.

Ortaokulun son sınıfında iki dersten bütünlemeye kalman sana iyi bir ders olmuştu. Gazi Lisesindeki ilk yılını, bu se­bepten, sıkı tuttun ve sınıfını doğrudan doğruya geçtin.

Sınıfını doğrudan doğruya geçersen, annenle birlikte Al­manya’ya bir yaz gezisi yapacaktınız. Almanya’da bulunan Bedriye Yengenden resmî davetiye de gelmişti. Fakat 27 Mayıs hareketinin neticesi olarak o yaz, memleket dışına çıkma yasa­ğı konunca, bu plân suya düştü.

Ama sen, bu plânın suya düşmesine o kadar aldırmamış­tın. Çünkü kendin plânlar kurmakla meşguldün. Bu plân­lar, gece yatağa girdikten sonra kuruluyordu. Uykuyu çok sevdiğin halde hemen uyumuyor, Türkçülüğü yaymak için yollar araştırıyordun. Ve ertesi sabah bana plânını açıklıyor­dun.

Arkadaşlar geldikçe, bizim evde, onda dokuz memleket meseleleri konuşulurdu : Türkçülük düşmanlığı, milliyetçili­ğin uğradığı ihanetler, siyasîlerin ve mevki sahiplerinin gaflet­leri, teşkilâtsızlığımız, parasızlığımız… Sen, bunları yıllarca dinlemiştin. Fakat konuşmaların üzerinde bir tesir bıraktığı­na dair uzun zaman hiçbir belirti görmemiştim. Bu son sene, yaşın dolayısıyle, konuşulanları pek anlayamayacağın yıllarda dahi, belli etmeden akümülâtörünü doldurmakla meşgul bu­lunduğunu göstermişti.

Geceleri kurduğun plânlardan anlaşılıyordu ki, Sana en- çok tesir eden Türkçü cephenin parasızlığı ile milliyetçi der­gi ve kitapların gereği gibi yayılamayışı idi. Türkçülüğe para sağlamak için bisikletini saati birkaç liradan kiraya vermek, tatil günlerinde sokakta satıcılık yapmak gibi tekliflerde bu­lunuyordun. Türkçü yayınları yaymak içinse dükkân açmamı­zı uygun buluyordun. Dükkânda, okul saati dışındaki zaman­larda ve tatil günleri sen ve arkadaşların çalışacağınız için faz­la masraf olmayacaktı. Başta Gazi Lisesi olmak üzere birçok okullardaki çocukların, sen ve arkadaşların dolayısıyle, bizim dükkâna geleceklerini, bu suretle Türkçü dergi ve kitapların da yayılmak imkânını bulacağını umuyordun.

Böylece yazı ettik. Ve siz Almanya gezisine çıkamayınca, yazı geçirmek üzre İstanbul’a, Atsız Amcanlara gittik.

Maltepe’de sakin, dinlendirici ve istifadeli bir yaz geçir­dik. Hemen her gün Maltepe plâjma gidiyorduk. Kısa zaman­da çok güzel yüzme öğrendin. Son bir iki pazar Fenerbahçe’nin like hazırlık maçlarına gitmemiz de seni çok memnun etmişti.

Üzerinde çok müsbet tesir yapan bir hâdise de, Yahya Kemal Enstitüsünü ziyaretimiz oldu. Enstitüye Nihad Sami Banarlı’nın dâvetiyle gitmiştik. Annen, Atsız Amcan, sen ve ben.. Salonun kapısından girince, ziyaretçileri, âdeta Yahya Kemal adına karşılayan :

“Cihan vatandan ibarettir itikadımca”

mısraını hep birlikte okumuştuk. Nihad Sami Banarlı, birçok gencin, hattâ üniversitelilerin, mısraın mânâsını «bütün cihan vatanımızdır» şeklinde anladıklarını söylemiş ve bir ara sana:

-Afşm! Mısraı sen nasıl anlıyorsun? diye sormuştu. Sana bir şey sorulunca, yüzünü bir pembe­lik kaplardı. Bu sefer de öyle oldu. Bir iki saniye düşündük­ten sonra mısraın mânâsını söyledin. Mısraın belirttiği o güzel mânâ ile öylesine dolmuştun ki, Ankara’ya döndükten sonra günlerce uğraşıp güzel bir yazı ile yazdığın mısraı, Londra’dan getirdiğin bir Kıbrıs haritası ve benim bir asker resmimle bir­likte kitaplığının kapısının içine asmıştın.

Ve yazın son sabahlarından birinde motörlü tirenle Hay­darpaşa’dan Ankara’ya hareket ettik. Görünüşte bu, her zaman­ki İstanbul- Ankara yolculuklarından birisiydi. Bizi, Ankara’da en büyük felâketin beklemekte olduğunu nereden bilecektik?

VII

Sevgili Afşin,

Okullar açılmıştı ve sen Gazi Lisesi’nin onuncu sınıfına devama başlamıştın. Evvelki yıllarda olduğu gibi kitapların, defterlerin bezler ile kaplanmış, kalemlerin ve kâğıtların alın­mıştı. Okul malzemeni kitaplığının bir gözüne büyük bir itina ile yerleştirmiştin. Bizi bekleyen, bize adım adım yaklaşan bü­yük felâketten habersiz, birbirine çok benzeyen sakin günleri­mizi yaşayıp gidiyorduk.

1960 Ekiminin ilk günlerinden bir pazardı. 19 Mayıs sıtadyumundaki bir maçtan hava kararırken dönmüştün. Bir keyif­siz halin vardı. Yemeğe oturacağımız zaman bu keyifsizliğin arttı. Ateşin yükseldi. Üşümüş olduğunu sanarak seni yatağa yatırdık. Ertesi gün ateşin devam etti. O sıralarda ortalıkta tifo vardı. Ondan ürkerek doktor çağırdık. Gelen bir dahiliyeci idi. Kesin bir şey söyleyemedi ama, arkadaşı olan Tıp Fakülte­si intaniye doçentinin görmesini tavsiye etti. Birlikte geldiler ve muayeneden sonra tifo olduğuna karar verdiler.

Bu, senin doktorlarla, ciddî bir şekilde, ikinci defa karşı karşıya gelişindi.

İlk karşılaşman 1957 yazında olmuştu. Ortaokulun üçün­cü sınıfına geçtiğin yazdı. Arkadaşlarınla oynarken, apartma­nın kömürlüklerinin üstünden yere düşmüş ve sağ kolunu kırmıştın. Kırık, omuzda olduğundan tedavisi biraz güçtü. Se­ni, Askerî Gülhane’ye götürmüştük. Orada bir müddet yatman gerekmiş ve evden bu ilk ayrılığın on beş gün kadar sürmüştü.

Seni hastahanede bırakıp da gece yarısı eve döndüğümüz ilk gün, annen ile ne kadar üzülmüştük. Ev, bize bomboş, hattâ mânâsız gelmişti. Ama mühim olan senin kolunu yeniden kazanmandı. Buna katlanmaya mecburduk.

Fakat Askerî Gülhane’de yattığın günler geçip gittikçe bu­nun hayli güç olacağını anlamaya başladık. Kolunu askıya al­mışlardı. Sabah ve akşam, sana her gelişimde, asma şeklinin değiştirildiğini görüyordum. Çünkü, vizite sırasında, her dok­tor, kendisinden öncekinin uygun bulduğu şekli beğenmiyor, kolunu başka bir şekilde astırıyordu. Hattâ kolunu çekecek olan ağırlık bile sık sık değiştiriliyordu. Bu yüzden de bir iler­leme olmuyordu.

