Kenan EROĞLU: Ziya Gökalp ve Küçük Mecmua

Ziya Gökalp ve Küçük Mecmua 

Ziya Gökalp ve Küçük Mecmua

Kenan EROĞLU

Ziya Gökalp konusundaki yazımıza kaldığımız yerden devam ediyorum.

Büyük fikir adamımız olan Gökalp’ın memleket için gösterdiği gayretleri göz önüne serme amacı gütmekteyiz. Ümidimiz bir kişiye örnek olur da memleketimizin asıl meselelerine eğilmeye vesile olmuş oluruz.

Daha önceden de belirtmiştim. Bu yazılarımızda Ziya Gökalp’ın fikirleri üzerinde pek durmuyoruz. Bir “Fena fi-d-devle” olmuş insanın, yetişme tarzı, fikir ve tefekkür hayatı, verdiği mücadeleler. Bu mücadele sırasında karşılaştığı zorluk ve engellerin yanı sıra vefatının ardından kendisine yapılan vefasızlık ve yanlışları da gözler önüne sermeye gayret ediyoruz.

Şimdi sizlere Ali Nüzhet Göksel’in (Ziya Gökalp’ın büyük damadı) Diyarbakır’da çıkarmaya başladıkları “Küçük Mecmua”nın çıkarılışında karşılaştıkları zorlukları ve mecmuanın hikayesini aktarıyorum.

***

«Küçük Mecmua>>

“”Z. Gökalp bir taraftan «Gece Dersleri»yle uğraşıyor vakit buldukça «Gençlik Derneği»ne gidiyor, oradaki gençlerle görüşüyor, Derneğin faaliyetlerini gözden geçiriyordu. Fakat, bütün bu çalışmalar onu tatmin edemiyordu. O, kafasında alev alev yanan fikir meş’alesini daha büyük sahalara yaymak istiyordu. Esasen bu dar çevre için Ziya Gökalp’ın fikir ışığı pek fazla geliyordu. O durgun ve sâkin görünen insandaki bu bitmez, tükenmez feyiz kaynağı, bir bahar yağmuru gibi bereketli olduğu için, bu dar Diyarbekir muhiti ona yetmemeğe başladı. Bu hakikati gören Gökalp, bir mecmua çıkarmak kararını verdi. Bu mecmua yoluyla fikirlerini yalnız Diyarbekir gençliğine değil, bütün memleket aydınlarına yaymak lüzumunu hissetti.

