Nihad Sami BANARLI: Tasavvuf Edebiyatı

Tasavvuf Edebiyatı

Nihad Sami BANARLI

İslâmî Türk edebiyatı, bu medeniyetin her türlü fikir ve ilim hareketleriyle beslenmiştir. Bunlar arasında edebiyat ve toplum hayatımızda derin yankılar uyandıran önemli bir ha­reket de tasavvuf akımıdır. Türkistan’da Ahmed Yesevî’nin ya­şadığı yüzyıllardan başlayarak, özel bir edebiyat vücuda getiren tasavvuf akımı, giderek, bütün Türk edebiyatı için zengin bir fikir ve kültür kaynağı olmuştur. Bu sebeple yeni Türk edebi­yatının daha anlayışla ve daha kolay öğrenilmesi için, tasavvuf felsefesi hakkında bazı temel bilgiler veriyoruz:

Tasavvuf, İslâm dünyasında toplum hayatiyle geniş ölçüde kaynaşmış, sırrî bir duyuş, düşünüş ve inanış sistemidir.

Bu akım, din kitaplarının verdiği bilgilerle kalmayarak, yaradılışın sırlarını daha serbest bir düşünüşle çözmeye çalışan bir zihni araştırma ve bir dinî he­yecan akımıdır.

Bu araştırma, daha İslâmlığın ilk yüzyıllarında başlamıştı: Müslümanlığa eski inanışlarından unutulmaz hatıralar getiren çeşitli kavimler vardı. Bunlar arasında, bazı İnsanların din kanunlarıyle uyuşamayacak derecede manevi üs­tünlüklerine inanan eski düşünceleri de bulunuyordu. Bu düşünüş, insanlara, “Allahtan kopup geldiklerine ve tekrar Allaha döneceklerine” inanmaktan do­ğan bir heyecan veriyordu.

İslâm dünyasında, medreseler, din kitaplarına çok bağlı bilgiler öğreti­yordu. Din ve felsefe konularında daha serbest düşünmek isteyenler de bu çeşit düşünce ve heyecanlan, geniş halk kitlelerine tanıtmaya çalışan tekkelerde toplandılar.

Tekkeler, Allah’ın birliği inancından ayrılmadıkları için, İslam dininin ru­huna aykırı değildiler. Böyle olduğu halde, onların çalışmaları, medreselileri yadırgatmış ve bu iki kurum arasında yüzyıllarca uzayan dinî-fikrî geçimsiz­likler olmuştur.

Medreseliler,. Müslüman olanların bile cennete’ gitmelerini o kadar kolay bulmuyorlardı. Tekkeliler ise, İnsan olabilmek sırnna ermiş bir ruhun, hangi dinden ve hangi milletten olursa olsun, Allaha varabileceğine inanan geniş bir anlayış içindeydiler. Bu sebeple, medreselerin sayılı İlgililerine karşı, tekke çev­relerinde sayısız insan grupları toplanıyordu.

Tekkelerde toplanan İslâm mistiklerine sufi deniliyordu. Onların kurdukları inanış ve düşünüş sistemine de tasavvuf adı veriliyordu. Ancak sufi­lerin kendi aralarında da birtakım duyuş, düşünüş, tören ve âdet ayrılıktan olması, onları da tarikat adı verilen birtakım gruplara ayırmıştı.

Tarikat, sufiler için bir “Allaha ulaşma yolu” ve “sufilik yoluna giren fert­lerin vücuda getirdikleri, belirli âyin ve erkâna bağlı” sosyal bir kurumdur.

Tarikatlerin kurucu ve yol göstericilerine, pîr ve şeyh denir; bu şeyhlerin gösterdikleri yoldan yürüyenlere de mürid ve derviş adı verilir.

Tasavvuf felsefesi, hicretin ikinci yüzyılında Araplar tarafından kurulan ilk tekkeden sonra, daha çok, İran ve Türk düşünürleri tarafından geliştirilmiştir. Zamanla eski Yunan felsefe­siyle de anlaşarak gelişen tasavvuf sistemleri içinde en üstün ve yaygın olanı, Vahdet-i Vücut teorisidir.

