Nihad Sami BANARLI: Türk Dilini seviniz!

Nihad Sami BANARLI

BİR DİL KONFERANSI

*Türk Dilini seviniz! Çünkü Türklerin, en az geçmişleri ka­dar büyük geleceği olacaktır.

(…)

Şu fâni dünyâ, saadetleri içinde hiçbir şey, azız Türk çocuklar] na Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet de­ğildir.

Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattığı dili, bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzel sesleriyle öğretmek.,!

*Onları, böyle bir dilin sihirli ifâdelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmek…

Dilin, böylesine tılsımlı vâsıta olduğunu bilmek ve bü­tün bunları, bilerek, severek yapmak…

Burada cesaretle söyleyebilirim ki, yeryüzünde nice insan, böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifelisi olduğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zan­nedildiği gibi, bu güzel hizmet, yalnız dil ve edebiyat hocalarının vazifesi değildir. Muallimler, hangi dersin ho­cası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına herşeyden çok Türkçeyi öğretecek, onlara, anadillerinin ses ve söz gü­zelliklerinden, ifâde ve mânâ zenginliklerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve ba­ba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazifenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehâsının yarat­tığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninniler söy­lemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçe’­dir.

Aradaki fark, bunu bilmekte ve bunu Türkçe’nin bü­tün incelik ve güzelliklerini benimseyerek, zevkle ve ül­kü ile yapmaktadır.

Çünkü diller, milletlerin en azız, en tılsımlı, en kıy­metli servetleridir. Çünkü dillerin bir ses güzelliği ile dal­galanıp bir duyurma, anlatma ve inandırma gücüne ulaş­maları, kısa zamanda olmamıştır.

Çünkü yeryüzünde diller kadar millet ferdlerini bir­birlerine bağlayan, onlara birbirlerini sevip anlamakta,, hele sevgilerini dile getirmekte azız yardımcı olan başka kuvvet mevcud değildir.

Bir târih boyunca ordu ordu insanları, savaş meydan­larından geçirerek, zafere, gaazi veyâ şehid olmaya koş­turan cihangirler, büyük başarılarını, birçok da, savaşçı­lara duyurabildikleri hitâbet dili’nin büyüleyici güzelli­ğiyle kazandılar.

Bizim târihimizde: Bu denizler, bu ırmaklar bize yet­mez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öy­lesine büyültelim ki, gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun! diyen Oğuz Han; yine böyle bir hitabeyle, kendisine isyan etmiş bir orduya Çaldıran gibi zafer ka­zandıran Yavuz Sultan Selim ve daha nice cihangirler, bu târihî zaferlerini, birçok” da, kütlelere söz söyleyişlerinde­ki inandırıcı lisâna borçludurlar.

Mermere can veren heykeltraş gibi, kelimelere ses ve hayat veren söz sanatkârının da bu başarısı, söze mû- sıkî’nin duyurucu kudretini katabildiği ölçüde derin ve ölümsüzdür. Bu bakımdan, ses şâiri Bâkî’nin:

Âvâzeyî bu âleme Dâvud gibi sal
Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

mısrâlannda, yalnız şiir anlayışı bakımından değil, dil anlayışı bakımından da vanlmış derin hakikat vardır.

Çünkü, tekrâr edelim ki:

Dillerin bir mûsiki kudreti kazanması, kelimelerin bi­rer nağme güzelliği alması, kısa zamanda olmamıştır. De­nilebilir ki dil ve edebiyat sanatı, bu güzel neticeye var­mak için, sanat ve edebiyat târihinin daha, ilk anlarından başlayarak; söz’ü ses’le birleştirmeğe çalışmıştır.

Bunun en açık delili, söz’ün en güzel sesli ifâdesi olaıı şiir sanatı’nın, başlangıçta mûsikî sanatından ayn olma­yışıdır: Bilindiği gibi, ilk şiirler, asırlarca, hattâ çağlar­ca, mûsiki âletlerinden çıkan seslerle birlikte söylenmiştir*

Bir misâl olarak, eski Yunanlılar, söze bir duyumcu­luk vermek için, şiir’i, lyre isimli sazla söylüyorlardı.