Bu sıralarda 1922 Mayısında Matbuat Umum Müdürü olan arkadaşı Ağaoğlu Ahmed Beğ’e bu mecmua meselesini yazdı. O da verdiği cevapta, böyle bir organın Ziya Gökalp tarafından neşrini Mustafa Kemal Paşa’nın da memnuniyetle karşıladığını bildirdi. Ayrıca, mecmuanın her sayısı için, matbaa, kâğıt ve işçi masraflarını karşılamak üzere üç yüz lira göndereceğini ve ilk 300 lirayı Osmanlı Bankası vasıtasiyle Gökalp’ın adına çıkardığını, yazdı. Fakat bu maddî yardım, ilk ve son oldu; bir daha Matbuat Umum Müdürlüğü’nden para gelmedi. Bu para ile işe başlanacaktı.
16 Mayıs 1922 günü akşamı idi. Biz birkaç arkadaşla Diyarbekir Belediye Bahçesinde oturuyorduk. Gökalp’ın küçük kardeşi Sıdkı Beğ, yanımıza geldi. Biraz konuştuk. Sonra bana, «Ağabeğim, sizi görmek istiyor», dedi. Ben hemen arkadaşları bırakıp kalktım. Ziya Beğ’in selâmlığına gittim. Hizmetçi vasıtasıyla geldiğimi haber verdim. Birkaç dakika sonra Ziya Beğ geldi:
«- Bir mecmua çıkarmayı düşünüyorum, size de bu işte vazife vermek istiyorum», dedi. Ben de, vazifenin şeklini ve adını düşünmeden, memnuniyetle kabul edeceğimi söyledim. Bunun üzerine Gökalp, biraz düşündü. Birkaç dakika gözü daldı. Nihayet anlatmaya başladı:
“Mecmuanın adını düşünüyorum” diyerek, «Yeni Mecmua» ve «Mefkûre» adları üzerinde durdu. Bu ikisinden «Mefkûre» adını tercih etti Aramızda yapılan bu konuşmalardan o zaman anladığıma göre mecmuanın yazılarını Gökalp yazacak, ben de mecmuanın idare işleriyle uğraşacaktım. Bu işin zorluğunu biliyordum. Fakat, Ziya Gökalp’la sık sık temas etmek, onun hususiyetlerine nüfuz eylemek, fikirlerinden bol bol faydalanmak imkânlarını veren bu vazifenin, ağırlığını ne kadar çok olursa olsun, seve seve ona katlanacaktım.
Ziya Beğ’den ayrılıp eve geldim. Kendi kendime: Hayat bir sürü tesadüflerle doludur; yıllarca eserlerini okuyup, fikirlerine hayranlık duyduğum bu büyük adamla kim bilir ne zamana kadar bu mecmuanın atmosferi içinde beraber yaşayacaktık? Ne ise, o geceyi bu mecmuanın heyecaniyle geçirdim. Sabahlayın Vâli Hasan Mazhar Beğ’e Gökalp’ın yazdığı istida ile müracaat ettim. Vâli: «Mefkûre, Mefkûre» diye birkaç defa mecmuanın adını tekrarladıktan sonra durdu, biraz düşündü ve:
– Üstada hürmetlerimi söyleyiniz, bu «Mefkûre» isminden kimse birşey anlamaz, nitekim ben de mânasını anlayamadım; mümkinse bu ismi değiştirsinler», dedi. Ben ona «mefkûre»yi izah etmeğe çalıştım. Fakat o, sözünde inat edip durdu. Oradan ayrılıp Ziya Beğ’in evine gittim. Durumu anlattım. O da, gülerek:
«— Mecmuanın adı «KÜÇÜK MECMUA» olsun; herhalde Vâli Beğ bunun mânasını anlar, değil mi,» dedi. Tekrar Vâliye gittim. O da «Küçük Mecmua» ismini kabul etti. Ve, bugün aslını «Ziyagökalp Müzesine vermiş bulunduğum resmi pullu ve imzalı şu müsade ilmuhaberini aldım:
1 Unvan: Küçük Mecmua

2 Mahall-i neşri: Diyarbakır

3 Münderecatı: İlmî, Edebi siyasi, Iktisadî.

4 Evkaat-i nesir: Haftada bir def’a Pazartesi günleri (hurûfat gelmezse şimdilik onbeş günde bir)
Müsted’isi: Diyarbekir Memedin Mahallesinde, mukim Devlet Aliyye tebaasından Tevfik Efendi zade Ziya Gökalp Beğ.
Müdir-i Mes’ul: Diyarbekir Memedin Mahallesinde, mukim Devlet Aliyye tebaasından Tevfik Efendi zade Ziya Gökalp Beğ

Ne lisanda: Türkçe.

Bâlâdaki izâhật dâiresinde Diyarbekir’de bir risale-i mevkuute neşredeceğine dair Diyarbekirli Tevfik Efendi zade Ziya Gökalp Beğ tarafından mu’ta 17 Mayıs Sene 338 tarihli bir kıt’a beyânnamenin alındığını mübeyyin işbu ilmü-ü-haber. Matbuat Kaanûnunun üçüncü maddesi mucebince mûmâileyhe i’tâ kılındı.