Yaradılıştaki sırrı aramaktan doğan bu teoriye göre bütün yaratılmışlar, Allah varlığını tanıtmak içindir. Gerçekte, bir varlık, bir vücut vardır: Allah. Bizim gördüklerimiz de Allah varlığının çeşitli görünüşleridir. Birer ayrı varlık gibi görünen deniz dalgaları, nasıl denizin kendisinden başka bir şey değilse… Duvarlarında aynalar bulunan bir odaya giren insanın bu aynalardaki görünüşü nasıl aynı insanın sayısız hayâlleri ise, tıpkı bunun gibi, şu görünen bütün var­lıklar da Allah’ın varlığının çeşitli hayâllerinden başka bir şey değildir.

Daha zaman yokken, Allah varlığı, kendi gizli âleminde yalnızdı. Fakat bu mutlak vücud’un aynı zamanda hüsn-i. mutlak denilen kusursuz bir güzelliği vardı. Böyle olduğu halde, o güzelliği görecek göz ve sevecek gönül yoktu. Hal­buki “güzellik kendini göstermek ister” ve “güzel, kendini görecek göz, sevecek gönül arar.” Tanrı güzelliği, aradığı bu gönülleri şöyle buldu: Allah, aynada hayalini gören insan gibi, adem denilen hiçlik ve yokluk enginlerine bir bakı­verdi; orada kendi akislerini gördü. Bu nakış, bize Allah’ı tanıtacak birer ha­yalden başka bir şey olmayan varlıkları yarattı.

Varlıklar içinde, Allah’a daha yakın bir hayal, insan’dı. Aynadaki hayalinin gözbebeğinde kendini tekrar gören insan gibi, Allah da kendi varlığını, daha derli toplu olarak, bu insan’da görmüştü. Böylelikle Allah, güzelliğini görüp sevecek gözler, gönüller buldu. İnsan da kendisinde, ilâh! özellikler bulunan, geçici bir varlık oldu.

Varlık, güzellik ve iyilik… Bunlar, Allah’ın özellikleridir. Hiçlik, çirkinlik ve kötülük… Bunlar da yine Allah’ın özelliğini bilmemize yarayan geçici şeylerdir. (Çünkü, yokluk olmasa, varlık’ın ne olduğu anlaşılmaz; çirkinlik olmazsa, gü­zel‘i seçemeyiz; kötülük olmazsa, iyiliği bilemeyiz.) İnsanda ise, bu vasıfların hepsi vardır. Şu halde insan, bir yolunu bulup, kendisindeki çirkinliği, kötülüğü, hiçliği yok etmelidir. O zaman yalnız güzel, iyi ve var olacaktır ki, bu, Allahın özelliğine varmak, yani Allah varlığına katılmak demektir.

Esasen vücud-i mutlak’tan kopmuş olan İnsandaki varlık, aslına karşı bir çekiliş halindedir. Fakat adem (1) buna engel olmak ister. Ancak, İlâhî varlığa karşı duyulan çekiliş, eğer yokluğu yenecek kuvvette ise, o zaman mutlak var­lığa katılmak kolaylaşır.

İnsanı kötü yapan, çirkin yapan ve yokluğa atarak, Tanrı varlığından uzak­laştıran nefs’i yenebilmek büyük bir irade ve bir aşk ister. Aşk, insanı Tanrıya ulaştıran kudretli çaredir. Fakat bu aşk, yeryüzündeki güzel insanları sevmek anlamındaki hakiki aşk’tır. Yeryüzündeki güzelleri sevmek, eğer İlâhî aşk için bir başlangıç olabiliyorsa faydalıdır. Yoksa, bu çeşit mecaz! sevgiler için çarpan gönüllere acımak gerekir. Aslında, insanların birbirlerine karşı duydukları çe­kilişte bu ülkü vardır:

Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin

Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin

diyen şairin söylemek istediği budur: “Tanrım, sen yeryüzü güzellerini, onlara kendi güzelliğini vererek yarattın; onlar, doğrudan doğruya senin güzelliğin ol­dular. Sonra, onları seven âşıklarda göz ve gönül olarak yine kendi güzelliğini gördün ve sevdin.”