Eski İranlIlar, bunun için, rüd, çenk, rebâb gibi saz­lar kullanıyorlardı. İbrâni şiiri, Dâvud Peygamberin de kullandığı mizmâr isimli bir sazla söyleniyordu. Dâvûd’un İlâhîlerine Mezâmîr denilmesi, bu dinî şiirlerin mizmâr’la İDirlikte söylenmesindendi.

Eski Türkler, şiiri, kopuz’la söylüyorlardı. Saz, eski Türk şiirinin, ayrılık kabul etmez arkadaşıydı. Türkler, on- .suz şiir söylemez; yalnız söz sanatında değil, yapacakları .hareketlerin de pek çoğunda onun yardımım ararlardı.

Bütün bunlar, dillerin daha ilk devirlerinde söz’e mu­siki katmak ihtiyâcındandır. Dillerde kelimeler, uzun asır­lar içinde, işte, bu mûsıkîli çalışmalar sonunda nağmeleşmiştir.

Düşünmelidir ki, söz’ün ses’e bu ölçüde ihtiyâcı ol­duğunu, daha ilk insanlar, bizim kendilerine iptidaî dedi- .ğimiz insanlar anlamıştır.

Asırların, bâzan çağların emeğiyle, böylpsine güzel ses ve güzel mânâ kazanmış kelimelerin, neden, şu veyâ bu hoyratlıklar içinde ziyân edilmemesi lâzımgeldiğinin (an­layanlar için) en büyük delîli budur.

Diller, bu mûsikî âletlerinden yükselen sesi, zamanla, sazlan terlcedecek kadar, kendi’ mısra, cümle ve kelime­lerine nasıl işlediler? Asırlar ilerledikçe, dilin bizzat ken­disi, bu nağmeleşmiş kelimelerin yardımıyle,. mısrâlar hat­tâ düz sözler olarak nasıl, birer mûsikî cümlesi hâline girdi?

Kısaca, diller, ses bakımından nasıl güzelleşip nasıl mûsıkîleşti? Burada, bu mevzuun çok derin olan tafsilâ­tına girmeyeceğim. Yalnız şunu belirteyim ki:

Türk dili, şiir söylemek, hattâ söz söylemek için, türlü sazlardan başka, dile ses katan âhenk unsurlarının en mühimlerinden olan kafiye’yi ıcâd eden lisândır. Türkçe, da­ha ilk şiirlerinden başlayarak, mısrâlarda ahenkli, ses tek­rarlan mânâsındaki -ayyikenabşoh’lan büyük zevkle ve alışkanlıkla kullanan ilk şiir dilidir. Böylelikle, şiiri, yal­nız sazla değil, dilin kendi mîmârisi. içinde de mûsiki ile .söyleyen bir milletin lisânıdır.

Bu sebepledir ki, diller, bir târih boyunca, yalnız ke­lime sayısı bakımından değil, ses güzelliği bakımından da işlenmişlerdir. Bunun içindir ki kelimeler, asırların ve asırlar içinde milli atalarm işledikleri birer söz mücev- heri’dir. Onları âdi boncuk’Iarla değiştirmek La Fontaine’in horozu gibi, mücevherin kıymetini bilmemektendir.

Dillerin mûsikileşmesi târihinde; dillerin biri birin­den ayn fonetik sistemlerle gelişmesinde, ’ aynı zamanda vatan topraklarından yükselen sihirli seslerin; iklîm ve coğrafya husûsiyetlerinin de büyük tesiri vardır. Bu ba­kımdan, Fransız dilini, bin yılda, Fransa’nın toprağ: ya­rattı, diyen Fransızca cümlede derin hakikat gizlidir.

Nitekim, Türk mûsikisi gibi, Türk dili’nin de müzikal tekâmülünde Türk vatanlarının büyük tesiri olmuştur. Türk vatanlarının diyorum, çünkü Türkçe, birçok başka diller gibi, yalnız bir vatanda değil, milletimizin târih boyunca, nice müstakil ve muhteşem devletler kurduğu, çeşitli va­tanlarda işlenmiştir, Türkiye Türkçesi’nin de güzelliğin­de en büyük coğrafî tesir, 900 yıla varan bir zamandan beri, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesİ’nin tesiridir. Fakat, Türkçe, tıpkı Türk milleti  gibi, târihin son dokuz asrında, dünyânın üç kıt’ası üzerinde lisân! bir imparatorluk kur­muş ve bir imparatorluk dili hâlinde işlenmiştir. Bu ba­kımdan dilimiz, hüküm sürdüğü toprakların neresinde gü­zel bir ses bulmuşsa, onu, kendi bünyesine almakta büyük kaabiliyet göstermiştir.