«Sade ben bilirim!» hastalığının neticesi olan bu tıbbî lâübalilik on gün kadar devam etti. Askerî Gülhane’de sıtaj ya­pan eski talebelerimizle karşılaşmıştık. Duruma çok üzülüyor­lardı. Fakat rütbe dolayısıyle müdahalede bulunamıyorlardı. Onların tavsiyelerine de uyarak, iş büsbütün sarpa sarmadan seni hastahaneden çıkarmaya karar verdik. Fakat:

-Olmaz! Çıkaramazsınız. diyorlardı.

-Hastahaneden çıkmak ancak tıbbın müsaadesiyle olur! diye ilâve ediyorlardı.

Bir gün, ufak rütbeli birkaç doktorla sert bir tartışma yaptım. Talebelerimiz olan asistanlardan öğrendiğim aksaklık­ları birer birer ortaya koyunca bana hak vermek zorunda kal­dılar. Ama, usul gereğince, hastanın çıkmasının imkânsızlığını ilâve etmekten de geri kalmadılar. Nihayet, baş asistan vasıtasıyle, kapısında «DOÇENT» yazılı bir odaya götürüldüm. Ora­daki söz sahibi doktor, İstanbul Lisesi’nden tanıdığım çıktı da seni Askerî Gülhane’den böylece kurtardık. Sonrası hiç de güç olmadı. Operatör Orhan Bumin Bey, büyük bir maharetle ke­miklerini yerli yerine getirip kolunu alçıya koydu. Alçıdan son­ra da Tıp Fakültesi Fizik Tedavi Kliniği’nde bir müddet fizik tedavi görerek koluna kavuştun.

Fakat bu defa iş daha ciddî idi. Çünkü sonunda sadece bir uzvun değil, hayatın bahis konusu idi.

Hastalığının tifo olduğu anlaşılınca, yeni ilâçlarla tedavi­ne başladık. Ateşin çok yüksek seyrediyordu. Doğrusu çok en­dişe ediyorduk. Doktor sık sık durumunu gözden geçiriyordu. Sana en yeni gıda rejimini tatbik ediyordu. Köfte, pirzola ve­riyordu. Bize, eski kılâsik rejime uymadan bir zarar gelmeye­ceğini söyleyenler az değildi. Fakat biz ilme (!) saygı gösteri­yor, Ankara Tıp Fakültesi doçentinin şahsında ilmin son sözü­ne uyuyorduk!

Ay sonuna doğru iyileştin. Evin içinde dolaşabiliyordun. Doçentin tavsiye ettiği bir lâboratuvarda yapılan kan muaye­nen de müsbet çıktı. Hastalığı atlattığın müjdelendi ve okula başlayabileceğin söylendi.

28 Ekim günü okula başladın. Fakat akşam ateşin yüksel­di. Ertesi sabah durumu doktora bildirdik.

Yüksek ateşle yattığın o ilk günlerde, doktor, ayağa kalk­tıktan sonra çok dikkat etmeni, hastalık yenilerse daha çok sarsacağını sık sık söylerdi. Onun için, bu yeni ateşin tifo nüksü olduğunu düşünerek çok üzülüyorduk. Fakat doktor gelip seni muayene ettikten sonra :

-Grip! dedi. Ve grip tedavisine başladık. İki gün süren grip te­davisi ateşi düşürmeyince, doçent uyandı. Hastalığın tifo nük­sü olduğuna karar verdi ve yeniden tifo ilâçlarına sarıldık.

Fakat bizim, büyük felâketin eşiğinde olduğumuzdan ha­berimiz yoktu, ilkinde olduğu gibi, bu sefer de, ilâçlarla ayağa kalkacağını sanıyorduk. Ateşinin, ilk seferkinde olduğu gibi, 40’ın üstünde olmayışı da bize kuvvet veriyordu.

1 Kasım Salı günü akşamı, doktor yine geldi. Muayeneden sonra hayli oturdu. Hastalıkta olağanüstü bir durum görmü­yordu. Belki oturup gevezelik etmesinin sebebi de buydu.

Ben o gece Türk Kültür Derneği’nde bir toplantıya gide­cektim. Doktorun fazla oturması beni geciktirmişti. Toplantı­ya geç gittim ve bu yüzden de gece yarısına doğru dönebildim.

Sizi uyandırmamak düşüncesiyle kapıyı çok yavaş açıp içeri girdiğim zaman senin sesini duydum. Yatak odanın lâm­bası yanıyordu ve durmadan konuşuyordun. Annen yatak oda­mızda ve yatakta idi.

Durumu birkaç saniye içinde öğrendim: Yatma zamanı­nız gelince, sen, abuk sabuk konuşmaya başlamışsın. Annen ya­nına gelince, uykudan kalmaması için yatmasını söylüyor, fa­kat yalnız kalınca yine mânâsız konuşmalara başlıyormuşsun. Başında durmak isteyen anneni ille yatırmak için de:

-Eğer siz yatmazsanız ben öleyim! demişsin. Mecburen yatağa giren annen, dört gözle be­nim gelmemi beklemekte imiş..

Yatağına oturup belki sakinleşir ve uyursun diye bir müd­det bekledim. Lâkin bu, boşuna bir bekleyiş oldu. Bir iki sa­niye sussan, birkaç dakika durmadan konuşuyordun. Birbiriyle bağı olmayan sözler söylüyordun. Daha çok kulüp arkadaşla­rının adını tekrarlıyor, bazan hayalî bir maç oynuyordun.

-Oğlum! Niye böyle şeyler söylüyorsun? deyince bir an kendine geliyor, kısa bir zaman tabii ko­nuşuyor, fakat sonra yine abuk sabuk lâflara başlıyordun.

Dehşete kapılmamak mümkün değildi. Fakat sükûnetimi kaybetmiyor, ne yapabileceğimi düşünüyordum. Saat, gece ya­rısını çoktan aşmıştı. O saatte doktora gidilemezdi. Sabahı etmek lâzımdı.

Bu hal, saat ikiye kadar sürdü. Ne yapsam netice alamı­yordum. Gayretlerim seni uyutabilmek düşüncesi üzerinde top­lanmıştı. Uydurma hikâyeler, hattâ masallar anlatıyordum. Ba­zan bir iki dakika dalıyor, ama uyanınca yine mânâsız lâflara başlıyordun.

Hayalindeki futbol maçı, fasılalarla, devam ediyordu. Sık sık arkadaşlarına bağırıyordun. Arkadaşlarının o anda evlerin­de ve uykuda olduğunu söyleyince de gülüyor, hepsinin yanı­mızda bulunduğu cevabını veriyordun.

-Bak ! Odada bir sen varsın, bir de ben varım! deyince, yine gülümsüyor, arkadaşlarının bazan kapının arkasında, bazan da dolabın içinde olduğunu söylüyordun.

Düşündüğüm ve düşünebildiğim bütün tedbirler boşa gi­diyordu. Hep futbol ile uğraştığını görünce, dikkatini bu ko­nu üzerinde toplamayı düşündüm. Fenerbahçe’den söz açtım. O günkü Fener’den başlayıp yıllarca öncesine kadar uzandım. Ve dikkatini bu konu üzerinde toplayabildim. Seyrettiğim ve­ya oynadığım maçlardan hikâyeler anlatıyordum. Birinci ta­kımda ilk oynadığım maçta dizimle attığım gol, eskiden oldu­ğu gibi, seni yine sardı. Böyle tatlı gol hikâyelerinden sonra, sana, sorular da soruyordum. Aklı başında cevaplar veriyordun. Bazan sen de sorular soruyordun.

İki saattan fazla süren Fenerbahçe hikâyeleri seni tama­men kendine getirmişti. Bir ara, arkadaşlarının kapı arkasın­da veya dolabın içinde olduğu yolundaki sözlerini hatırlattım. Güldün :

-Onlar şakaydı babacığım! dedin. Fakat hiç de şaka değildi. Biraz dalar gibi olup da sonra uyanınca yeniden sayıklamaya başlaman bunu gösteri­yordu.