Tasavvufta, insanın, nefsini yenerek mutlak varlığa katılmasına fenâ fillah katına ulaşmak denir. Gerçi bu kata ulaşmak, ancak öldükten sonra mümkün­dür. Fakat ilâhî aşkın son derecesine varıp, nefsinde ve her şeyde yalnız Tanrıyı görebilecek hale gelenler, bu mertebeye hayatta iken de yükselebilirler.

Nitekim, kendilerinde bu aşk ve düşünüş heyecanını bularak, bu dereceye vardıklarına inanan bazı büyük sufiler, heyecanlarım gizlemeye lüzum görme­yerek, bulundukları zaman ve çevrenin hazmedemeyeceği sözler söylemekten çekinmemişlerdir. Meselâ “Enel-Hak = Ben Hakk’ım” diyen Hallâc Mansur’un sözündeki manayı anlamayanlar, onu türlü ezalarla, idam etmişlerdir. Bunun gibi, XIV. yüzyılın Azerî şairi Nesimi de aynı sebeplerle Halep’te derisi yüzü­lerek öldürülmüştür.

İşte bir zamanlar, insanlar için yeryüzünün en sevgili ideali olan Allah varlığına katılmak ülküsü, aynı insanlara eşsiz bir irade vermiş, bu İnsanlar, her türlü menfaat endişelerinden uzak kalabilmek sırnna ermişlerdir. Ölüm, onlar için, karanlık bir sonuç olmak dehşetini kaybetmiş, insanlar, Allah’tan birer parça taşıdıklarına inandıkları için, bütün öteki insanları candan seve­bilmek faziletine ulaşmışlardır.

TASAVVUF ve SANAT

Vahdet-i vücut felsefesi, insanların tekkelerde bü­yük bir heyecanla toplanmalarına ve eşsiz yaratı­cıya, yalnız dinî emirlerle değil, düşünce yoluyle inanmalarına yol açmıştır. Bu arada her büyük heyecanı bağnna çekmekte gecikmeyen edebiyat, tasavvuf akımı İçin de geniş bir ifade ve telkin vasıtası olmuştur. Büyük sufiler, heye­canlarım ancak şiirle söyleyebilmişler, böylelikle, daha çok, İslâmî, İran ve Türk edebiyatlarında zengin bir Tasavvuf edebiyatı meydana gelmiştir.

Fakat tasavvuf akımının ifade kudretine baş vurduğu sanat, yalnız edebiyat değildir. Edebiyattan başka musiki ve raks da bu heyecanların ses ve hareket halinde ifadesi için birer başka dil olmuştur. Bu arada, Mevlevi musikisi ile semâ’ denilen ve bir ibadet manası taşıyan Mevlevi raksı’nın Türk İslâm sanat­ları içinde üstün bir yeri vardır.

TASAVVUF LİSANI
Tasavvuf edebiyatı, insan aşkından ayırt edilmesi ge­reken ilâhî aşk ı söyleyebilmek için, birçok özel terim­ler, mecazlar, semboller kullanmak zorunda kalmıştır. Meselâ, “yaşlı adam” anlamındaki pîr kelimesi, tasavvuf dilinde, tarikat kuran, tarikate kendi adı verilen insan demektir. Mevlevi tarikatının pîri Meviâna, Bektaşî tarikatının pîri, Hacı Bektaş Veli’dir. Yine aslında ateşe tapan, Mecusî demek olan “muğ” kelimesi, tasavvuf dilinde tarikata giren derviş, mürit demektir. Pîr-i muğan sözüyle de yine tarikatın şeyhi, piri ifade olunur. Meyhane = tekke, mey = İlâhî aşk demektir.

Fakat tasavvuf dilinin bu çeşit mecazlarını yalnız sufi-şairler kullanmış değildir. İleride göreceğimiz Divan edebiyatı’nın aşk ve şarap heyecanlarıyle şiir söyleyen din dışı şairleri de bu mecazları kullanmışlardır. Burada tasavvuf akımını uzunca tanıtmamız da yalnız edebiyat tarihimizde bir Tasavvuf edebiyatı’nın varlığından değildir. Divan edebiyatının hemen bütün yazarları, nasıl bütün îslâm ilim ve felsefelerini biliyorlarsa, o kadar, hatta ondan da geniş ölçüde bir Tasavvuf kültürü’ne sahip bulunuyorlardı. Bu sebeple, şiir yazarken ne din, ne ifan, ne de tasavvuf güden birçok yazarlar, kendi aşklarım tasav­vufun mecazlarıyle süslemek gibi sanatlar yapmışlardır. Daha doğrusu, heye­canlarını daha kuvvetle söyleyebilmek için, tasavvufun zengin kelime ve deyim­lerinden faydalanmışlardır.