Uzun Hece

Meselâ Türk ırkı, eski Asya topraklarında bir ordu millet’di. Milyonca at besleyen, at üzerinde yaşayan, at üzerinde ölen Türklerin uzun konuşmaya vakti yoktu. Ya­şanılan bozkır ikliminin sertliği de buna imkân bırakmı­yordu. Onun için, Türkçede Gel! Git! Var! Kır! Çık! İn! Koş! Dur! gibi, tek heceli cümleler sesleniyordu.

Bu tok ve kapalı heceler, eski Türkçenin karakteris­tiğini teşkil ediyordu. Başlangıçta damak yerine tamgak, kayık yerine kad-guk denilmesi bundandı. Böylelikle, Türk­çenin yalnız tek heceli kelimelerine değil, iki, üç heceli ke­limelerine de bu tok ve kapalı heceler hâkimdi.

Türkistan Türkçesinde, zamanla üçüncü harfleri aşı­ran açık hece’ler de olmuştu. Kud-hug kelimesinin ku-yugr ve kuyu olması böyleydi.

Fakat bu Eski Türkçe’de uzun hece yoktu.

Uzun hece, sâdece bir Arap veyâ Acem hecesi değil­dir.

Eski Akdeniz medeniyetine mensup bütün milletlerin dilinde, İbrani’de, Yunanca’da, Lâtince’de, v.b. uzun hece vardır.

Şu demek ki, uzun hece, bizim, üzerinde imparator­luk kurduğumuz toprakların, yâni dünkü ve bugünkü va­tanımızın sesidir. Türk milleti bu sesi duymuş, sevmiş ve benimsemiştir. Hem de bu topraklarda târihin en büyük ve en şerefli imparatorluğunu kuran millet olduğu için, duymuş, sevmiş ve benimsemiştir’

Aynı uzun, hece, cubisme’in felsefesini yaptığı plâstik sanatlardaki üçüncü bu’ud gibi, boylan ve enleri olan dillere bir derinlik çizgisi verip zengin mûsiki sağlayan, bir üçüncü ses’tir.

XIII. Asır Anadolu şâiri Yûnus Emre’nin şiirlerindeki l

Nidem elim ermez yâre

Bulunmaz derdime çâre

Oldum, ilimden, âvâre

Beni bunda eğler misin?

 

mısraları, yahud:

Ben Yûnus-ı bîçâreyim                 

Dost ilinden âvâreyim

Baştan ayâğa yâreyim

Gel, gör beni aşk neyledi?

söyleyişi, bu güzel sesleri, Türk halkının söze ve şiire verdiği nağmelerle kazanmıştır.

Neden?

Bize, bu mısrâlardaki uzun heceleri güzel gösteren se­bep nedir? Bu uzun hece, Türkçede bir Arap dili yankısı, bir Acem zevki midir? Sâdece bunlar değil, Türk istese, bu dillerden aldığı kelimeleri kısa telâffuz edebilirdi. _Nitekim.

Öyle telâffuz ettikleri de vardır. Esâ.sen, hiçbir kelime Türkçede başka dillerdeki telâffuzuyle yerleşmiş değildir. Türk, onları, az veya çok, kendi zevkine, kendi söyleyişine göre ayarlamış ve Türkiye Türkçesi’nin kendi güzel sesiy­le kullanmıştır. Arabm Ellâh’ma bizim Allah dememiz böy-‘ ledir; Arabm manara’sına bizim minare dememiz böyle- •dir; Acem’in gul sözüne bizim gül güzelliği vermemiz böy- ledir. Hattâ, eski Türk’ün Tengri kelimesine bizim Tan­rı sesi vermemiz de böyledir. .

Türkçede uzun hece’nin sevilişi ve bir milli nağme hâline konuluşu, Türk, şiirini, asırlarca, an’anevi Dîvan Şiiri estetiği’yle ve disiplinle kucaklayan klâsik terbiye so­nucu olsa bile, uzun hece:

Akşam oldu, yine bastı kaareler,

Gitme yârim seni arslan pareler

diyen halk türküsünde artık yerli bir zevktir.