17 Mayıs 338(1922)

Diyarbekir Valisi Hüseyin Mazhar

Bu resmî muameleden sonra, işe başladık. O zaman Diyarbekir’de yalnız bir Vilâyet Matbaası vardı. Bu matbaa, haftada bir Vilâyetin resmî gazetesi olan «Diyarbekir»i çıkarırdı. Matbaada bir Müdür, bir Muhasip, iki de mürettip vardı. Kırık dökük «kâr-i kadîm» bir makine, aşınmış hurufat, iki küçük çalışma odası, eski iki masa, yırtık iki koltuk, birkaç tane de sandalya vardı. İşte «Küçük Mecmua» burada basılacaktı. Ziya Beğ birinci sayı için yazı hazırlıyordu. Matbaanın bu hazin durumu onu ilgilendirmiyordu. O her şeye rağmen «Küçük Mecmua»yı çıkaracaktı. 20 Mayıs 1922 de Ziya Beğ, «Küçük Mecmua»nın yazı ailesini kurmak için (sonradan Diyarbekir Mebusu olan) Şeref (Uluğ), İhsan Hâmid (Tigrel), (sonradan İstanbul’da Maliye Murakıbı olan) Matbaa Müdürü Ali ve Ali Nüzhet (Göksel)i evine dâvet etti. Orada bize, çıkaracağı mecmua hakkında izahat verdi: Mecmuanın dili sâde Türkçe olacak, şiir ve hikâyelerde daha çok halka ait konular işlenecekti. Aramızda işbölümü yaparak, halkın örf ve âdetlerini, masal ve manilerini, şifahi destan ve koşmalarını, bilmece ve atasözlerini, tarihi bina ve eşyaları, çeşmelerde ve surlardaki kitabeleri, eski medreselerin halk arasında yaşayan tarihçelerini, menkıbeleri toplayacaktık. Gökalp da bize, bunları toplamanın metodlarını öğretecekti. Bu karardan sonra oradan ayrıldık.
Biz dört arkadaş, ilk sayı için şu yazıları hazırlayıp Gökalp’a verdik: Şeref Beğ «Apostol’un Meyhanesi», Ihsan Beğ «Nezir’in Karısı», Matbaa Müdürü Ali Beğ «Kara Bir Düşünce», ben de «Ömer Seyfeddin» hakkında bir fikra.. Bunları alan Ziya Beğle verilen kararımıza göre, 24 Mayısta Matbaada tekrar toplanacak, sunulan bu yazılarımız hakkında konuşacaktık. Hepimiz o günü heyecanla bekliyorduk. Nihayet o gün geldi, Matbaada toplandık. Ziya Beg de geldi. Elinde iki tomar yazı vardı. Gökalp gülerek, önce Şeref Beğ’in yazısından sözaçtı:

“Ben size, halka dair yanının derken, Apostol’un Meyhanesi’ni yazınız demek istemedim, Hem, bu yazı ne bir hikâyedir , ne de bir tetkiktir”, diyerek yazıyı Şeref Bey’e iade etti. Bundan sonra Matbaa Müdürü’nün «Kara Bir Düşünce» adlı yazsına döndü:
“Siz de pek bedbinsiniz, ifadeniz ise pek eski. Daha gençsiniz, yeni eserleri okuyunuz ifadenizi sadeleştiriniz», dedi. Onun yazısını da geri çevirdi. İhsan Begʻin hikâyesiyle benim yazımı, birinci sayıda neşredilmek üzere bana verdi. Sonra da, hazırlamış olduğu «Çınaraltı», «Refah mı, Saadet mi», «Türkler’le Kürtler» makaleleriyle ”işçi Kızı” imzasıyla olan ve iktisadi Vatanperverlik» manzumesini verdi. Bunlardan başka, altı maniyi de toplayıp “Halk Türküsü” başlığıyla koyarak birinci sayının yazısını tamamladık.
Ziya Beg’in bu dört yazısından Çınaraltı» adlı başmakale, kendi inziva hayatında yazdığı fikirle şiiri birbiri içinde eriterek bu münzevi filozofun düşüncesinin ilkidir. Ondan sonra, 1924 te «Cumhuriyet» gazetesinde de ayni başlık altında bu çeşit yazılarını neşre devam etti(1).
“Refah mı, Saadet mi?» makalesi, Birinci Dünya Harbi sonunda memlekette beliren kazanç ihtiraslarına karşı, saadetin yalnız para ile elde edilemiyeceğini, insanda manevi kıymetlere erişmekle ancak mümkün olabileceğinden bahseder.
«Türkler’le Kürtler» makalesinde ise, yukarıda bahsettiğimiz İngiliz Yüzbaşısı Noel’in tesiriyle memlekette yaratılan infirakçılık zihniyetine karşı, Gökalp, bulandırılan hava ile gaflete düşenlere hakikî yolu göstermektedir(2)
«İktisadi Vatanperverlik» şiirinde, yerlimalın gelişmesi Türk işçi ve sermayesinin değerlendirilmesi, bu arada, hariçten gelen metalara itibar edil memesini tavsiye eder.
Bu birinci sayıyı 5 Haziran 1922 de pek zorluklarla çıkardık. Bu sayıdan beş tane alıp Ziya Gökalp’ın evine götürdüm. Mecmuaya baktı, acı acı güldü:
“Hurufat pek fena, Nüzhet Beğ, değil mi?”, dedi. Hakikaten makinenin merdanesi altından geçen sahifelerde bazı cümlelerdeki harfler ve heceler dökülüyor, boya almıyor, okunmayacak bir durum arzediyordu.