Ancak, asıl tasavvufçular, bu türlü şairleri hiç bir zaman kendilerinden saymamışlardır. Onlar, kendi şairlerini daha çok âşık diye adlandırmış, böyle­likle âşıklar, din ve tasavvuf dışındaki konularda şiirler söyleyip Divan şair­lerinden ayırt edilmişlerdir.

TÜRKİSTAN’DA İLK SUFİLER

Tasavvuf, Türkler arasına Müslümanlığın girdiği yollardan girmiştir. Müslüman Türkler arasında yetişen dervişler, şeyhlerinin Allah’a varış yollarını Türk halkına ta­nıtmak için çalışmışlardır. Türk halkı, kendilerine Allah, yaratılış, cennet, ce­hennem konusunda heyecanlı sözler söyleyen bu derviş-şair’leri yadırgamamış, onları kendi ozan ve baksı’larına benzeterek seviniştir.

Fakat Türkler arasında bir tarikat kuran ve yaşadığı çağlardan başlayarak, on binlerce Türk halkı üzerinde geniş ve devamlı izler bırakan ilk büyük muta­savvıf, Hoca Ahmed Yesevî’dir.

Ahmed Yesevî, Türk illerinde tarihî simasından çok, destanî şahsiyetiyle yaşamış ve sevilmiş bir evliya-şair’dir. Onun daha Muhammed Peygamber zamanında, dünyaya geleceği bilinen büyüklerden olduğu rivayeti, Türkistan halkı arasında yüzyıllarca yaşamıştır.

Ahmed Yesevî on ikinci yüzyıl başlarında Türkistan’da Sayram kasaba­sında doğmuş, Buhara’da okumuş, Şeyh Yusuf Hemedanî’nin öğrencisi olmuş, sonra Yesi = Türkistan şehrine dönerek, burada büyük bir tarikat kurmuştur. Bu tarikatın adı Yesevî tarikatı’dır.

Tarikatım yaymak için birçok tasavvuf şiirleri söyleyen Ahmed Yesevî, bu şiirleriyle Türk tasavvuf edebiyatının kurucusu olmuştur.

Onun, hece vezniyle söylediği şiirlere, onları başka şiirlerden ayırt etmek İçin, hikmet adı verilmiştir. Yesevî hikmetlerinin büyük önemi, bu şiirlerin söyleyiş bakımından geniş ölçüde millî oluşlarındandır:

Hikmetler oldukça sade ve güzel bir Türkçeyle yazılmıştır. Aruzla yazılanları da bulunmakla beraber, bu şiirler çoğunlukla,-hecenin (4 + 3 = 7) ve (4 + 4 + 4 = 12) li vezinleriyle söylenmiştir. Manzumeler, genel olarak dörtlüklerle düzen­lenmiş, destan şeklindedir. Kâfiyeler de yine halk şiirimizin yarım ve redifli kafiyeleridir.

Hikmetlerde daha sonraki tasavvuf şiirlerinde görülen coşkunluk yoktur. Yesevî, çevresinin hazmedeceği ölçüde tartılı sözler söylemiş, çok defa dinî, ah­lâkî öğütler veren bir Müslüman dincisi özelliğiyle konuşmuştur.

Gerçekten inanmış bir insan olan Yesevî’nin Türk tekke hayatı ve tasav­vuf edebiyatımızın üzerindeki tesiri geniş ve süreklidir. Türk illerinde Yesevî’den sonra kurulan Nakşbendîlik, Haydarîlik, Bektaşîlik gibi belli başlı tarikatlar üzerinde Yesevîliğin açık izleri vardır. Ayrıca Yesevî hikmetleri gibi şiir söyle­mek, Türkistan sufileri arasında büyük çığır halini almış, kısa zamanda bu yolda birçok şairlerin bu kitapları için de —mesnevi şekli yerine kullanılan— klasik bir şekil değeri kazanmıştır.
________________________
(1) Adem: Yokluk.