Esasen milletimiz, bu uzun hece’yi yalnız başkaların­dan aldığı kelimelerde kullanmamıştır. Kendi kelimelerin­de de bâzı heceleri büyük bir zevkle uzatmıştır. Bu zevki hattâ Türkçeleştirdiği kelimelere bile tatbik ettiği olmuş­tur.

Meselâ Arapçada sahih diye bir söz vardır. Türk, bu­nu sâhi diye uzatıp inceltmiştir. Arapçada sahlap diye bir kelime vardır. Türk halk telâffuzu, buna sâleb demiştir. Arapça na’na kelimesinin Türkçede nâne telâffuzu da böy­ledir. Türk, Salanikos adlı bir şehir zaptetmiştir. Fakat bu adı beğenmemiş, zamanla, ona Selanik demiştir.

.Selanik… Bu kelimedeki ince ve uzun lâ sesi, Türkiye Türkçesi’nin mûsikî zaferlerindendir. Bu tamâmıyle millî lâ sesini, bütün dünyâda Türk’den daha güzel telâffuz eden bir başka millet yoktur. Başkaları buna la derler, laâ derler, fakat kolay kolay lâ diyemezler. Bizim lâle deyişi­mizde, ceylân sesimizin güzelliğinde ve kendi ala keli­memizden inceltip uzatarak yarattığımız elâ sözünde, hep bu Türk lâ’sı seslenir.

Fâtih Sultan Mehmed’iıı ordusu, İstanbul şehrini zap­tettiği zaman, bu şehrin bir semtinde Cebe Ali adında bir Türk kumandanı karargâh kurmuştu. Bu karargâha gidip’

gelen Türkler, o semte o kumandanın adını verdiler. Türk telâffuzundan bu semte ya Cebeli veyâ Cabalı demesi bek­lenirdi. Fakat öyle olmadı. Halkımız, bu İstanbul köşesini Cibâli âhengiyle güzelleştirdi. Çünkü Türkiye -Türklerinin dilinde artık bir uzun hece zevki vardı. Ve bu zevk, yeni vatanın, yeni coğrafyanın terennümüydü.

Bunun bir isbâtı da Anadolu fatihlerinden Tur Ali Bey’in hâtırasında seslenir: Dede Korkut Hikâyeleri’nde adı geçen bu Türk beyine Han Tur Ali diyen Türk halkı, bu adı zamanla Kan Turalı gibi, hepsi kaim, seslerle söy­lemiştir.’ Bu söyleyiş, Anadolu’ya geliş târihindeki Türkçe- nin, Turalı telâffuzundan, Cibâli söyleyişine geçebilmesi için, milletimizin, yeni vatanın sesini tam beşyüz yıl duy­ması ve dinlemesi lâzım gelmiştir.

Eski Türkçede, bizim kanklı diye bildiğimiz,”bir kan- gulug kelimesi vardır. Aynı kelimenin Anadolu’da, bize bir İstiklâl Harbi kazandıran, aziz adı, kağnı’dır. Türkçe­de yumuşak ğ ile biten birçok hecelerin uzun hece oldu­ğunu anlamaya mecburuz. Fâruk Nâfiz’in, Anadolu dağla­rını kağnı üzerinde aşan bir Türk kızı için söylediği:

Sanki vurmuş da onun bir kara sevdâ başına

Kahramanlar gibi yalnız çıkıyor dağ başına

mısrâlarındaki dağ kelimesinin, sevdâ ile kafiyelendirilmesi bundandır.

Nitekim Yahyâ Kemal’in:

Adalardan yaza ettik de veda

Sızlıyor bağnmız üstündeki dağ

Seni hatırlıyoruz Vîranbağ

mısrâlanmn son heceleri, Türkiye Türkçesinde. birer ka­palı hece değil, birer uzun hece’dir.

Kısaca, Türk’ dili târihinde bu sesin. sevilişi, vatan semâlarına, ince, uzun minareler yükselten ve kızlarına Elif adı veren bir milletin estetiğidir. Dilimizde taş gibi bir kelimenin Bektaşi diye incelip uzaması; kurşun, sesinde bir sözün, kurşunî ahengini alması, hep aynı yeni esteti­ğin neticesidir.

