EMİNE IŞINSU’dan VEDA… (Haziran 1981)

EMİNE IŞINSU’dan VEDA… (Haziran 1981)

“Şen Olasın Halep Şehri”

EYVALLAH !..

EMİNE IŞINSU

-TÖRE’ye VEDA… / Haziran 1981-

Geçen ay Hüseyin Mümtaz, “Acaba Yazmalı mı Yahut Donkişotluk”  başlıklı yazısını masamın üzerine bırakıp, gitmiş. Okudum… Hani gülmekle ağlamak arası bir hâl vardır : İnsan güleyim, der beceremez, ağlayım der, göz yaşları sanki bir yumru olup boğazı ile göğsü arasında bir yerlere sıkışmıştır.. Ağlayamaz. Ağzına bir acılık yayılır ve ta içinde ıslak bir hüzün duyar. İşte öyle bir hâl. Sağnak ertesi fakat güneşten de hiç haber yok! Yazının sonuna Töre’nin notunu ilâve ettim, o an kararlıydım on yıllık bir hikâyeyi anlatmaya ve Töre Ailesi’ne katılalı henüz üç yıl bile dolmadığı hâlde, dergiyi böylesine benimsemiş olduğu için Hüseyin Mümtaz’a, minnetlerimi sunmaya.

Eh bunca yıl övgünün de, yerginin de her türlüsünü dinledik; hatâlarımızı bağışlayanlar, hiç suçumuz günahımız olmadığı hâlde bize fena hâlde kırılanlar, küsüp darılanlar oldu. Fakat on yıl içinde yazarlarımız arasında hiç kimse Töre’yi Hüseyin Mümtaz kadar benimseyip, mühimseyip, öz çocuğu ile hemayar tutmadı. Bu yüzden o hırpalayış benim ve sanırım bütün okuyucularımın nazarında pek değerlidir.

Kişi gerçekleri görebildiği ve açıkça itiraf ettiği nisbette hatâlardan uzaklaşabilir. Bunu bilmez değilim, “nefs muhasebesi”ne büyük hürmetim var. Fakat tabii, keşke diyorum.. Hüseyin Mümtaz’a o makaleyi yazdıracak kadar, takatten düşmeseydi Töre. Gönül istiyor bunu.

Hangi, “bizden gönül” istemez ki… Ben ona; “Kardeşim matbaa..” diyorum, falanca masraflardan yakınıyor ve sorular hep Ekrem Tektaş’a yöneliyor! Neden?.. Nedeni var mı, Ekrem, Töre’nin isimsiz sahiplerinden, benimseyişi paylaşıyoruz onunla, bundan ötürü o, herhangi biri gibi çıkıp şu kusur var, bu kusur var diye içini boşaltıp, küsüp gitmiyor. Istırap çekiyor. Çileye omuz veriyor…

Evet, on yıllık çile. Anlatmaya niyetli idim, şimdi ise ne lüzumu var, diyorum.. Tekrar tekrar yaşamaya ve yaşatmaya. 1969’un Ocak ayında «Ayşe» ismiyle yayma başlıyan dergi, 1971 Haziranında “Töre” olurken, belki tarafsız bir gözle acınacak, gülünecek fakat hakikaten saf, pırıl pırıl bir heyecan içindeydik. Ayşe’nin hesapları kapanmış, elimizde beş kuruşumuz yok. İşe, iki bin lira borç alarak başlıyoruz.

İstanbul’da, ilerde Töre Ailesi’nin çekirdeğini teşkil edecek olan kıymetli yazar arkadaşlarla yaptığımız toplantıda biri çıkıp, kaç paranız var, diye soracak diye ödüm patlıyor. İki bin lira elbet, o zaman için dahi komik, küçümsenecek bir meblağ. Bunu itiraf ettiğim takdirde, vazgeçebilirler endişesindeyim. Kimse sormuyor. Bilâkis büyük bir heyecan ve sevgi ile hizmet sunmayı vadediyorlar.

O zamanlar haftalık yayınlanan ve günlük politikayı aksettiren Devlet Gazetesi’nden başka dergimiz yok. Fikir ve sanat alanında boşluğu dolduracak, Türk milliyetçiliğine hizmet edecek ve genç beyinlere yol gösterecek bir mecmuanın ihtiyacı içindeyiz. Bu meselede, herkes hemfikir.

O halde TÖRE!.. El birliği, gönül ve fikir birliği ile yola çıkıyoruz.

