Halim KAYA: ÜLKÜ OCAKLARI NASIL KURULDU?

01Kitap Tanıtımı:
Akıldan Kaleme / İbrahim Doğan

İLK ÜLKÜ OCAKLARI NASIL KURULDU?

Halim KAYA         
19.04.2022

Dr. İbrahim Doğan ilk seçilmiş “Ülkü Ocakları Genel Başkanı” olması dolayısıyla ismi duymuş, zaman zaman Ülkü Ocakları anlatılırken kendisi hakkında da birtakım bilgiler okumuştum. Doğan’ın hatıralarını yazdığı “Akıldan Kaleme” adlı kitabın yayınlandığından sosyal medyada yapılan tanıtımlarla haberdar olunca hemen sipariş verdim; ancak kitap uzun zaman sipariş verdiğim kitabevi tarafından getirilemedi. Okumaya başlamak da sıradaki kitapları okuyarak ancak bugün nasip oldu.

Dr. İbrahim Doğan’ın yazdığı “Akıldan Kaleme” adlı hatıra kitabının baskısı Ocak 2022 de Armada – Panama yayıncılık tarafından 471 sayfa olarak yapılmış. Kitap Eşi Pervin, kızı Sıla ve torunları Zeynep Ayla ile Alpin Su’ya ithaf edilmiş. Kitap Teşekkür, Önsöz başlıklarından sonra onbir sayfada listelenmiş olan çok detaylandırılmış 348 başlık altında anlatılan hatıralardan oluşmaktadır. Dr. İbrahim Doğan’ın ilk Ülkü Ocakları Genel Başkanı olması dolayısıyla bu kitap aynı zamanda adım adım nasıl Ülkü Ocakları kuruluşuna gidildiğinin de bir tarihi niteliğinde bir kitap olacaktır.

Bir kitap için bu şekilde ifadeler doğrumu bilmem ama ben yine de içimden geldiği kelimelerle ifade edeyim. Çok rahat ve ferah bir dil kullanılmış, insanın içine huzur ve rahatlık veriyor. Akıcı pürüzsüz bir anlatım tercih edilmiş.

Hayatından Yapraklar

İbrahim doğan çocukluk ve ilkokul, ortaokul, lise yıllarına dair hatıratını yazarak o günlerin Yozgat, Kayser, Ankara’sı hakkında çeşitli bilgiler edinmemizi sağladığı gibi o günlerin Türkiye’sinde ki kültürel ve sosyal yaşam tarzı hakkında bir fikir edinmemizi de sağlamıştır.

Ülkücülerin derneğe gelir sağlamak için Kızılay’a yaptıkları kan bağışı karşılığında aldıkları ücretleri derneğe bağışladıklarını duymuştuk da sokulmadıkları okula girmek için bilerek dayak yiyen ülkücüleri duymamıştık. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ülkü Ocağı başkanı ve arkadaşları daha önce solcu öğrencilerin dövülmesi dolayısıyla ülkücülerin okula sokulmaması üzerine çözüm olarak komünist öğrencilere dayak atan üç arkadaşlarının dayak yemesi halinde okula girmelerine müsaade edileceğini düşünürler. (S:68)  Bu üç arkadaşlarının da kabul etmesi üzerine bilinçli olarak sırf arkadaşları okula girebilsinler diye dayak yiyecek ortamda komünistlere tek tek yakalanmışlar ve karşılık vermeden dayak yiyip komünist öğrencilerin okula girişlerine mani olmaları problemini çözmüşlerdir.

1969 senesinde yapılan CKMP Adana kongresinde partinin adı MHP olarak, amblemi de üç hilal olarak kabul edildikten sonra dargınlıklar olmuş Muzaffer Özdağ ve Rıfat Baykal partiden ayrılmıştı. Hüseyin Nihal Atsız Tıp Fakültesi Ülkü Ocağı Başkanı İbrahim Doğan ve ülkücü gençlerle konuşarak yatıştırır. Gençlere “Eğer beni fikir önderi olarak kabul ediyorsanız, ben bu davanın lideri olarak Alparslan Türkeş’i tanıdım ve kabul ettim. Bana Hukuk Fakültesinde, gençlerle birlikte kavgaya gideceksin diye emir verirse, hiç tereddüt etmeden giderim. Bu basit kırgınlıkları bir tarafa bırakıp emirlere itaat edin.” (S:71-72) diyerek nasihat etmiştir.