Bu örnekler daha pek çoktur. Ancak mevzümuz, onla­rın sayısı üzerinde durmamıza imkân vermiyor. Yalnız şu noktaya mutlak bir ışık tutulmalıdır ki Türkiye Türkçe- sinde değişen şeyler vardır. Bu değişme, binlerce ve bin­lerce Türkçeleşmiş kelimenin sesinde ve mânâsındadır. Di­limizin, yeni bir târih safhasında ve yeni bir vatan coğ­rafyasında dokuz asır işlenip güzelleşmesindendir; bu iş­lenme ve güzelleşme târihinde, kelimelerin yeni sesler ve- yeni mânâlar kazanmasındadır.

Bu sebeple, kelimeleri hor görmek, hakir görmek; hele şu veyâ bu politik veyâ ideolojik sebeple dilden atılabilir  görmek, onların oluş ve yontuluş târihini bilmemekten ve­yâ umursamamaktan doğan, büyük gaflettir.

Çünkü, milletlerin olduğu gibi, kelimelerin de târihi, vardır.

, Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle duymuş, on­larla düşünmüş; birbirlerini ve evlâtlarını o kelimelerle sevmiş; bu kelimeleri tamâmiyle. millî bir sanatla işleyip- güzelleştirmiş ve kendi millî mûsikisiyle seslendirmişse… evlâtlar, artık o kelimelere düşman kesilemezler!…

Buna büyük milletler değil, yaratılıştan küçük mil­letler bile cesâret etmemiştir.

Böyle bir târih boyunca işlene yontula, güzelleşmiş,, halk şiirine, aile harîmine, millî vicdâna yerleşmiş keli­meleri sevmemiz, anlamamız ve korumamız tabiîdir. Böy­le kelimeler, dillerde; efsâne’nin Nisan yağmurundan dü­şen damlaları sedef içinde saklayıp işledikten sonra, iri ve parlak inci’ler hâline koyması gibi, zamanla ve sabır­la işlenmişlerdir.

Bu. hâlis incileri, birtakım encik boncukla değiştir­mek, en azından incideki kıymeti anlamamaktır.

Biz Türkçenin başına gelen felâketi, bu dilin dünyâ dil­leri arasındaki yerini ve karakterini dikkate almamak gibL. vahim bir hatâda buluyoruz. Çünkü Türkçe, herhangi kü­çük ve başkalarına mahkûm bir millet dili değil, bir impa­ratorluk dili’dir.

İmparatorluk dili ne demektir? Burada, geniş vakit, alacak bu mühim mevzuu, ikinci bir konuşmama bırakıyo­rum. Yalnız şu kadarını söyliyeyim ki: Her dil imparator­luk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz!.„

Bunun için büyük millet olmak, hattâ büyük millet olarak yaratılmak lâzımdır.

Türkçe,, daha Asya topraklarında iken, Çin, Kore, Hind, İran, Moğol, İslâv ve Yunan dilleriyle kelime alışverişi yapmıştı. Bugün yanlışlıkla öztürkçe sanılan birçok ke­limenin, araştırılınca, Çince, Moğolca, Soğdca ve Yunan­ca çıkması bundandır. İslâm Medeniyeti asırlarında ise, Türkler, dünyânın üç kıt’asına hâkim millet olarak bay­rakları altında tuttukları engin ülkelerden vergi alır, baç -alır, mahsûl toplar gibi, kelime de toplamışlardır. Böyle­likle bütün o ülkelere yalnız kılıç kuvvetiyle değil, kül­tür kuvvetiyle de söz geçirmişlerdir.

Bu yerlerden derlenen ve asırlarca Türk zevkiyle iş­lenip Türkçeleştirilen kelimeler, bizim zafer ve şeref asır­larımızın canlı miraslarıdır. ‘Bu kelimeler atalarımız tara­fından fethedilmiş ve vatan yapılmış topraklar gibi, fet­hedilmiş ve Türk yapılmış kelimelerdir.

Şimdi sen, mâdem ki bu târihin çocuğusun; eski zafer ve şeref asırlarının bugünkü evlâdısın!… Atalarının sana miras bıraktığı her güzel şeyi seveceksin!…

Ataların bize miras bıraktığı en güzel iki şeyden biri ‘bugünkü Türk vatanı ise, İkincisi Türkçe’dir.

Onu, olur olmaz kaprislerle yıkamazsın!