Dündar Taşer Bey, ilk sayının “Sunuş” yazısını yazıyor ve şöyle söylüyor: “Düşünce eşkiyalığından şikâyet edenler, fikir jandarmalığını niçin omuzlamazlar? (…) Artık ayılmak zorundayız, yıkıcı neşriyatın bir kaç senede eriştiği hedef ortadadır. Cinayetler, tahripler, baskınlar hep bu yazıların sonucudur. Yine de her şey geçmiş değildir. Tehlikeler savulmamıştır. Millet ve ülke birliğini aziz tutan insanların varlığımız ve bütünlüğümüzü kurtarmak, korumak ve yüceltmek için ilim, fikir ve emeklerini gençliğe sunup, onun asil ruhunu millî ateşle tutuşturmak çabalarını birleştirecekleri güne kadar da, tehlike devam edecektir.”

Rahmetli Dündar Taşer Bey, bir falcı değildi fakat ileriyi çok iyi görebilen bir insan olarak, 1971 yılının Haziran ayındaki makalesinde, memleket gerçeklerine ışık tutarken, endişelerimizi aksettiriyor, millet ve ülke birliğini aziz tutan kişilere sesleniyordu.

Bizler ise o saf, o pırıl pırıl heyecanla işe başladık ve yürüdük. Bütün duygularımız seferber olmuştu, koşacağımızı hattâ uçacağımızı ümit ediyorduk. Dedim ya, saflık işte. Yürürken topallamaya, tökezlemeye başladığımız zaman, ancak öğrendik ki, “hizmet aşkı” kaliteli bir dergi çıkarmak ve yürütmek için yeterli değilmiş. Hiç değilmiş.

Meğer önce, dayanacak bir sermaye bulmak gerekiyormuş. Şöyle büyük bir gazete yahut para babalarından birinin desteği. Ve ne acıdır ki, Türkiye’de -en azından- Türk’ü küçümsemek lazımmış, Hani “kızıl” olmasanız bile, “pembe” tonların türküsünü tutturmak, pembe tonlarla fikir ve sanat yapmak gerekiyormuş. İşte Hüseyin Mümtaz’ın gösterdiği o naylon kaplı, kuşe kapaklı dergiler.. Hangisi Türk’ün yanındadır ve hangisi büyük sermayeye dayamamıştır sırtını?

Türk’ü değerli bilip, binlerce yıllık değerlerine sahip çıkmamak, milleti ve ona ait ne kadar kıymet varsa, örtüp saklamak… Bölüp parçalamak gerekiyormuş, insan haklarından, hürriyetlerinden bahsedip, Afrika ormanlarının sık dalları arasında dolaşmak ama komşumuz

Bulgaristan’da, Yunanistan’daki meselâ, esir Türkler’den hiç bahsetmemek lazımmış.

Muş, miş, mış. Üslûp masal üslûbu olsa da, şu yazdıklarım maalesef Türkiye’nin gerçekleridir. Çok söylendi, çok yazıldı. Tekrarlamak abes. M. Çınarlı, Hisar’ı kapatırken; elin topuna, uçağına karşı, piyade tüfeği ile karşı çıkılamayacağını, söylemişti.

Doğru.. Ve dayanmaya kalkarsanız, sonucu görüyorsunuz.

H. Mümtaz’ın sıraladığı ve sıralayamadığı bir sürü kusur. Şu satırları Haziran sayısı için yazıyorum, Mayıs sayısı dizilmiş hâlde matbaada kâğıt bekler. SEKA’ya çoktan yatırdık paramızı, daha Ankara’ya ulaşmadı. 3. hamur, 54 gram!

Piyasada aynı kâğıdı iki misli fiata bulmak mümkün, mümkün.. ama!

Topallamak, tökezlemek derken., yukarda saydıklarım mı tek engel?

Hayır…

Bizim ne şahane tenbellerimiz vardır; semaverlerde çay, paketlerde sigara tükenir ama, sohbetleri bitip tükenmez. Onlar, yazı yazmazlar… Lâf ebeleridir, lâfla peynir gemisinin bile yürüyemiyeceğini bilmezler. Mi?.. Bilirler de, işte şu şahane tenbellik! Sonra bir iki milliyetçi

kuruluşun tertip ettiği seminerlerde görünen belirli simalar vardır, onlar hep vardır, münazaralarda hâzır ve nâzırdırlar, size ve cümleye vatanın nasıl çöktüğünü ve nasıl kurtulacağını pek iyi öğretirler.