“Ülkü Ocakları” Kuruluyor

Daha önceki yıllarda her fakültede her okulda kurulan Ülkü Ocakları 15 Mayıs 1969 tarihine gelindiğinde Siyasal Bilgiler Fakültesi Ülkü Ocağı, Hukuk Fakültesi Ülkü Ocağı, Tıp Fakültesi Ülkü Ocağı olarak bir araya gelmiş ve mevcut başkanlar Aytekin Yıldırım, Kürşat Özkan, İbrahim Doğan’ın müracaatıyla Ülkü Ocakları Birliği Kurulmuş, Aytekin Yıldırım Kurucu Genel Başkan seçilmiş,15 Şubat 1970 tarihinde yapılan kongrede İbrahim Doğan seçimle Ülkü Ocakları Birliği ikinci Genel Başkanı olmuştur. Bu aşamada Ülkü Ocakları Birliğinde Aytekin Yıldırım, İbrahim Doğan, Kürşat Özcan, Ramazan Ceylan (Mirzaoğlu), Ramiz Ongun, Ali Güngör, İsmet Tuncer, Mehmet Keleş, Turan Güven, Zeki Göncü, iki başkanın yönetim kurullarında görev almışlardır. Daha sonra bütün fakülte Ülkü Ocakları, resmen kurulan Ülkü Ocakları Birliği’ne dâhil olmuştur.

Alparslan Türkeş’i kavgacı bir adam gibi göstermeye çalışmak ve 12 Eylül öncesi o karışık ortamın müsebbibi gibi göstermek isteyen sol basın yayın bu propagandasında kısmen başarılı olmuş olsa da Alparslan Türkeş kavgalı ortamlardan her zaman “evlatlarım” dediği ülkücü gençleri uzak tutmaya çalışmıştı. MTTB’nin Kayseri’de yapılan kongresinde (S:72) ülkücü öğrencilerin telefonla arayıp zor durumda olduklarını bildirmeleri üzerine verdiği Kayseri’yi terk edin talimatı ile yine Şam’da yapılacak Hatay’ı isteme mitingi öncesi ülkemizi iç işleri ile meşgul etmemek için Ülkücü öğrencilere verdiği (S:90) talimatlar onun ne kadar uzlaşmacı ve munis bir lider olduğunu gösterir. Bu konuda MHP genel merkez yönetiminde de bulunmuş eski milletvekilliği Dr. Seyfi Şahin’in facebook’daki 13.04.2022 tarihli sosyal medya paylaşımında “ Rahmetli Başbuğ, Her toplantıda ‘kanunun suç saydığı fiilleri işlemeyin’ derdi. 12 Eylül sorgusunda, her gence; ‘Türkeş size ‘Adam öldürün’ dedi mi?’ diye sordular, onbinlerce ülkücü “Hayır” dedi. Çünkü gerçekten suç işlemeyin demişti.” açıklaması tabir caiz ise tam yerine denk geldi.

