Mustafa ÖZÇELİK: Çağdaş Bir Yunus Menkıbecisi EMİNE IŞINSU

Çağdaş Bir Yunus Menkıbecisi

EMİNE IŞINSU

Mustafa ÖZÇELİK

Bir roman kahramanı olarak Yunus Emre

Yunus Emre, Milli Edebiyat devrinden bu yana hakkında pek çok ilmi, kültürel çalışmanın yapıldığı bir isimdir. Aynı şekilde ona ithafen çok sayıda şiir de yazılmıştır. Böylesine önemli bir şahsiyetin roman kahramanı olmaması, hakkında romanlar yazılmaması elbette düşünülemezdi.

Nitekim öyle de oldu. Nezihe Araz’ın Dertli Dolap kitabıyla başlayan Yunus Emre romanları geleneğine sonradan çok sayıda eser eklendi. Hemen aklımıza gelenler ise Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Benim Adım Yunus Emre, Ahmet Efe’nin Yunus”, Özgen Keskin’in Yunus Emre Var Yarına, Mehmet Önal Hak Çalabım”, İskender Pala’nın Od”  Galip Argun’un Aşkın Kandili Yunus Emre, Mahmut Ulu’nun Aşka Ağlayan Derviş Yunus Emre romanlarıdır. Kimi romanlarda ise Yunus Emre, eserin çok önemli kahramanlarından biri olarak resmedilir. Bu tarz eserlere örnek olarak da Kemal Tahir’inDevlet Anasını verebiliriz.

İşte Yunus’u bir roman kahramanı olarak anlatan romancılarımızdan biri de Emine Işınsu’dur. Onun Bir Ben Vardır Benden İçeri adıyla yayımlanan bu eseri, Yunus’u çocukluğundan itibaren içselleştirmiş usta bir romancının çağdaş bir Yunus Emre menkıbesi olarak karşımıza çıkar.

Anneden kızına kalan miras: Yunus sevgisi

Emine Işınsu’nun Yunus’la yakınlığında birinci derecede etkili olan isim, annesi şair Halide Nusret Zorlutuna’dır. Yunus’a yazdığı lirik şiirlerle de tanınan Zorlutuna’nın gönlünde ve dilinde hep Yunus vardır. Dahası, kızına da bu sevgiyi aşılamayı gaye edinerek evlerinde sık sık Yunus ilahileri söylemektedir.

İşte Emine Işınsu’nun Yunus’la tanış olması bu ilahilerle başlar. Kendisi, Yeni Şafak Gazetesinde yayımlanan bir mülakatında bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Annem şair ve yazar Halide Nusret Zorlutuna, bir Yunus sevdalısıydı, çocukluğumdan beri kulaklarım ve gönlüm onun şiirleri ile dolmuştu. Giderek ben de bir Yunus sevdalısı oldum.”

Farklı bir romancı

Emine Işınsu henüz yirmi üç yaşındayken (1961-63) yazdığı “Küçük Dünya” adlı romanı ile bir romancı olarak tanınmaya başlar. Arkası gelir ve “Ak Topraklar”, “Tutsak”, “Sancı”, “Çiçekler Büyür”, “Canbaz”, “Kaf Dağı’nın Ardında”, “Nisan Yağmuru” gibi pek çok esere romancı olarak imza atar. Bu eserlerinde dikkat çeken ilk özellik dilidir. Türkçe, onun eserlerinde zengin anlatımlara imkân veren bir dil özelliğine bürünür. Diğer bir özellik ise insan psikolojisinin esas alınması ve kahramanların ruh dünyalarının anlatılmasıdır. Esir Türkler, kadın meseleleri, bireyin iç çatışmaları yazarın ana konularıdır.

Yazarlık hayatı boyunca romana sadık kalan Işınsu’nun biri deneme, biri hikâye, üçü oyun türünde olan eserlerinin dışındaki bütün eserleri roman türündedir. Romana verilen bunca emek, insani duyarlık, ruhsal çözümlemeler, Türk-İslam kültürüne ve bu kültürün yetiştirdiği şahsiyetlere duyulan sevgi, yazarın Yunus’a olan alakası aynı zamanda Yunus’un da mensubu olduğu tasavvuf düşüncesine yakınlığıyla ilgilidir. “Çocukluğumdan beri, annemden dolayı olsa gerek, tasavvufa meraklıyımdır. Bu merak beni, Yunus Emre’yi yazmaya yönlendirdi ve Yunus’dan sonra tasavvufa karşı daha bir sevdalı oldum. Böylece bir kaç erenimizi daha yazmayı istiyorum, kısmet olursa tabiî.” diyen Işınsu’ya Yunus romanıyla başladığı bu yeni yolda kahramanı sufiler olan başka romanlar da nasip olmuş ve Hacı Bayram, Niyazi Mısri ve Hacı Bektaş’ı da anlatan romanlar yazmıştır. Bu şahsiyetlerin hayatlarının daha çok menkıbevi bilgilerle ortaya konulduğu için onu da “çağdaş bir menkıbeci” gözüyle görmek mümkündür.