Sabahı böyle ettik ve erken saatte doktora durumu bil­dirdim. İntaniye doçenti, arkadaşı olan bir asabiye doçenti ile birlikte geldi. İki doçent seni uzun uzun muayene edip duru­munu enine boyuna muhakeme ettikten sonra, korkulacak bir şey olmadığına karar verdiler. Asabiye doçenti seninle konu­şurken, uzak ve yakın geçmişe ait sorduğu sorulara çok ma­kul cevaplar vermiştin. Bir gece önceki abuk sabuk lâfların, şiddetli ateşin neticesi olduğunu söylediler. Doçent, kendisinin de çocukluğunda böyle ateşli bir hastalık sırasında deliler gibi saçma sapan sözler söylediğini anlattı.

Bu sırada senin tabii halini almış olman da bizi biraz rahat ettirmişti. Ankara Tıp Fakültesi’nin iki doçenti tehlikeli bir durum olmadığını söylüyorlardı. İlmin bu hükmünden şüphe etmeye lüzum var mıydı?

Tifo tedavisine devam kararlaştırıldı. Ancak, ateş düşün­ceye kadar sakin kalabilmen için de, ne olduğunu şu dakika­da hatırlayamadığım bir iğne verildi. Bu iğne damardan yapıla­caktı. Başında daimî olarak birisinin bulunması da tavsiye edildi.

Hemen yaptırdığımız ilk iğne dalmanı sağladı. Uyudun. Bu uykunun, ebedî uykuya bir başlangıç olduğunu henüz bile­miyorduk.

O geceyi sabaha kadar başında bekleyerek geçirdim. Dok­torların tahmin ettikleri gibi bir hareket göstermedin. Kendin­den geçmiş olarak uyudun. Sükûna kavuşturmak için yapı­lan iğne, seni, âdeta, ölümün kucağına atmıştı. O kadar ki, er­tesi sabah ikinci iğne yapılırken dahi kendine gelemedin. Bu iğneden sonra ise kendini büsbütün kaybettin.

O akşam gelen intaniye doçenti, serum vermek için hastahaneye kaldırılmanın gerektiğini söyledi. Hastahaneye kal­dırılmanın da bir tehlikeden değil, bu iş için gerekli aletlerin ancak hastahanede bulunmasından ileri geldiğini ilâve etti. Fakat buna inanmak imkânsızdı. Artık yuvamızın üstünde ölüm çanları çalmaya başlamıştı.

Annenle göz göze gelmekten âdeta korkuyorduk. Konuş­maktan da çekiniyorduk. Şuursuz hareketlerle çarşaf, yastık kılıfı gibi şeyleri bir valize doldurmaya başlamıştık.

Kafamda korkunç sorular birbirini kovalıyor, beynimde baykuşlar ötüşüyordu.

Tıp Fakültesi’nin sıhhî imdat arabası gelince seni kaldı­rıp hazırlamaya, giydirmeye başladık. O kadar harekete rağ­men, tamamen kendine gelemiyordun. Hazırlıklar tamam olun­ca seni arabanın sedyesine yatırdık. Şöför, bağlanacak yerleri bağladı. Bir ucundan o tuttu, bir ucundan ben tuttum. Kapı­dan çıktık. Annen, daha önceden hazırladığı suyu, kapıdan döktü. Merdivenleri yavaş yavaş inmeye başladık. Bu sırada sen. gözlerini açıp, kapıya dikkatli dikkatli bakmışsın. Ben, düşmemek için önüme bakmakta olduğum için bunu fark et­medim. Annen, bunu, bir vedâ bakışı gibi mânâlandırmış ve göz yaşlarını tutamamıştı.

Apartmanm üç kat merdivenini bir cenaze götürme yavaş­lığı ile indik. Arabaya yerleşip yola koyulduk.

Ne olduğunu anlamak için etrafı süzüyordun. Araba yol­culuğunu çok sevdiğin için, sana bu konuda sorular sormaya başlamıştım. İlgileniyor, hattâ cevaplar veriyordun. İhtimal, bu gidişi, yaptığın yüzlerce araba yolculuğundan biri sanıyor­dun. Halbuki bu gidiş, başka gidişti. Annenin, babanın yanın­da ölüme doğru gidiyordun.

Tıp Fakültesine böyle geldik ve İntaniye Servisinde iki yataklı bir odaya böyle girip yerleştik!

VIII

Sevgili Afşin,

Ankara Tıp Fakültesi İntaniye Servisi’ne 3 Kasım Perşem­be gecesi geldik. Seni, son saatlerini geçireceğin iki karyolalı odadaki yataklardan birisine yatırdığımız zaman, saat gece yarısına yaklaşmıştı.

Burası Tıp Fakültesi idi. Yani şifa veren, hayat kazandıran bir müessese.. Ve biz buraya şifa ve hayat elde etmek için gel­miştik. Fakat, geldiğimiz geceden çıktığımız saate kadar ge­çen kısa müddet içinde anladık ki, burası sadece isim olarak bir tıp fakültesi servisidir. Burada tıp da, doktor da, insanlık da sadece bir lâftır.

Sana serum yapılacak aletin, başka bir servisten İntaniye’ye getirilmesi için bizden para istediler. Kaloriferleri yanma­yan soğuk binanın içinde bu peşin para isteği, bizim için ilk soğuk duş oldu. Fakültenin bir bölümünden bir başkasına bir alet gelmesi için neden paraya ihtiyaç vardı? Var idiyse bu paranın peşin istenmesinin sebebi neydi? İşimiz bitince kim­seye görünmeden kaçıp gidecek mi idik? Yahut cebimizde o kadar para bulunmasaydı, serum yapılmayacak mıydı?

Peşin parayla gelen bu alet de hayli külüstür bir şeydi. Serumun, damarlarına, dakikada belirli bir mikdar verilmesi lâzımdı. Fakat, külüstür alet ile, o belirli mikdarı ayarlamak mümkün olmuyordu. Damla sayısı ya çok artıyor, ya da çok azalıyordu. Doktorun biri gidiyor, bir başkası geliyor, fakat işi düzene sokmak imkânı elde edilemiyordu. Nihayet, serum şişesinin ağzını alete bağlayan plâstik kısmın bir yeri, annenin bir pensiyle sıkıştırılıp, tıbbın emri ( !) olan mikdara en yakın bir damla sayısı elde edildi.

Serum hayli uzun sürmüştü. Artık sabahı edip viziteyi beklemekten başka yapılacak bir işimiz yoktu.

Soğuk odanın o soğuk havasına dayanabilmek için, insa­nın taş olması lazımdı. Herhalde taşlaşmıştık ki, dayanabili­yorduk

Serum sırasında, sana en küçük bir yardımda bulunabil­mek için çırpınan annen, sabahı senin yanında etmek istiyor­du. Anneciğini, öteki yatakta bir iki saat uyumaya razı edebil­mek için akla karayı seçtim.

Duygularını saklayamayan annenin endişesi, gözlerinden okunuyordu. Ben ne haldeydim, bilmiyorum ama, anneciğin bana o haliyle de kuvvet vermeye çalışıyordu. Son iki gece hiç uyumadığımdan, o gece bir iki saat kestirmem için ısrar ediyor, bekleme sırasının kendisinde olduğunu söylüyordu.

O berbat geceyi tam bir perişanlık içinde geçirdik. Sanki daha evvelki iki geceyi bir saniye dahi uyumadan geçiren ben değildim. Gözlerim sende, hareketlerini takip ediyordum. Sağ kolunu sık sık ileri uzatıyor, sanki bir şeyi tutmak için uğraşı­yordun. Fakat kolunun ileri uzatılırken de, geri çekilirken de daimî şekilde titremesi içimi burkuyordu. O, benim iki elle an­cak kaldırdığım bisikleti, tek elle yerden kesip apartmanın üç kat merdivenini koşar adım çıkartan sağlam kol, bu hale mi gelecekti?