“Buna bir çare bulalım. «Akşam» gazetesi başmuharriri Necmeddin Sadik Beğ’e namıma bir telgraf çekip, birkaç kasa yeni hurufat isteyiniz”, dedi ve cebinden bir kâğıt çıkararak bana verdi:

“Size verdiğim bu listedeki arkadaşlara mecmua gönderirsiniz”
dedi.
Bu listede: Telif ve Tercüme Hey’eti âzaları, Edebiyat Fakültesi Profesörleri ile bazı muharrir ve şairlerin adresleri vardı. Bunlara muntazaman (……..)

Bir ay geçmeden Necmeddin Sadık, birkaç kasa hurufat gönderdi. Buna çok sevindik. Fakat, yanılmıştık: Matbaada bozuk olan yalnız hurufat değildi. Asıl bozuk olan baskı makinesi idi. Bunun tam mânasıyla ne tamirine, ne de İstanbul’dan bir yenisini getirtmeye imkân vardı. Böylece bütün gayretlerimize rağmen, mecmuayı bu fena baskı durumundan kurtaramadık. Bu mecmuanın 11. sayısının çıktığı sırada Fâlih Rıfkı (Atay) 19 Ağustos 1922 de «Akşam» gazetesinde «Küçük Mecmua»nın durumunu şöyle anlatıyordu:

“Ziya Gökalp’ın Diyarbekir’de çıkardığı KÜÇÜK MECMUA, matbaacılığın en zor şartları içinde çıkıyor. Hurufatı bozuk, baskısı fena, kâğıdı âdidir. Fakat Ziya Gökalp’ın ruhundaki mukaddes ateş bu mecmua yoluyla bize kadar geliyor, ruhlarımızı heyecanlandırıyor. Diyebiliriz ki, Ziya Gökalp bizi, bu mecmuasıyla Diyarbekir’den idare ediyor….””

(1) Gökalp’ın ölümünden sonra, Orhan Seyfi Orhon 1941 de «Çınaraltı» adında milliyetçi bir dergi çıkardı. Zaman zaman gazetelerde de bu adın devam ettiğini görüyoruz.
(2) Bu Noel Diyarbekir’de bir karışıklık çıkarmak suretiyle memleketi işgal ettirmek emelinde muvaffak olamayınca, Elâziz Valisi Galib ile birleşerek Malatya’da bir isyan çıkartmaya yeltenmişti.

Not-1: Bu yazı;  “”Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla “ZİYA GÖKALP ve açılan Ziya Gökalp Müzesi” kitabındaki Ali Nüzhet Göksel (Z. Gökalp’ın büyük damadı) yazısı, Işıl Matbaası İstanbul 1956, sayfa: 137-138-139-140-141”” den alınmıştır.

Not-2: Yukarıya aldığım Ali Nüzhet Göksel’e ait “Ziya Gökalp’in Diyarbakır’da neşrine başladığı “Küçük Mecmua” ile ilgili yazının diline dokunulmamış olduğu gibi aktarılmıştır