Ülkü Ocakları Genel başkanı Dr. İbrahim Doğan çıkan olaylarda bir doktorun kimin vurduğu belli olmasa da ölmesi sebebiyle öldürme suçunun üzerine atılması dolayısıyla gözaltına alınmış, üç günlük falaka ve testislerinden elektrik verilmesi suretiyle işkence edilerek suçu üstlenmesi istenmiş ancak bütün işkenceye rağmen suçu üstlenmiş ama emanet aldığı kendisinin taşıdığı silahı ortaya çıkınca tutuklanmış cezaevine konulmuştur. Cezaevinde daha önce tutuklanmış olan ülkücüler Turan Güven, Rıfat Tünay, Mahmut Ceylan’a durumlarının nasıl olduğunu sorduğunda biraz da Ülkü Ocakları Genel Başkanı olarak kendisinin sorumlu olduğu acı gerçekle karşılaşır. “Mahkeme ve avukat durumlarını sordum. Anladım ki, arkadaşlarımız adeta kendi kaderleriyle baş başa kalmışlar. Dışarıdaki okul arkadaşlarından başka, partiden ve teşkilattan hele avukatlardan hiç ilgilenen yoktu. Avukatlar ilgilenmiyor, şahitler gelmiyordu.” (S:120) Olayların başladığı yıllarda Ülkü Ocakları, MHP ve Ülkücü Avukatlar belki acemiliğin belki de yaşanan olayların sıklığının vermiş olduğu yükün fazlalığı, imkânların kıtlığı, ülkücü avukat sayısının az olması dolayısıyla cezaevlerindeki ülküdaşlarına sahip çıkmayı organize edememiştir. Ancak bu ne ilk ne de sondu, 1975 yılında Bursa’da tutuklanan yakın zamanda Rahmet-i Rahmana kavuşan Mahmut Metin Kaplan’ın başından geçenleri dinlediğim büyüklerin bazılarından da mahkumlara teşkilat tarafından sahip çıkılamadığı, avukat temin edilemediği için suçsuz yere ceza aldıklarını dinlemiştim.

İbrahim Doğan’ın “Akıldan Kaleme” kitabında sanki daha önce tutulmuş günlüklerden yola çıkarak daha sonra genişletilmiş bir anlatım tarzı var. Her olay gün, ay ve yıl olarak tarihlenerek not alınmış da sonrada olaylar genişletilmiş anlatılmış ancak yine de olaylar fazlaca detaylandırılmamış, farklı ancak sayıca fazla olay anlatılmıştır.

Cezaevinden midesindeki rahatsızlık dolayısıyla hastaneye tedaviye gelen İbrahim Doğan taburcu olup ceza evine arkadaşlarının yanına dönmek ister, isteğini doktorlara söyleyince doktorların “Burası rahat daha yatabilirdin biz seni bir müddet daha idare edebilirdik” demelerine rağmen taburcu olur ve cezaevine döner. Ancak “Bu işlemler sırasında jandarma beni kaybetti. Ben cezaevi aracını bulup, jandarmanın gelmesini bekledim.” (S:152) İbrahim Doğan doğruca Jandarma Cezaevi aracına giderek bir ana kuzusu Türk Askerinin elindeki mahkûmu kaçmasına sebep olmaktan ceza almasını önlemiştir. Ama aynı zamanda ne kadar dürüst olduğunu göstermiş, Ülkücülerin suç işlemeye yatkın ruh yapısı bozuk kişiliklerde olmadığını, ülkücülerin tam bir kader kurbanı olduklarını, işledikleri suçları vatan savunmasının, millet müdafaasının gereği olarak bir kutsal bir vazife uğruna yüklenip istemeyerek suç işlediklerini göstermiştir. Sırf bu hareket ülkücülerin ne kadar iyi niyetli olduklarını suç makinesi olmadıklarını, devlete ve görevlilerine saygılı davrandıklarını, normal şartlarda suç işlemeye meyyal olmadıklarının tezahürüdür.

Ülkücülerin aldıkları cezalar biraz da kendilerinin “Doğrucu Davut” olmalarından kaynaklanıyor. Ahmet Tevfik Ozan da hemen yanı başında yerde bulunan silahı benim değil demediği için ceza almış tutuklanmış. İbrahim Doğan’ın ikna etmek için yaptığı ısrarlı nasihatlere rağmen Ahmet Tevfik Ozan “Yapamam abi, Allah’tan korkmadan nasıl yalan söylerim?” (S:228) diyerek cevap verir. Ahmet Tevfik Ozan ne büyük ve yüce gönüllü bir Ülkücü ki hiç kimseyi suçlamadığı halde “silah benim değil” demeyi yalan ve kendisine zül kabul ediyor.