Ara sıra yataktan kalkmak için davranıyordun. Bazan sözle, bazan da elimle hareketini önlüyordum.

Kâinattaki milyonla geceden biri daha böyle sona erdi.

4 Kasım Cuma sabahı, bir gece evvelki kepazelik içinde, seruma devam edildi. Kalbinin zayıflığını, İntaniye Doçenti, evdeki tedavi sırasında öğrenmişti. Bir kalb takviye ilâcı söy­lemiş olacak ki, asistanlardan biri, elinde bir şişeyle geldi. Bir fincana, tentürdiyot rengindeki bir ilâçtan yirmi damla konup sana içirilecekti. Ancak, Tıp Fakültesi İntaniye Servisi’nde bir damlalık bulmak mümkün olmadı. Asistan Bey, şişenin ağzı­na bir kibrit çöpü sokmak suretiyle ilâcı fincana aktardı. Bu işi yavaş yapsa, belki damlaları kontrol altında bulundurmak ve saymak mümkün olabilirdi. Fakat aktarma işini o kadar hızlı yaptı ki, damla sayısı yirmiyi çok aştı. Biraz sonra gelen Doçent, ilâcın yirmi damla verildiğini öğrenince:

-Çok olmuş! dedi. Halbuki sana verilen bu çoktan da çoktu.

Bir şey yiyecek halin yoktu. Hattâ artık tifo ilâçlarını da yutamıyordun. İğneyle damarlarına zerketmek mecburiyeti hâ­sıl olmuştu. Başka iğneler de yapıyorlardı. Rahatsız oluyor, hattâ bazan bağırıyordun. Fakat ne yapabilirdik?

Akşam, büyük bir zorlukla bir şişe süt bulabilmiş ve bi­razını sana kaşıkla içirebilmiştik. Buz dolabına götürülen şi­şeyi, ertesi sabah yerinde bulamadık. Evet, Türkiye Cumhuriyeti Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin İntaniye Servisi’nde, yarım şişe süt, uçup gitmişti. Ve ölümle pençeleşen bir yavrunun tek gıdası olan bir bardak sütü çalan vicdan­sızın kim olduğu da ortaya çıkarılamadı.

Öğleye doğru durumun hayli ağırlaşmıştı. İnsan hayatı­nın o büyük kuvveti ümit, artık bizim için bir dayanak olmak­tan çıkmış gibiydi. Gözlerimizin önünde yavaş yavaş eriyordun. Ve biz, büyük bir acz içinde şaşkın şaşkın, durup bekle­mekten başka bir şey yapamıyorduk.

Annen, sevgili Reşide, bana kuvvet vermeye çalışıyor :

– İçim yanmıyor Nejdet, inşallah yavrumuz kurtulacak! diyordu.

Evet, ümit ümitti. Tıbbın «yaşamaz!» dediği insanlardan kefeni yırtıp hayata dönenler yok muydu?

Hayatları ümitle geçmiş, yıllarını millî ümitlerle tüketmiş insanların, bütün ümitlerini kaybetmemeleri lâzımdı. Biz de etmiyorduk. Ulu Tanrıya dayanıyorduk. Tanrı’nın, seni bize bağışlaması için yakarıyorduk. Ve Tanrı’nın, hayatları koru­makla vazifeli kullarının, kendilerinden şifa bekleyen bir yav­ruya karşı vicdanları ürperten ilgisizliklerini suratlarına çar­pacağına inanıyorduk.

Evet, biz ümitle çırpınıyorduk. Lâkin her geçen dakika ümidimize yeni bir hançer saplıyordu.

Nefes alışın çok sesli bir hale gelmişti. Artık bizi pek tanı­mıyordun.

-Afşıncığım! diye sana yaklaştığım bir sırada, bana bağırdın. Herhal­de beni, iğne yapan veya altını değiştiren ve bu suretle seni rahatsız edenlerden biri sandın.

Bir ara bir şarkı söylemeye başladın. O, titreye titreye ileri geri gidip gelen sağ kolunun eliyle de tempo tutar gibi bir şeyler yapıyordun. Dilin ağır döndüğü için, söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorduk. Acaba ne söylüyordun?

Bu, herhalde bir ölüm şarkısıydı. Yahut bana öyle gel­mişti. Çünkü o dakikalarda ölümden başka bir şey düşünemi­yordum.

Şarkın sona erince biraz sükûnete vardın. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum, bir ara yatağından şöyle bir doğrulmak istedin. Yavaş yavaş yastığına yatırdım ve yanak­larını hafifçe okşadım. Bana bakıyordun. Acaba beni tanı­yor muydun? Sana bir şey söylesem, cevap alacakmışım gibi bir duyguya kapıldım. Ben, seslensem mi, seslenmesem mi diye düşünüp dururken, birden sen bana sesleniverdin :

-Babacığım ! Allaha ısmarladık!.

Bu ne demekti? Acaba biraz önce söylediğin ölüm şarkı­sının bestesiz son kelimeleri mi idi?

İçimde bir şeylerin koptuğunu, bir şeylerin yıkıldığını hissettim. Artık perde kapanıyor mu idi?

Akşam oluyordu. Evden getirilecek bir iki şey vardı. Karanlık basmadan onları alıp getirmek lâzımdı. Seni anne­ciğinle başbaşa bırakıp hastahaneden ayrıldım, içim bir ezik­lik, bir sıkıntı, bir gariplik ile dolu olarak yürüyordum. Fa­külte’nin büyük bahçe kapısından çıkıp Dikimevi’ne doğru ilerlerken hep seni, sen talihsiz Afşin’i düşünüyordum. Kafamda sorular birbirini kovalıyordu. Acaba dönünce seni sağ bulamayacak mı idim? O, elini sallayarak söylediğin şar­kı ne idi? Niçin bana :

-Babacığım! Allaha ısmarladık!.. demiştin?

Gözlerime dolan yaşlar damla damla yanaklarımdan aşa­ğıya yuvarlanmaya başlamıştı. Gayret ediyor, kendimi sıkı­yor, fakat yaşları tutamıyordum. Senin için akan yaşları başkalarına göstermemek için güneş gözlüğümü taktım. Bir oto­büsle Sıhhiye’ye geldim. Oradan yavaş yavaş Kızılay’a doğru yürümeye başladım. Cadde çok kalabalıktı. Şehir, her günkü ahengini yaşıyor, insanlar oradan oraya akıp gidiyorlardı. Sen, adı hastahane olan bir yerde ölümle pençeleşiyordun. Anneciğin, baş ucunda, ıstıraplara gömülü, fakat ümitli, seni bize bağışlaması için. Tanrı’ya yalvarıyordu. Ben, bir kara gözlüğün arkasında gizlemeye çalıştığım yaşlarla, bir cenaze arkasından gider gibi ağır ağır yürüyordum. Yolları doldu­ran bu binlerce insan ise neşe içinde konuşuyor, gülüyor, kah­kaha atıyordu.

İçimde ıstırap, acı, nefret ve kin birbirine karışmıştı.

***

Hastahaneye döndüğüm zaman hava çok kararmıştı. Be­yaz gömlekli doktorlar odaya girip çıkıyorlardı. Bir ara be­yaz gömleklilerin sayısı hayli arttı. İntaniye Doçenti de oradaydı.

-Ne var ? diye sordum. Bağırsağında delinme olup olmadığını tesbit etmek için konsültasyon yapılacağını ve sonra da kan ve­rileceğini öğrendim.