Eserin yazılış süreci

Emine Işınsu, çocukluğundan beri Yunus’ladır ama onun hakkında bir roman yazabilmek için kendi ifadesiyle kırk yıl beklemek durumunda kalmıştır. Bunun kendince sebepleri vardır. M. Nuri Yardım’la yaptığı bir söyleşide bu durumu kendisi şöyle açıklamaktadır:

“Evet, kırk yaş dolaylarında Yunus’u romanlaştırmayı çok istemiştim, fakat sonra bunun mümkün olamayacağını gördüm. O sıralarda içim gel-gitlerle pek dalgalıydı. Memleketimizde bir sol-sağ çatışması vardı, acı vardı, anaların göz yaşı vardı. Aşırı üzüntüler içindeydim. O gönülle Yunus’a ulaşabilmek, onunla hâlleşebilmek olamadı. Yeteri derecede bir ruhî olgunluğa erişemediğimi de düşünüyordum.”

Işınsu, bu duruma rağmen hep bir Yunus romanı yazmayı da aklının bir kenarında tutmaya devam etmektedir. Arabistan’a kaldığı altı yıl içinde bunu hep düşünür fakat olmaz. Onun yerine “Kaf Dağı’nın Ardında” romanını yazar. Bu eserde yeni “yol”a düşmüş, bir genç hanımın duyguları vardır. Dolayısıyla bu eserini “Yunus’un dünyasına bir ilk adım” olarak görür. Aynı şekilde  “Cumhuriyet Türküsü” romanı, “Dost Diye Diye” isimli deneme kitabı “Nisan Yağmuru” ve “Havva” isimli eserleri de ona göre Yunus’un dünyasına girmenin “zaman zaman ürkek, zaman zaman kendinden emin adımlarla yaptığı kısa gezintiler”dir.

“Yunus’u yazacağım”

Nihayet beklenen vakit gelir. Artık Yunus’u yazacaktır. Bunun hikayesini kendi dilinden dinleyelim.  “Bir gün, bir arkadaşla sohbet ederken; içimden geldi, dudaklarım söyledi; “Artık Yunus’u yazacağım” dedim.

Karar verilmiştir ama kendisini zorlu bir süreç beklemektedir.  Üzerinde büyük bir sorumluluk ve ağırlık hisseder. Zor bir işin altına girdiğinin farkındadır. Fakat, kararlıdır. Bunların üstünden gelecektir. “Dudaklarımdan çıkanı kulağım işitince, birden yüreğimde derin bir sorumluluk ve büyük bir ağırlık hissettim. Fakat ayni zamanda haz içinde, kararlı, sabırlı ve neş’eliydim. Sabır nedir ki?.. Varılacak hedefe doğru, sükûnetle çalışarak yürümek değil mi?..”

Yola çıkan, kararlı ve sabırlıysa yolda kalmaz denilir ya onunki de öyle olur. Üç buçuk yıllık bir araştırma, inceleme ve yazma süresinde “Bir Ben Vardır Benden İçeri” meydana çıkar. “Allah yardım etti, Yunus’un büyük sabrından bir nebze bahşetti bana. Kendi kaabiliyetim nisbetinde o sabırdan pay aldım, onun sükûn dünyasına girebildim, Yunus’la hâldeş oldum.”

Yazar, sonuçta bir roman yazacaktır ama anlatacağı kişi Yunus Emre gibi bir tasavvuf büyüğü olduğu için önce ona eğilir. Divanı’nı defalarca okur. “Şiirleri yol gösterici oldu. Selçukluların yaşayış tarzlarını, Moğolları, Mevlana”yı, 13. asır tasavvuf hayatını, tasavvufu ve tabii bol bol Yunus’un şiirlerini okudum, notlar aldım. Ve şiirlerinden yola çıkarak bu aşk adamına bir hayat tarzı yakıştırdım, kurdum.” şeklinde bu süreci özetleyen Işınsu, pek çok kaynak eserden ve konunun uzmanı kişilerden de yararlanır. Bunlardan ilki eserin kendisine ithaf edildiği ve kendisinin “Sevgili Hocam” diye belirttiği “Hasan Burkay’dır. Burkay, bir Nakşibendi şeyhidir. Yazar, onun dergâhında tasavvufi yaşayışı görme ve gözlemleme imkanı bulmuştur. Aynı şekilde Mustafa Tatcı’dan tasavvuf üzerine bilgi desteği almıştır.  Olayların tarihsel hikayesi için de tarihçi Yılmaz Öztuna’nın eserlerinden yararlanmıştır. Artık, sıra romanı yazmaya gelmiştir. Hayati Bice bundan sonrasını şöyle ifade eder: “Işınsu, bu uzun araştırma evresinden sonra başta menkıbeler olmak üzere tarihin derinliklerinden elde ettiği malzemeyi, zihninde ve belki de daha önemli olarak gönlünde yoğurur ve sancılı bir süreç sonunda sanatçı muhayyilesinin sınırsız gücünü göstererek; kuru bilgi öbeklerine adetâ ruh katarak sanat eserine dönüştürür.”