Ali Güngör ile Cezaevinde

Yıl 1972 Temmuz ayı, cezaevinde kalan Ülkücüler arasında sudan sebeplerle kırılmalar, darılmalar oluyor. Rahmetlik Ali Güngör Ülkü Ocakları Genel Başkanı İbrahim Doğan’ı kırıcı oluyor. “Arkadaşlar arasındaki bir tartışmaya müdahale etmek istediğimde, Ali Güngör beni refüze etti. Söylediği sözler ağırıma gitti. Ali’ye karşı gerekli sertlikte cevap veremedim, içime atıyorum, çok sinirlenmiştim.” (S:167) Bu ve basket oynarken oyunda yer değiştirme gibi benzer olaylar yüzünden aralarındaki kırgınlıklar artan ülkücüler birer ikişer başka koğuşlara dağılma kararı alıyor. Ali Güngör daha sonra “Dışarıdan gelen her şey İbrahim adına geliyor, biz de yaptığımız hareketi o istediği için yapıyoruz. Bizim hiç şahsiyetimiz yok mu?” (S:171) diyerek “şahsiyat” yapıyor. Ancak şahsiyetçiliğin başıboşluk olmadığını, teşkilatçılığın, birlik olmanın şahsiyetçiliğin de bir sonucu olduğunu akıl edemiyorlar. Ali Güngör, İbrahim Doğan’ın tutuklanmasına sebep olan olay günü bindiği taksi ile İbrahim Doğan’ın olay yerinden kaçırmak için geldiğinden dolayı İbrahim Doğan, Ali Güngör’e karşı bir mahcubiyet içindedir: “Benim yüzümden tutuklandı” diye düşünerek. Daha sonra İbrahim Doğan 10 yıl 7 Ay, 15 gün ceza alıp Ali Güngör tahliye olduktan sonra İbrahim Doğan kendisi tahliye olmuş gibi sevinmiş, ceza aldığına seviniyormuş gibi bir pozisyon ortaya çıkmış. (S:174)

Ülkücülerin Cezaevi Sınavı ve Bahçeli

Aralarında hiç parası gelmeyenler oluyor bunlar parası gelenlerin paralarından bir havuzda toplanan para ile idare ediliyor ancak ona da “Parası gelmeyenlere ben mi bakacağım?” mantığı ile itiraz edenler çıkıyor. Daha o günlerde cezaevinde yatanları Devlet Bahçeli ziyaret ediyor. Bu durumu İbrahim Doğan “Bizi en çok ziyaret eden arkadaşlarımızdan birisi, Devlet Bahçeli, zaman zaman para da getiriyor, sanırım kimseden para istemiyor, varlıklı bir ailenin çocuğu. Bir defasında 200 TL getirmişti, bize ilaç gibi geldi.” (S:169) sözleriyle kaydediyor. Ali Güngör tahliye olurken “Gardaş birlikte çıkacağımızı düşünmüştüm, senden ayrı, tek başıma gitmek zor geliyor. Sana çok sıkıntı verdiğimin farkındayım, kusura bakma, benim yapım bu, karakterim bu, içimde sana karşı minnetten başka, saygı duymaktan başka hiçbir duygu olmamıştır, bunu böyle bilesin. Bütün yaptıkların için teşekkür ederim, minnettarım.” (S:175) der. Bu göstermektedir ki Ali Güngör biraz fevri hareket etmesine rağmen art niyetli birisi değildir. Ali Güngör’ün yazdığı hatıratını da okumuş ve değerlendirme yazısı yazmış olan biri olarak söyleyebilirim ki Ali Güngör’ün bu olaylara hiç temas etmemiş olması onun takıntılı olmadığının kasıtlı hareket etmediğinin de bir göstergesidir.

Bir davaya gönül verenler bir olaya bir şeye sahip çıkmak için emir beklemezler. Gördükleri eksikliği ya da yanlışı kendileri düzeltirler. İbrahim Doğan’ın Ulucanlar Cezaevinden naklini istediği Yozgat Cezaevine gönderilmesinden sonra, İbrahim Doğan’ın eksiklerini gidermek, ihtiyaçlarını karşılamak, onunla sohbet ederek hem istifade etmek hem de yaranlık etmek için sık sık cezaevine gelen (S:220) Ülküdaşları vardır. Şefkat Çetin, Ruhi Bacanlı ve Kardeşleri, gençlerden Kenan Eroğlu gibi bunlar zamanla önemli görevler almışlardır; Şefkat Çetin Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı ve milletvekilliği, Ruhi Bacanlı Yozgat Genç Ülkücüler Teşkilatını kurmuş, Kenan Eroğlu ise Türk Ocakları Yozgat Şube Başkanlığı gibi görevler ifa etmişlerdir.