Bir müddet sonra odaya sekiz on kişi doluverdi. Mua­yenen başladı ve hayli uzun sürdü. Bu işin ustası olduğu an­laşılan bir beyaz gömlekli, karnının çeşitli yerlerini bastıra bastıra muayenesini yapıyor, ara sıra diğerleriyle bir şeyler konuşuyordu. O, başı çeken doktor, muayenenin sonunda :

-Gözünüz aydın! Delinme yok. Bu, çok mühimdir! dedi. Acaba, bu, gerçek bir müjde mi idi?

Sonra o yarım yamalak aletle kan verme işine başlandı.

Serum gibi, bu da rahat olmuyordu. Kan fazla gelince alamıyordun. Kanın geri tepmesi, o hava içinde, hiç de gü­zel görünmüyordu. Vücudun, kanı kabul edip etmemesinin mühim olduğunu söylemişler ve kanı rahatça alışını hayır saymışlardı.

Fakat kan, damarlarına, gerektiği mikdardan daima faz­la veriliyordu.

-Bu, bir mahzur değil mi? diye soruyordum. Ama, doktorlar her şeyin iyisini bili­yorlardı. Ve biz, iki zavallı, bekliyor, ümitle bekleyip duru­yorduk.

O ümit yok mu? Fırtınadan kudurmuş bir denizde tutu­nabilecek bir dal parçası bile olsa, ümit, yine ümitti.

Saat gece yansını bulmuştu. Kan verme devam ediyor­du. Nefes alışında eskisine göre bir rahatlık meydana gelmiş­ti.

Kan verilmeye başlandıktan sonra İntaniye Doçenti :

-Nejdet Bey! Afşin’i yarın sabah daha iyi bulacaksınız! demişti. Bütün bunlar ümidi arttırıcı şeylerdi.

Saat, gece yarısını geçtikten sonra, bu ümit verici du­rumu da dikkate alan annen, bana biraz yatağa uzanma tek­lifinde bulundu. Son üç geceyi hiç uyumadan geçirmiştim. Bu gece, dördüncü olacaktı. Herhalde yorgundum ama, uy­kum var da sayılamazdı. Uykuyu düşündüğüm de yoktu. Lâ­kin, dış görünüşündeki iyilik ve Doçent’in sözleri beni bayağı ümitlendirmişti. Annenin ısrarları karşısında, soyunmadan, yatağa uzandım. Bir müddet sonra dalmışım. Bu dalgınlık ne kadar sürdü, bilmiyorum. Annenin :

-Nejdet! Nejdet! Çocuk gidiyor! Kalk! feryadıyle yataktan fırladığım zaman, saat üçü çeyrek geçiyordu.

Şaşkınlıktan açılmış gözlerime ilk çarpan manzara şuy­du : Başın hafif sola meyletmiş, ağzın hafif açık ve gözlerin sabit bir noktaya bakmakta..

Deli gibi nöbetçi doktorun odasına koştum. Doktor, bir gün önce akşam üstü, sen ecelle pençeleşirken, bizim kaldı­ğımız odaya çok yakın nöbetçi doktor odasında iki yılışık hemşireyle kahkahalar arasında dalga geçen asistandı. Çok çabuk gelmesini rica ettiğim halde, sanki inadına yapıyor­muş gibi, bir manda ağırlığı ile hareket ediyordu. Üstüne atı­lıp gırtlağını sıkmamak için kendimi zor tutuyordum. Böy­le bir hava içinde odaya geldik. Yine çok yavaş bir hareketle kalb dinleme aletini göğsüne koydu. Bir iki saniye durduktan sonra aleti çekti. Aynı soğuk, aynı yavaş hareketle yorganı yüzüne kadar çekti. Sonra hiçbir söz söylemeden odadan çı­kıp gitti.

Sen artık yaşamıyordun.

Kâinat başıma yıkılsa böylesine perişan olmazdım.

Anneciğin, sevgili Reşide, bir yandan tekrar tekrar «kelime-i şahadet» getiriyor, diğer taraftan henüz ılıklığını koru­yan bacaklarını, ayaklarını okşayıp öperek :

-Yavrum! Afşınım! diye feryat ediyordu.

Tanrı, senin son nefesini verişini bize göstermek isteme­mişti. Üç gece, sabahı gözünü kırpmadan eden babanın, bu dördüncü gece gaflet uykusuna yatmasının sebebi buydu. Saat üçü on geçeye kadar baş ucunda hareketlerini takip eden annen de, o dakikada bir an dalıvermişti. Bir iki dakika sonra kendine geldiği zaman her şey bitmiş bulunuyordu.

Evet, sözle anlatılması mümkün olamayacak kadar kor­kunç bir gerçek olarak, artık sen yoktun. Ama, bu, düşün­cesi dahi insanı kahreden gerçekle karşı karşıya bulunduğum o anda, beni bekleyen bir vazife daha vardı. Döğünen, çaresiz­lik içinde döğünüp yırtınan, feryat eden anneciğinle meşgul olmak…

O ne korkunç ve çıldırtıcı an ve dakikalardı Afşin.. Oda­nın bir köşesinde, bir ölüm döşeğinde bir sevgili yavru, henüz pembeliği kaybolmayan, yalnız o gök mavi gözleri bir nokta­ya dikilip kalmış olarak yatıyor; öteki köşede, ikinci yatakta, hayatta tek varlığı olan yavrusunu kaybetmiş talihsiz bir an­ne çırpmıyor ve taş kesilmiş bir insan şaşkınlık içinde oradan oraya koşuyor.

Annen odadan çıkmak istemiyordu. Fakat o korkunç ger­çek, o kahredici ölüm tablosu ile karşı karşıya durmakta ne fayda vardı?

Reşide’yi odadan çok güç çıkarabildim. Anneciğin, bir yandan sel gibi göz yaşları döküyor, bir yandan da başımıza yıkılmış kâinatın acısıyle, onun kadar acı sözler söylüyordu. Bu sözlerin bir kısmı Ulu Tanrı’ya sitemler, çıkışlardı.

Tanrı, seni bize, ne acı günlerde vermişti. Seni ne acılar, ne sıkıntılar içinde büyütmüştük. Böyle bir yuvanın tek deli­kanlısı haline geldiğin bir sırada, o yuvayı ebedî bir matem evi haline getirip göçüp gitmen ne demekti?

Annen, hayata ve kâinata bunun için lânetler ediyor, bü­tün kalbiyle bağlı olduğu Tanrısına bu acı ile sitemlerde bu­lunuyordu. Söyledikleri çok acı sözlerdi. Fakat ne kadar da li­rikti !. En taş kalbleri dahi titretecek, en dayanıklı gözlerden dahi yaşlar akıtacak sözler.. Ne kadar yazık ki, o sözlerin tek cümlesini dahi aklımda tutamadım. Aklımda kalan, sadece, sözlerin acılığı, tesirliliği, güzelliği ve bir de, perişan bir ru­hun feryatları olduğu hâlde cümle yapılarının hayret edile­cek düzgünlüğü oldu. Dakikalarca süren o sözleri tesbit et­mek mümkün olsaydı, bu mektuplar, darmadağın cümleler­den meydana gelen bir kitapçık olmazdı. Fakat yazık ki, sade sen sevgili yavruyu, bir tanecik Afşin’imizi değil o güzel, o harikulâde sözleri de, ölüm kadar soğuk o hastahanede bıraktık.

IX

Sevgili Afşin

On altı yıl, iki ay, iki günlük dünya misafirliğin, işte, böy­le başladı, böyle bitti. Halbuki böyle başlamayabilir, böyle de­vam etmeyebilir, böyle bitmeyebilirdi. Eğer bu memlekette vatanseverlik, ahlâk, şeref gibi insanlık fikir ve meziyetleri hâ­kim olsaydı, sen, annenin karnında gıdasızlıktan iyi gelişeme­miş, kalbi arızalı bir yavru olarak doğar ve dertler, üzüntüler, sıkıntılar içinde büyür müydün? Ve yine bu memlekette, dok­torluk, gerçek hekimlerin de şereflerini gölgelendirecek şekil­de, bir gelir kaynağı mesleği haline gelmeseydi, sen başkentin ilim yuvası olması gereken Tıp Fakültesi’nde bu şekilde haya­ta veda eder miydin ve sonradan ölüm sebebin, kulaklara «kalb yetersizliği!» olarak fısıldanır mıydı?