Seni yıkmak için önce onu yıkmanın lüzumuna ina- znan düşmanlarının yardımcısı olamazsın!…

Bu dili seveceksin!… Hem de her hâliyle sevecek ve koruyacaksın!..

Türkçe, nasıl sevilir?…

Vaktiyle, Birinci Türk Dili Kurultayı’nda, büyük edip, Hâlid Ziyâ Uşaklıgil, bir tebliğ okumuştu. O tebliğde, ay­dınlarımıza Türkçeyi sevme dersi vermişti. Demişti ki:

“Ben, Türkçe’nin ezelî bir âşıkıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Ben, Türkçeyi, muhtelif devirlerinde, muhtelif elbiselerle, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o li­baslar altında, kendi cevherinde sevdim.

Ben eski Bâbıâli (kâtiplerinden işittiğim süslü dili) sev­diğim gibi, Aksaray’da, karpuz sergisinde müşteri ayart­mak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarâfetlerle dolu Türkçesini de sevdim.

Ben, Divan Edebiyâtı’nın gazelleriyle mest oldum.

Fakat sevgili İzmir’imin, İki Çeşmelik kızının incir işlerken söylediği türkü ile de mest oldum.

Ben o sevgiliyi, atlas şalvarıyle, başının üzerinde altun işlenmiş takkesiyle gördüm.

Ben onu perişan gönüllü şâirin:

O gül-endam bir al şâle bürünsün, yürüsün

Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün

beytinde olduğu gibi, bir al şala sarınıp yürüdüğünü gö­rerek de sevdim.

Başında hotozu, belinde kuşağı,, sadef kakılı şeriri üze­rine uzanmış; yâhud Sa’dâbâd’da, Göksu’da seyrâna çık­mış hâliyle de gördüm, yine sevdim.

Fakat tabiatte herşey tekâmülden, inkılâptan ibaret olduğu için her devrin zevki de aynı olmuyor.

Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşıyle giyinmiş, başında küçücük beresiyle, bir rüzgâr gibi, kaldırımlar üzerinde seke seke yürüyen ve rüzgâr mı onu götürüyor-, o mu rüzgârı sürük­lüyor, diye, insanı şüpheye düşüren hâliyle de Türkçe’yi gördüm ve sevdim.”

Türkçeyi sevmek budur. Bir dil, kendi öz evlâtları tarafından, ancak böyle sevilir.

Biz aslaa unutmamalıyız: ki Türk Dili’nin son inkılâ­bı, Atatürk’ün sarıldığı hamledir.

Bu hamlenin de son noktası, o inkılâb içinde yine Atatürk’ün yükseldiği görüştür. Bu görüş, Atatürk’ün ölü­müyle bıçak gibi- kesilen ve terkedilen Güneş-Dil teorisiy­le ifâde edilmiştir.

Bu teori, Türkçeyi, Türkçeleşmiş her sözü Türkçe sa­yan, şuurlu ve tabiî anlayışa götürmüştür.

Atatürk, bu anlayış içersinde ölmüştür. Bu sebeple, aynı anlayış, bize yalnız târihimizdeki sayısız ataların değil, son olarak Atatürk’ün de mirâsıdır.

Çünkü Mustafa Kemal Paşa, çok kısa bir zamanda, çevresindeki sahtekârlardan sıyrılarak, Türkçeyi hakikî ay­nasında görmüştür.

Türkçe budur ve bundan sonra da böyle olacaktır.

Burada, son bir hâtıra olarak, Türk Dili’nin daha eski bir âşıkma döneceğim: Bu Türk Dili âşıkı, Divânü Lûgaati’t-Türk yazan, Kâşgarlı Mahmud’dur. Kâşgarlı Mahmud, bundan dokuz asır evvel, hem de Bağdad’da, Türk Dili için şunları söylüyordu:

Türk dilini öğreniniz! Çünkü Türklerin uzun sürecek saltanatları olacaktır!

Onun dediği oldu.

Fakat söylediği sözlerin hakikati bitmedi.

Çünkü bu söz bugün için de doğrudur; ve şöyle bir değişiklikle, bugün de söylenebilir:

Türk dilini seviniz! Çünkü Türklerin en az geçmişle­ri kadar büyük geleceği olacak ve bu gelecek, o geçmişe dayanacaktır.

KAYNAK: Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, İst. 1977 (3. Baskı)