Alparslan Türkeş’in eşi Muzaffer Türkeş, Dündar Taşer’in eşi Asuman Taşer, yazar Emine Işınsu bir vefa örneği olarak daima cezaevlerinde yatan Ülkücüleri ziyaret etmişler, evlerinde yapıp ettikleri yiyecekler, giyim kuşam ve de ülkücülerin hiç yeteri miktarda sahib olmadıkları para yardımlarıyla destek olmaya onlarla sohbetler ederek bir nebze olsun aile hasretlerini gidermeye çalışmışlardır.(S:196)

Muzaffer Hanım Hastanede

İbrahim Doğan cezaevindeyken sık sık ziyaretine gelen Muzaffer Türkeş hastalanmış Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesinde yatıyor, İbrahim Doğan cezaevinden çıkıp ailesiyle hasret giderdikten bir hafta sonra ziyaret ettiği MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’ten Muzaffer Hanımın hastanede yattığını öğrenir. Şimdi ziyaret sırası İbrahim Doğan’dadır. Öyle de yapar, Alparslan Türkeş’in yanından ayrıldıktan sonra doğruca Muzaffer Türkeş’in yattığı hastaneye gider (S:226). Muzaffer Türkeş çok sevinçlidir, İbrahim Doğan’ı sarmaş dolaş kucaklar. Kendisine ne yapacağını sorar aldığı cevap Muzaffer hanımı çok memnun eder. Ülkücülerin annesi Muzaffer Hanım hastalığı arasında İbrahim Doğan’ın tahliye sevincini yaşamış, belki bir an olsun hastalığını düşünmekten uzaklaşmış, mutlu olmuştur.

Dağınık Halimiz

Yıllardır başka partilere giden ülkücülere hain ya da davadan dönmüş gözüyle bakıldı. Hâlbuki daha işin başında Alparslan Türkeş başka partilerde siyaset yapmayı serbest bırakmış ve kişiler özel izinler vererek başka partilerde siyasete girmelerine müsaade etmiştir. Bu konuda daha önce zikredilen izinler olduğu gibi İbrahim Doğan’da “Sonradan Genel Başkan Alparslan Türkeş’in [Ülkücü Milliyetçi yeni bir parti kurulması] bu fikrinin değiştiğini gördüm Politika düşünen bazı arkadaş ve ağabeylerimizin başka partilerden teklif aldıklarını söyleyerek, kendisinden izin istediklerini ve kendisinin de, çeşitli partiler içerisinde güçlü yer edinmekte fayda olacağını düşündüğünü söyledi.” (S:308) ifadeleriyle Alparslan Türkeş’in tek bir partide toplanmayı çok kuvvetli bir arzuyla istemediği anlaşılmaktadır. Buna sebep olarak belki 12 Eylül’de yaşanan mağduriyetler ve idamlar ile bir daha karşılaşmama düşüncesi, ya da mağdur olmuş insanların mağduriyetlerinin çözümünde farklı yolları denemek düşüncesinin olması bakabiliriz. Ama bu izinler Ülkücü hareketi artık tek bir çatı altında toplamanın yolunu tamamen kapatmış ve geldiğimiz noktada bize fazla da bir fayda sağlamamıştır. Ülkücülerin teşkilatçılığından, fikri üretkenliğinden başka partiler yararlanmış ancak halka hizmet bir milliyetçi partinin yapabileceği kesiflikte olmamıştır. Hala da her ayrılan kendisini davaya hizmet ettiğini söyleyerek savunmaktadır.