Senin bu kara yazın, bu öksüz vatanın da kara yazısıdır.

***

Seni, hastahanenin ölüleri bekletilen yerine kaldırmışlar­dı. O gecenin geri kalan saatleri, ertesi gün ve gece, pazar sa­bahı orada yattın. Halil Talay Enişten, seni orada gördüğü za­man fenalık geçirdi. Söylediğine göre, yattığın taşın üzerinde bir ölüye değil, uyuyan bir meleğe benziyordun. O kadar canlı idin. Eniştene baygınlık geçirten de bu canlı halindi.

Cenaze törenin de çok hazin oldu. Başta, her yaştan fikir ve dâvâ arkadaşlarımız olmak üzere, seni ve bizi sevenler Hacı Bayram’da toplanmışlardı. İstanbul’dan Sadettin Tezcan Eniş­ten, Samsun’dan Dr. Tevetoğlu gelmişlerdi.

İstanbul’dan Atsız Amcan da gelmişti. Ama, cenazende bu­lunmaya dayanamayacağını anlayarak bir gün sonra… Hayatın nice kasırgalarına göz kırpmadan göğüs germiş; kayalar ka­dar sağlam bir irade, senin tabutunun arkasından yürümek kudretini kendinde bulamamıştı.

Sen, seni sevenlerin ellerinin üzerinde mezara giderken, Amcan, kendisini İstanbul’dan Ankara’ya getiren trende, son­radan kabir taşma yazdırdığımız şu ağıtı kaleme alıyordu:

V E D Â

Ne ümitlerle gelip dünyaya,

En güzel ismi takındın: Afşin!

Böyle erken bırakıp gitme neden?

Kaç bahar, kaç yılı doldurdu yaşın?

Kaldı senden bize bir gamlı sedâ;

Bir vedâdır o seda, sade vedâ!..

Tabutuna, çok sevdiğin ve bebeklikten beri yatağının baş ucunda asılı duran Türk bayrağı sarılmıştı. Tabutun, musal­la taşında iken, bir münasebetsiz, hiç de üzerine vazife olma­dığı halde, buna itiraz edecek olmuş, fakat Ali Çankaya tara­fından susturulmuştu.

Camideki dinî tören tamam olunca, tabutun omuzlara alındı. Polis Koleji’ndeki talebelerim, kapıdan itibaren iki taraflı saf yapmışlardı. Tabutun onların arasından geçerek ilerlemeye başladı.

Senin, ruhunu ulu Tanrı’ya teslim ettiğin andan beri, göz yaşları dinmeyen anneciğin, dışarda bir arabanın içinde idi. Sevgili Afşin’inin eller üstünde son yolculuğuna çıktığını görünce, arabadan inmek için davrandı. Yanındakiler bırak­mak istemediler. Fakat tutamadılar. Annen, tarifi imkânsız bir perişanlık içinde yere atladı:

-Afşin’im! Yavrum Afşin’im! diye feryat ediyordu. Herkesin gözleri dolmuştu. Sesli sesli ağlayanlar, hıçkıranlar vardı. En metin dostların dahi gözleri yaşlı idi. Senin için ağlanmazdı da ne yapılırdı?

Mezarlıktaki fasıl daha yürekler parçalayıcı oldu. Ne acı­sına dayanılmaz anlardı o dakikalar.. Annenle baban, iki ka­ra talihli, kahroluyorduk. Fakat devrilip gidemiyorduk. Bu kara perde sonuna kadar inse de, “arkasında güneş doğma­yan büyük kapı”dan el ele beraber geçsek, kıyamet mi ko­pardı?

Tabutun, mezar denilen o korkunç çukura indirilirken, annen, senden sekiz on adım ötede hıçkırıyordu. Ben, meza­rın başında, şuursuz bir yaratık gibi, bir taş parçası gibi sop- soğuk ayakta duruyordum. Her şey tamam olup da, beton ka­pak üstüne çekilirken, titreyen bir sesle:

-Güle güle Afşin! dediğimi hatırlıyorum. Bu, senin hastahanedeki son sözü­ne cevaptı.

Ve sonra, ebedî yuvanın üstüne, ebedî vatanın toprakları atılmaya başlandı. Bu iş de birkaç dakikada tamam oldu. Ar­tık sen, o «bitmeyen sükûnlu gece»deydin.

***

Annenle hayatta yapayalnız kalmıştık. Artık meyvesiz ve onun için de mânâsız ağaçlardan farksızdık.

Bize, çocukluğundan beri :

-Herkesin kardeşi var da benim niçin yok? diye sorardın. Sana, başka birçok şeyler gibi, bunun se­bebini de liseyi bitirdikten sonra anlatacaktım.

Seni, ne güç şartlar altında büyütmeye çalıştığımızı, an­cak ruh âleminde öğrendikten sonra, niçin birlikte oynaya­cak kardeşlerin bulunmadığını da anlamış olacaksın.

1944 ihaneti ve sonrası, bu memlekette milliyetçiliğin, kimbilir ne kadar zaman, bir ateşten gömlek olarak kalma­ya mahkûm olduğunu göstermişti. O büyük ihanet, ağır ya­ralarla geride bırakıldıktan sonra da, ufuklar, hiçbir zaman, güzel yarınlar ümit ettirecek renklere bürünemedi. Bu yo­lun şuurlu ve gönüllü yolcuları, ihanetin ve zulmün her tür­lüsünü göğüslemeye elbette razı idiler. Fakat ya hiçbir şey­den haberi olmayan günahsız yavrular?..

İşte senin kardeşlerin bunun için olmadı Afşin. Sen, göz­lerimizin önünde canlı ve acı bir misal gibi dolaşırken, biz, yeni masum yavruları aynı ıstırabın kucağında görmeye nasıl cesaret edebilirdik?

Bize düşen, Tanrı izin verdiği takdirde, seni, iki üç ço­cuğun yerini tutabilecek bir er kişi olarak yetiştirmeye çalış­maktı. Ve eğer kara talih, o nâmert çelmeyi takmasaydı, bu, böyle olacaktı.

***

Yuvamızı, yıldırım çarpmış gibi perişan eden ölüm ha­beri memleketin çeşitli yerlerindeki dost ve tanıdıklarımıza yıldırım hızı ile ulaşmıştı. O sıralarda yazı yazmakta oldu­ğum Kudret ile Ankara’nın diğer iki gazetesinin, Ankara ile Öncü’nün, haberi vermelerinin bunda rolü büyüktü. Evimize, günlerce telgraf ve mektup yağdı. Bize yeniden gözyaşları döktürten telgraflar ve mektuplar.. Dr. Muharrem Ergin, telgra­fında : «Yıldırımla vurulmuşa döndüm» diyordu. Çilesi dolmayan sevgili Said Bilgiç, Yassıada’dan: «Melek tabiatlı Af­şin’in ufulü dolayısıyle duyduğum teessür hudutsuzdur.» diye başlayan mektubu ile acımıza katılıyordu. Nihad Sami Banarlı: «Onun asil ve temiz ruhunu kendi katma aldığına inandığımız ulu Tanrı’dan aziz ve temiz Afşin’imiz için büyük rahmet ve mağfiret diler, beklenmez acınızı bütün kalbimizle paylaşırız!» diye bize teselli vermeye çalışıyordu. Darendelioğlu : «Şu an­da sizi seven ve tanıyanların üzüntüsü sonsuzdur» derken, fi­kir âilemiz yönünden bir gerçeği dile getiriyordu. Zeki Velidi Togan hocamız, kaybını, «uğradığınız büyük musibet..» diye adlandırıyordu. Dr. Zarif Bey Amcan, Nazilli’den gözyaşlarıyle kaleme aldığı mektupta : «Aslan gibi, ceylân gibi Afşın’cık sîzleri ve bütün sevdiklerini sonsuz acılara garkederek uçup gitti ha..» diye hayret ve acısını ifade ediyordu. Bedriye Yen­gen, Almanya’dan : «Hayatın tatsız olduğu muhakkak ama, sevgili Afşin’imiz için bu, pek, pek erkendi» diyor ve : «Allah bize bunu revâ görmemeli idi!» demekten kendini alamıyordu. Arif Nihat Asya, Kıbrıs’tan : «Sevinçleriniz sevincim, öfkeleri­niz öfkemdi; acılarınız acımdir aziz kardeşlerim» diye yazı­yordu.