Işınsu’nun Yunus’u

Yunus Emre romanları, ortada çok da fazla tarihi malumat bulunmadığı için daha çok hakkındaki menkıbelerden hareketle yazılan eserlerdir. Bu eserlerin bir özelliği de her yazarın kendi zaviyesinden bir Yunus portresi ortaya koymasıdır. Bu, elbette anlaşılır bir durumdur ama sahih bir Yunus portresi için onun şiirlerinden ve devrinin tarihi olaylarından da hareketle yazmak gerekmektedir. Daha da önemlisi Yunus, sadece toplumsal bir kahraman değil aynı zamanda kendi iç dünyasındaki mücadelesiyle de bireysel çatışmaları, kavgaları, arayışları, buluşları çok derinliğine yaşamış bir hayatın kahramanıdır. Bir diğer önemli nokta da Yunus’un tasavvufi dünyasına vukufiyettir.

İşte Işınsu’nun romanı bu noktada önem kazanır. O da diğer romancılar gibi Yunus’un tarihsel serüvenine, Anadolu’yu aydınlatan gönül sultanlarından biri olduğuna elbette temas eder ve ona kuruluş devri Osmanlısında tarihsel bir misyon yükler. Fakat, ağırlığı  hakikat sırrını bulmak için onca çileyi yaşayan insan ve derviş olan Yunus’a verir. Mesela Yunus’un Nurefşan’a olan aşkı onu bizim karşımıza ete kemiğe bürünmüş bir insan olarak çıkarır. M. Nuri Yardım’ın ifadesiyle bu tavır, Yunus portresini “beşerî” yönüyle ve “insanî” vasıflarıyla çizmek, Yunus’u “melekvârî” tahtından alıp meziyetleri ve zaaflarıyla bir insan sandalyesine oturtmak” demektir. Yazarın da bu duruma katıldığını şu cümlelerinden anlıyoruz. “Evet, okuyucuya bu aşk adamı, bu en içten şiirleri söyleyen, bu dürüst, bu zarif, ince, yüksek ahlâklı kişi tıpkı sizin gibi, benim gibi bir insandı, o hâlde onun meziyetleri bizlere de yansıyabilir, demek istedim.”

Yazının böyle davranmasının önemli bir sebebi de Yunus’u yazmayı sadece onun hikâyesini anlatmak yerine tasavvuf düşüncesinin bu çağda da yaşanabilir olduğunu gösterme isteğidir. “İçinde bulunduğumuz zamanın kargaşasında tasavvuf niçin yaşanabilir olmasın?.. Bence gönüllerin Yaratan’a dönebileceği, gönülden şuura, şuurdan gönüle alış-verişin başlayabileceği ve bilhassa sevginin, hoşgörünün, kanaatin yayılması gereken bir vakitteyiz. (…) Yunus’un iklimine, moral dünyasına ulaşılabilecek bir zaman bu. İş ki bir kimse gönülden istesin, Hint mistisizimi yerine Türk Tasavvuf felsefesini benimsesin. Ben inanıyorum ki o kimse, yetenekleri nispetinde Yunus’un dünyasına ulaşabilir, hiç olmazsa civarında dolaşır. Fakat gönülden arzu ve başarma azmi lâzım gelir. Böyle bir isteğin doğması için bir Yunus’un, Yunuslar’ımızın ulaşılmaz yerlerde değil, şu dünya şartlarında meziyetleri ve zaaflarıyla insan olarak yaşadıklarını hatırlamalıyız.”

Romanın kurgusu için de şunlar söylenebilir: Eserde ilk olarak Yunus’un gençlik dönemi, ilk dinî bilgilerini alışı ele alınır. Daha sonra geriye doğru dönüşlerle Cengiz istilası yıllarında Yunus’un iki yaşına kadar gidilir. Ardından evliliği, Tapduk Emre dergâhına gidişi, dervişliğe kabul edilişi, dergâhta geçirdiği temel tasavvufî eğitim, halvete girip erbain çıkartması, eşini iki çocuğu ile birlikte annesinin yanında bıraktığı evine dönüşü, iki yıldan uzun sürecek bir uzak sefere çıkması olayları anlatılır. Ardından da dergâha dönerek fenâfillah oluşu şeklinde bir seyir söz konusudur.