Türkeş ikna edilerek kararı değiştirilebilirdi       

Alparslan Türkeş istişare ile karar alır zaman zaman yanlış karar verse de o kararından döner, kararını gözden geçirip düzeltirdi. Seval Türkeş’le evlendiğinde bir mektuptan söz edilmesi üzerine İbrahim Doğan’ın kendisine bir takım sorular sormasına müsaade ederek onunla konuşması ve daha sonra Mevki Hastanesinden (S:310) kaçırılma isteğiyle ilgili geri adım atması gibi konulardaki davranışlarıyla ilgili olarak İbrahim Doğan “Alparslan Türkeş, gerçekten gönlü bol, hoşgörülü, gerçekten demokratik bir yapıya sahipti. Yanlış verdiğini düşündüğümüz kararlarını konuşup tartışınca, kararını değiştirdiğine çok defa şahit olmuşuzdur. Onu doğrularla ikna etmek her zaman mümkün olmuştur.” (S:313) ifade etmektedir.

İbrahim Doğan’a göre “Alparslan Türkeş, İslam’ı, bir ideoloji olarak değil bir inanç, bir hayat biçimi olarak düşünüyordu.” (S:314) Doğru da düşünüyordu. Bütün çabası milliyetçi-muhafazakâr halk kitlesinin bölünmemesi ve dolayısıyla Erbakan’ın siyasi bir oluşuma gitmemesi için onu partiye davet ettiğini ve hatta MHP genel başkanlığını kendisine bile bırakabileceğini bizzat 1987 yılında Bursa Çelik Palas otelinde kalırken ziyaretine gittiğimiz bir sohbette bize ifade etmişti. İslam’ı ideoloji olarak seçenler ise ben iktidara gelince yapar daha çok oy alırım diyebilmişlerdir.

Alparslan Türkeş Cemaat ve tarikatların siyasete etkisinin ne kadar zararlı olduğunu daha 1992 yılında Muhsin Yazıcıoğlu ve yedi arkadaşının MHP’den ayrılması sırasında görmüş ve İbrahim Doğan’a “Karşımızda tamamen cemaatçi grupların telkin ve desteğiyle bizi parçalamak ve davamızı zaafa uğratmak için kurulmuş bir parti var.” (S:315) cümlesiyle ifade etmiştir. Nitekim daha sonra 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’de elde ettikleri ile yetinmeyip bütün devleti ele geçirmek isteyen bir cemaat ihtilale kalkışmış ve halkın üzerine ateş açılarak şehitler verilmesine sebep olmuştur.

“Ülkücü ile Çalışmam!”

Bakanlarımız ve bürokratlarımız, idealist ülkücülerle değil, rahat çalışabilecekleri kişileri, görüşlerine dikkat etmeden göreve getirir olmuşlardı.” (S:391)
Dr. İbrahim Doğan’ın Sağlık Bakanlığı merkez teşkilatında dile getirdiği problemler biraz daha küçük çaplı olarak taşrada da yaşanıyordu. Sadece bakanlıkta ve üst düzey bürokraside mi, taşrada da işler ahbap çavuş ilişkisiyle yürüyor, adamını bulan, ücretini ödeyen idari görevlere atama tayin yazısını alıp geliyordu. MHP tarafından ilde yapılacak sağlık atamalarının gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra bir komisyonda görülüp karar verilerek tek elden yapılmasının uygun olacağını ifade ettik. Komisyon kararlarının milletvekillerini ve il yöneticilerini şaibe altında kalmaktan koruyacağını, siyasilere yönelik atanmalara engel oldu gibi suçlamaların da önüne geçeceğini söyledik. Ancak dikkate alınmadı.

Sağlık Bakanlığı’nda çalıştığımız için bizzat şahit olduğumuz olaylar oluyordu. Bunlardan birisini anlatmak isterim:

O zamanki Samsun milletvekilini ve il başkanını uyarmamıza rağmen uyarıları dikkate almıyorlardı. Milletvekilimiz samimi ülkücüleri tehlikeli buluyor, önde gelen ülkücüleri “bütün teşkilatlarla iyi diyalog içinde, ülkücü herkesle görüşüyor” diyerek suçluyordu. Milletvekili samimi ülkücülerin atama yazısına engel koyuyor, “Benim haberim olmadan, ilimle ilgili atamaları imzalamayın” diye Sağlık Bakanlığı bürokrasisine talimat veriyor, talimat verdiğini de övünerek bizzat söylüyordu. Bir atamanın neden geciktiği hususunda kendisiyle görüşenlere “İl başkanı istemiyor” diyebiliyordu. İl Başkanı ise atamayı milletvekilinin istemediğini söylüyor, sonuçta atama ve diğer işler sürüncemede kalıyordu. Milletvekiline “Sağlıkta Atama Yönetmeliği çıkmadan gerekli atamaları yapalım. İlçe Sağlık Müdürlükleri kuralım” dediğimizde “Yönetmelik çıksın biz aşarız” demişti.  Yönetmelik çıktıktan sonra da “Yönetmelik var, aşamıyoruz” diyerek ne kadar basiretsiz olduğunu gösteriyordu. Aynı milletvekiline ildeki sendikanın şube başkanı olarak yerel atamalarla ilgili bir liste verdim. 1-2 saat sonra bir hastanenin müdür yardımcısı sendikaya yanıma geldi. “Başkanım, benim Müdür olmamı istemiyormuşsunuz” dedi. Ben de kendisine “Bunu sana kim söyledi?” dedim. “Milletvekilimiz” dedi. “Nerede?” diye sorunca “Biraz önce bürosunda” dedi. Kalktık gittik selamlaşmadan sonra “Sayın vekilim arkadaş müdür olmak istiyormuş, ne yaparsanız yapın” dedim ve odadan çıktım. Ben adamın müdür olmasına karşı olduğuma dair milletvekiline hiçbir şey söylememiştim, ancak listeye de yazmamıştım. Ama sayın vekil olayı daha farklı aktarmış ve üzerime salmıştı.

SONUÇ

İbrahim Doğan’ın bu “Akıldan Kalem” adlı hatıra kitabı özel hayatı ile Ülkücü mücadele hayatını birlikte anlattığı bir kitap. Dolayısıyla Cezaevlerinde yürüttüğü başkanlık dolayısıyla idarede yaptığı çalışmalar sırasında ülkücüler dışında yatan adli mahkûmlardan gördüğü duyduğu ve genel ahlakın tükenmişlik örneklerinden, bürokraside ve hastanelerde ülkücüler dışında muhatap olmak zorunda olduğu sıradan ve halktan kişilerden karşılaştığı enteresan olaylar, bazen de genel hayatı ilgilendiren örnek davranışlara da yer vermiştir. Gerçi insanın hayatını ülkücü hayat ülkücülükten soyutlanmış hayat diye kesin çizgilerle ayıramayız ama biz burada ülkücülerin ülkücülerle münasebeti ile ülkücülerin ülkücü olmayanlarla münasebetini kastediyoruz.

Hatıratlar, yaşanılanlardan o an haberi olmayan daha sonradan ülkücü olmuş ya da farklı şehirlerdeki ülkücü gençler üzerinde cezaevine girmiş ülkücülerin bazı örnek alınacak isimlerinin yaşadıklarını aktararak o isimlere aşina olmalarını sağlıyorlar. Bu kişiler hatıratlar sayesinde hak ederek geriden gelenlerin gözlerinde saygın bir yer ediniyor, kahraman oluyorlar. Hatıratlar bazen basın yayın yoluyla hiç haklarında hiç yazılıp çizilmemiş, kendinden bahsettirecek hiçbir ceza almamış, cezaevine girmemiş ülkücü bürokrat ve akademisyenlerin mücadelede sırasında yer aldıkları olaylar anlatılıp ortaya çıktıkça, üzerlerindeki sis perdesi aydınlandıkça aslında bunların da birer kahraman olduklarını bizlere gösteriyor. Ancak günlük hayatta gelişen bazı özel şartların onları isimsiz ve tanınmaz kıldığı daha iyi anlaşılıyor. Böylece Ülkücü Hareketin belki bilinmeyen ve bazen isimleri bilinmediği için “Nereden çıktı bunlar?” dediğimiz insanların aslında ne büyük ve zorlu mücadele verdiklerini anlıyoruz.
_________________________________

Kitabı edinmek için:
https://www.kitapyurdu.com/kitap/akildan-kaleme/607439.html