Bütün dostlar böyle şeyler yazıyorlardı Afşin..

Ve senin için yazılanlara, Toprak dergisinin 73. sayısında­ki yazılar da eklendi. Amcan’m «Vedâ» şiiri, ilk defa orada çıktı. Zeki Sofuoğlu Amca’nm “Afşin’in Ardından” başlıklı yazısı orada yayınlandı. Sofuoğlu, senin için şunları yazıyordu:

«Henüz 16 yaşında olmasına rağmen şuurlu vatanseverli­ği ve milliyetçiliği ile temayüz eden Afşın Sançar..»

Heyhat.. Ankara gazetesi istihbarat şefi Metin Kumal’ın hazırladığı ölüm haberine, bu satırları ilâve ettirmek “Zeki Açma”na düştü Afşın… Alın yazısı böyle mi yazılmış Afşın? Hayatının ilkbaharını yaşayan yemyeşil bir filiz, gencecik bir fidan iken sen geçip gidecek ve geride kalan bizler, analar-babalar, amcalar-teyzeler, ağabeyler ablalar ardından ağlayıp gözyaşı mı dökecektik? Senin için mersiyeler yazacak, siyah çerçeveli ölüm haberleri mi kaleme alacaktık?

İncecik, gencecik, körpecik fidan Afşin’imiz! Sen, yal­nız, çok sevgili «anneciğinin», «babacığının» değil, aynı kut­lu ülküye bağlanmış büyük bir ailenin de evlâdı idin. Bozkurtlar arasına katılmış «yavrukurt» sendin. Gönüllüler ka­filesinin, ülkü erlerinin «Genç Osman» ı sendin.

Sen, almakta olduğun eğitim ve öğretimle, teneffüs etti­ğin «Tanrıdağ» havasıyle, içinde serpilip büyüdüğün «Ötüken» iklimiyle, «çekirdekten yetişme» adsız bir ülkü eriydin.

Seni, bir yılımızı beraber yaşadığımız Londra’da daha yakından tanıdım. Sen, Avrupa’da aklını şaşıran, benliğini kay­beden, millî şuurdan yoksun, aşağılık duygusuna kendini kaptırmış sözde aydınların yüzsüz suratlarına indirilmiş ne kuvvetli bir şamardın! Dünyaya hümanizm, hak ve hürriyet dersi veren hodgâm Avrupalıyı o ince zekân ve sağlam millî şuurunla ne güzel anlıyor, anlatıyordun! Senin üç dört misli yaşında olan sözüm ona bir yığın münevver, şuur ve muhake­me yoksulu bir hayranlık içinde dinimizi de, milliyetimizi de, kadîm medeniyet ve kültürümüzü de hor görür, tezyif ve is­tihfaf eyleme yolunu tutarken, senin millî duyguların âdetâ bileniyor, şuurun çelikleşiyordu. Tevfik Fikret’in oğlu Halûk Avrupa’dan neyi getireceğini bilmemişti, bilememişti. Ama sen, bu aziz vatanın eksiği nedir, neye muhtaçtır, çok iyi an­lamıştın.

Baban ve annenle birlikte, Marylebone’deki Ali Soul’s School’a seni nasıl kaydettirdiğimizi, Oxford Street’teki George West mağazasından mektep üniformanı, lâcivert ceketini, kepini, kaşe pantolonunu, çantanı nasıl aldığımızı bugün ol­muş gibi hatırlıyorum.

Arada sırada mektebe uğrar, seni alırdık. Veya Oxford Circus’taki bir mağaza önünde mektep dönüşü hep beraber buluştuğumuz da olurdu.

Mektepteki davranışların, şuurlu bir Türk çocuğunun davranışlarıydı. Mütecaviz İngiliz veletleriyle, Kıbrıslı Rum palikaryalarıyle yılmadan mücadele ediyordun. Türkiyeli ve­ya Kıbrıslı Türk öğrencilere millî şuur telkinlerinde bulunu­yor, onların şeref ve haysiyetlerini, haklarım koruyordun. Hıristiyan usulünce, avuç avuca ellerini önüne kapayarak dua etmeyi şiddetle red ve müslümanca ellerini yukarıya açarak bildiğin duaları okumakta sonuna kadar ısrar etmiştin. En nihayet, bu ısrarın karşısında, başöğretmenin mecbur kaldı ve seni sabah duasından menetti. Mutaassıp İngiliz, bu farklı dua tarzına bile tahammül edememişti.

Hele, kirli yemek masası üzerine yemek çatalını illâ koy­manı isteyen İngiliz öğretmene verdiğin temizlik dersi. Türk­lük şuurunun İngiliz gururuna indirdiği ne mükemmel bir dar­be olmuştu. Sen, her anında Türklüğü, Türklük gururunu ya­şıyor, yaşatıyordun. Ve Londra’dan şuur ve gururun daha da bilenmiş, daha da berraklaşmış bir Türk çocuğu olarak dön­dün.

Artık çocukluktan ilk gençlik çağma girmekteydin. Sesin çatallanıp kalınlaşmıştı. Sende, bu çağlarını yaşayan ekseri gençlerde görülen terbiye ve ahlâk gevşemesinden, isyankârlıktan eser yoktu. Bilâkis, gün geçtikçe ve gençlik psikolojisi üzerine her gün biraz daha çöktükçe, bir karakter adamı ha­line geliyordun. Nitekim, Gazi Lisesi’nde okurken, kaptanı bulunduğun futbol takımına sigara içenleri veya küfür edenle­ri almıyor; seninle birlikte bulunanlara, muhitine ahlâkî tel­kinler yapmaktan geri kalmıyordun.

Bütün bu küçük, fakat çok mânâlı davranışların, gelece­ğin hakkında «anneciğine», «babacığına» ve yakın dostları­na, hepimize ne güzel ümitler vermekte idi.

Lâkin, eyvah, şimdi bu güzel ümitler, bir tutam menekşe gibi soldu gitti ; hayal oldu, rüya oldu, geçti gitti!

Çekingen, yumuşak, terbiyeli, masmavi bakışlar.. Nârin, bir endam… Ürkek ceylân yavrusu gibi davranışlar… Çocuksu ilk gençlik duyguları… Ve 1960 yılının 5 Kasım Cumartesi saat 3 ü 15 geçe gelip çatan ölüm… Bilmem ki, Azrail, bu taze filizi nasıl kırıp kopardın? Bu incecik fidana nasıl kıydın?.