Ama yazı yazamayacak kadar meşguldürler. Öyle, ürkek demiyelim.. meşgul olanlarımız vardır. Pek nazlı, çabuk kırılan., yahut sırf, meselâ ben çok sigara içiyorum diye Töre’yi karalayanlar yahut ben kadın haklarını savunuyorum diye, dergiyi batıranlar., duyguyu fazla bulanlar yahut duygusuzlukla suçlayanlar, söz verip de, sözlerini tutmayanlar vardır.

İç kemirgenler de vardır; dedikodu makinaları. Sol veya sağ yobazın ithamlarını sıraladığını hiç fark etmeden, daha kendi kafasında bile tam belirmemiş hakikatler uğruna, sizi yıpratmaya çalışır. Sonra, «yeni olanı» tercih edenler… Evet, Töre ilkti. Derken pek çok dergi çıktı, silindi,, yenileri çıktı. Töre eskidi bir bakıma. Eskimek, ne demekse? Bir Fransız romanında okuduğum şu cümleyi pek beğenmişimdir: ”Hayır, modadan başka şeyler de var : Değerler ve gerçekler.”(Güzel Görüntüler, Simone De Beauvoir) Değerler ve gerçekler eskir mi? Eskimez pek tabii, fakat şu da bir memleket ve dünya vakıası : Yeni olana, itibar fazla!

O halde, Töre kapansın mı? Bu sual, şu geçen yıllar içinde, pek çok defa günlerimizi kararttı, gecelerimizi böldü. Maddî ve manevî sıkıntılar içindeydik ve hep dergiyi yaşatmaya karar verdik. Çünkü sualimize, bir başka sualle cevap veriyorduk : Hizmetin sınırı yahut sonu var mıdır?

Böylece kör topal, eksikli kusurlu “ateşten gömlek”i tenimizde hissedip fakat gülümsemeye çalışarak, canlı ve neşeli görünmeyi bir vazife bilip, asıl vazifemizi yerine getirmeye gayret ettik. Bizim de şurada sayıp, sayamadığım bütün engeller karşısında elimizden geleni, ancak buydu. Şu Töre ‘idi. Pek tabii, en iyisini yaptık, diyemem ancak sınırları zorlayarak elimizden geleni yaptık, diyebiliyorum gönül rahatlığı ile.

Fakat ben, on yıllık çileyi anlatmayacaktım. Pek de anlattım sayılmaz ya, temas edip bir lahza, geçtim. On birinci yıla başlarken, özel bir mecburiyetten ötürü, Töre’nin sahipliğini ve Yazı İşleri Müdürlüğümü iki değerli arkadaşıma bırakıyorum. Gayri bundan sonra çile onların, övgü onlara, ve inşaallah yergi olmaz, olursa yine onlara!

Kıymetli kardeşlerim Yaşar Eşmekaya ve Mehmet Önal, büyük bir iç rahatlığı ile Töre’yi sizlere emanet ederken, çok ağır bir yük de devrettiğimin farkındayım. Fakat eminim sizler bu yükün altında ezilmemeye gayret ederken, buruk bir zevki hep tadacaksınız, çünkü ikinizin de gönlünüzde, o bildik, eski ve değerli “hizmet aşkı” tutuşmakta.

Şimdi.. TÖRE’nin bir sorumlusu olarak bana, eyvallah!

On yıllık hatıralar içinde canlanıp kımıldanan ıstıraplara, eyvallah.

Çareye, çaresizliklere., mutluluklara, eyvallah.

Akıl verip de, hizmet vermeyenlere, başlayıp da yolda bırakanlara, gelip hizmet edenlere, yazıp hizmet verenlere, okuyucularımızın tümüne eyvallah.

Eyvallah övenlere ve yerenlere. Eyvallah.

“Meğer testiyi kıran da bir, suyu getiren de birmiş” diyenlere..

Yargılayacak ben değilim, Allah’tır. Eyvallah.

Ne yaptıysak, “Türk’e hizmet aşkımız” için yaptık. Ne yapamadıysak, yine aynı sebeptendir. Günahlarımız için, boynumuz kıldan ince. Sevap işlediysek, İşleten’dendir. Eyvallah.

Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin.

Amin.

****

 

TÖRE, Sayı:121, Haziran 1981, s.3-6