Bu anlatım çerçevesinde aşk kavramı beşeri aşktan ilahi aşka geçme şeklinde ele alınır. Beşeri aşkın kahramanı Nurefşan’dır. Yunus’un ona karşı sevgisi platonik boyutta gerçekleşir. Nurefşan’ın ölümüyle birlikte Yunus, ilahi aşkın ufuklarına kanat çırpar. Yazar Nurefşan karakterini şöyle açıklamaktadır: “Allah âşıklarının hemen hepsinin hayatında, daha önce büyük bir sevdayla bağlandığı bir kişi vardır; öylece büyük, yakıcı ve bir anlamda yıpratıcı aşktan geçerek, “gerçek sevgi”yi öğreniyorlar sanıyorum. Romanda Nurefşan’ın Yunus’un gönlünü ilâhi aşka, “kesretten” “tevhide” hazırlamaktan öte bir rolü yoktur. Yunus’un hayatında sahici bir Nurefşan oldu mu, bunu bilemem tabii, lâkin ben öyle yakıştırdım.”

Tasavvuf kültüründe ilim-irfan kavramları zıt kavramlar olarak ele alınır. Eserde bu kavramları “Sevgi Hoca” Arif Efendi ile “Yobaz Hoca” Kasım Efendi karakterleri üzerinden anlatılmıştır. Gerek bu kahramanlar gerekse diğerler oldukça gerçekçi tablolarla anlatılır. Zira yazarın amacı Yunus’u bir efsane kahramanı olarak değil hayatın içinde hakiki bir şahsiyet olarak sunmaktır Bu yüzden Yunus da eşi, çocukları yani bir ailesi olan geçimini bir işle (marangozlukla) sağlayan biri olarak yer alır.

Aşkın dili

Işınsu’ya göre Yunus’un söylediği bir “aşk şarkısı”dır. Onun Allah’a, insana, tabiata, kısacası bütün varlıklara olan muhabbetini dile getirir onun şiirleri. Hayatı da bu muhabbet içerisinde geçmiştir. Bu yüzden bu aşkı bugünün insanının önüne bir yaşama felsefesi olarak çıkarmak mümkündür.

Yunus’taki mana zenginliği bu aşktır ama bu aşkı ifade için kullandığı dil de bir o kadar önemlidir. Yunus, bu anlamda halkın dili olan Türkçe’yi tercih etmiştir.  Ona göre işte Yunus’un kalıcılığı “halkın dili ile söyleyip, okuyucuya gönül gözünden süzülen bir aşk şarkısı söylemesinden kaynaklanmaktadır.

Yunus’un dili gibi Işınsu’nun roman dili de aynı sadeliği ve güzelliği taşır. Bu yüzden zor anlaşılırlığı düşünülen tasavvufi kavramlar, hemen her seviyedeki okurun algı düzeyine göre son derece açık bir dille ifade edilmiştir.

Eserin bir başka önemli özelliği ise eser boyunca Yunus Emre divanından yapılan nakillerdir. Zira, Yunus’u en iyi kendi şiiri anlatabilecektir. Yazar, bunun şuurunda biri olarak kimi zaman bir şiirin tamamına kimi zaman da bir iki mısraına yer verir. Bu durum, yazarın düşüncelerinin Yunus’a bağlanarak açıklanmasını sağladığı gibi aynı zamanda kitaba rahat okunurluk da kazandırmaktadır.

 

Kaynakça:

Emine Işınsu, Bir Ben Vardır Benden İçeri, Ankara, 2006.

M. Nuri Yardım, Romancılar Konuşuyor, İstanbul, 2007.

Sezai Coşkun, Roman Kahramanı Olarak Yunus Emre, Türk Edebiyatı, sayı: 460 Şubat 2012.

Hayati Bice, Işınsu’nun Tasavvufi Romanları, Töre dergisi, Yıl 1, sayı 1, Şubat 2012

Ülkü Akagündüz, Emine Işınsu ile Söyleşi, Zaman gazetesi, 03.04.2002.

Ümmühan Bilgin Topçu, Yunus Örneğinde Kahramanı Ete Kemiğe Büründürmek, Turkish Studies – International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/1 Winter 2013.

 

***

(*) KAYNAK: Bu yazı, yazarın 2014 Yılında yayınlanan “Yunus Emre’nin Dostları” kitabından alınmıştır.

Mustafa Özçelik, “Yunus Emre’nin Dostları” / Büyüyenay Kitapları

https://www.kitapyurdu.com/kitap/yunus-emrenin-dostlari/354621.html