Ve kara toprak… Ah, hele sen kara toprak! O şeffaf pem­be teni, sümbül menekşe gözleri nasıl kucaklayıverdin? Sakın, Afşin’imizi incitme, korkutma, hırpalama kara toprak…

Afşın! Anadolu dağlarının zirvesi efkârlı, doruğu poyrazlı, düzlüğü serindir. Dereler, ırmaklar akar Akdeniz’e doğru, Karadeniz’e doğru, Hazar’a doğru. Güller sümbüller açar, bülbül­ler ötüşür bahçelerinde… Tepeliğinde, yaylağında bozkurtlar; sarpında, uçurumunda alageyikler seğirtir. Günler, aylar, mev­simler, yıllar gelir geçer… Ay ışıtır, güneş ısıtır bu mübarek     topraklan… İşte sen, «şühedâ gövdesi dağlar, taşlar» la çev­relenmiş, sıkınca «şühedâ fışkıracak» kutsal topraklarda yatı­yorsun, şimdi. O topraklar ki, «binlerce kefensiz yatanı» kara bağrına basmış. Alelâde bir toprak değil o…

Sonra Afşin, şunu unutma ki, kara topraktan geldik, yine kara toprağa gideceğiz. Bedenler çürür, ufalır, vatan toprak­larına karışır, gider… Lâkin, ruhlar ebedîdirler. Ve ebediyet diyarında ezelden ebede yaşar dururlar. Şimdi senin sevimli, cana yakın ruhun da orada, o diyardadır.

Dedelerin, ninelerin hep oradadırlar. Tarihine şeref ve­ren anlı şanlı ataların oradalar. Sen ki, tarihini bilen, aslım bilen bir Türk çocuğu idin. Onları tanımaman, bilmemen mümkün mü? İnan bana Afşın, orada asla yabancılık hisset­meyeceksin. Bizler de, hepimiz er geç oraya geleceğiz. Orada buluşacağız.

“Bizi orada bekle, e mi Afşin?»

Ve sonra vefalı dost Refet Körüklü’nün :

“Yüzün güz yaprağından sarı ;

Peteği terk etmiş bal yapan arı ;

Ölümün gezinmiş alnında dudakları ;

Neden bırakıp gittin Afşin’im

Seni senden çok seven

Şu ak saçlı dostları?

Yürekler yaralar Afşin’im yasın..

Bayrağa sarılı tabutunla

Gönüllerde Afşin’im dalga dalgasın…”

gibi hazin mısralarla seni andığı «Allahaısmarladık» başlıklı şiiri..

Ve nihayet, kaybından çokaz zaman önce, bize :

-Afşin, ne zaman aramıza katılacak? diye soran üniversiteli ağabeylerinin, ülkümüzün o yiğit çocuklarının, “Kür Şad’ın Torunu İçin” başlığı ile yazdıkları: «Senin için yazdığımız bu ilk yazı, ardından söylenmiş bir ağıt olmamalıydı, Afşın! Sen, tarihî düşmanlarımızla Çin Şeddi önlerinden başlayıp Viyana kapılarına kadar ulaşan mücadelemizin gene hararetlendiği şu günlerde bizi bırakmama­lıydın.»

diye başlayan ve :

“Afşın! Kurt başlı bayrağı yüceltmek, bozkurt soyunu muzaffer kılmak için ölenlerin torunu! Onlara selâm götür bizlerden. Deden Kür Şad’a de ki. o dünyada bıraktıklarım sizlere lâyık olmak, alınlarından öpülebilmek için çalışıyorlar. Güle güle git sevgili Afşın.”

diye biten ağıtları…

X

Sevgili Afşin,

Sana şu son mektubumu yazmakta olduğum sırada, bü­yük felâketimizin üzerinden iki yıldan çok bir zaman geçmiş bulunuyor. Ve biz, kâinatın daimî akışı içinde, yuvarlanıp gitmeye devam ediyoruz.

Senin için yaptırdığımız daireye sensiz girdik. Kitaplığın, odanda, son defa yerleştirmiş olduğun şekilde düzenlenmiş bulunuyor. Bisikletin, üstü örtülü durmakta. Yalnız karyolan yerinde değil. Ve annenle baban, böyle boş bir evde, öylesine mânâsız günler geçirmekteler.

Seni toprağa verişimizden üç ay kadar sonra, sağ ba­cağımın felç oluşu, başka bir dert oldu. Ve kaderin şu acı cil­vesine bak Afşin: Tedavim, Tıp Fakültesi Fizik-Tedavi Kliniği’nde oluyor. Bu klinik ile senin sağ girip ölü çıktığın İnta­niye yanyanalar.. Ve ben, iki yıla yakın bir zamandan beri, haftada üç gün, seni mezara götüren o soğuk yapının önünden geçiyor ve hâtıraların bulunan Fizik-Tedavi Kliniğinde saatler öldürüyorum.

Senin için kaleme aldığım ve Toprak dergisinde yayınla­nan yazımda : «O, ailemizi ve büyük bir dost grubunu Afşın’sız bırakıp gitmeseydi, kuvvetle umuyordum ki, babasının birkaç yazı yazabilmekten ileri gidemeyen Türklük hizmetini, çok daha faydalı şekilde yapabilecekti..» demiştim. Heyhat ki, senin, milletimize ve vatanımıza borçlu olduğun vazifeyi yap­maya çalışmak da, artık bize düşmüş bulunuyor.

Adına tertiplediğimiz yazı müsabakası, bu vazifenin bir kısmıdır Afşin. Bu müsabakanın birincisi, tahmin ve ümidimizin üstünde bir ilgi gördü. Ve sen, yaşayıp yapamadığın bir kutlu vazifeyi, vatan topraklarına karıştıktan sonra yapmaya başlamış oldun. Senin yaşlarında ve senin yolunda olan kar­deşlerinden birisi, Memduha Alıcı, bu hizmetini, müsabakada derece alan yazısında ne güzel belirtmişti: «Bu bakımdan bi­ze böyle bir yardımda bulunarak asil milletimize lâyık bir gençlik olmak için ne yolda hareket etmemiz lâzım geldiğini, değişik dimağların değişik fikirlerinden faydalanarak bul­mamızı sağlayan Afşin kardeşimiz, ölümünden sonra bile, yaptığı faydalı işlere devam etmiş oluyor..»

Tanrı izin verirse, bu yazı müsabakası her yıl devam ede­cektir.

İlk kitabı bu mektuplar olan «Afşın Yayınları» da, senin, 14 yaşında gönül verdiğin büyük dâvâya, bir başka hizmetin olacaktır. Bu seride Türk milliyetçiliğine ait kitaplarla edebî, tarihî eserler ve benzerleri yer alacaktır. Tanrı bize birkaç yıl daha ömür verirse, bu serinin, bizden sonra da devamını sağ­layacağımızı umuyorum.

***

Seni düşünmediğimiz bir an olmuyor Afşm. Gündüz ha­yalimizde, gece rüyalarımızdasın. Acın, bütün yakıcılığıyle içi­mizde, Duvardaki büyük resmin, Zeki Sofuoğlu Amca’nın deyi­şiyle «ürkek ceylân yavrusu gibi» ve «çekingen, terbiyeli, mas­mavi bakışlar»la, sanki:

-Beni niye yaşatamadınız? der gibi hep karşımızda.. Ve dünyada iki garip gibi bırak­tığın annenle babanın, artık, tek tesellileri, sana, o bilemedi­ğimiz ebediyet âleminde kavuşma ümidi..

Soframızda da hep bizimlesin. Kahvaltılarda, gözlerinin rengindeki çay bardağın; yemeklerde tabağın, bardağın, çata­lın, kaşığın hep yerinde.. Yalnız iskemlen gibi bardağın ve ta­bağın da boş.. Ve bu, hep böyle devam edecek Afşin. Bu boş tabaklar ve bardaklar bir gün ikileşinceye ve nihayet sofrayı kuracak el kalmaymcaya kadar..

Sana daha ne yazayım?

Senin bana söylediğin son sözler, benim de sana son söz­lerim olsun:

-Allaha ısmarladık, Afşın’cığım!…

Ankara, 16 Mart 1963

KAYNAK: Nejdet SANÇAR, Afşın’a Mektuplar, Afşın yayınları.