Nurullah ÇETİN: AHMET YESEVÎ’DE “MÜKEMMEL İNSAN” OLMA TASAVVURU

AHMET YESEVÎ’DE MÜKEMMEL İNSAN OLMA TASAVVURU
Prof. Dr. Nurullah Çetin

Hemen hemen bütün dinlerin, ideolojilerin, felsefelerin ya da başka türlü düşünce yapılarının mükemmel insan ya da ideal insan modeli için önerdikleri 4 temel alanda önerileri olmuştur.
Bu 4 temel alan şunlardır:
1. Tatmin ve ikna edici ontolojik yani varoluşsal açıklamalar,
2. Sağlam, doğru, gerekli, işlevsel bir bilgi felsefesi,
3. Her türlü insanlararası ilişkileri tanzim eden etik, ahlakî ilke ve değerler bütünü,
4. İnsanı, hayatı, varlığı, zamanı ve mekânı anlamlı, güzel, hoş, ahenktar bir anlayışla yorumlayabilen estetik algı.
Ancak İslam’ın dışındaki önerilerin tamamı boş, anlamsız ve yanlıştır. Tek hak din olan İslam’ın ortaya koyduğu mükemmel insan tasavvurunu tasavvufî planda sergileyen ve somutlaştıran büyük İslam âlimlerinden biri Ahmet Yesevî’dir.
Ahmet Yesevî, 1085-1095 yılları arasında bugün Kazakistan’ın bir şehri olan Sayram’da doğdu. Küçük yaşta anne babası öldü. Bir süre sonra Yesi şehrine taşındı. Orada Arslan Baba’nın tasavvuf terbiyesinde yetişti. Daha sonra da Buhara’ya gitti. Orada hem medresede okudu, hem de Şeyh Yusuf-ı Hemedanî’den tasavvuf eğitimini aldı. Bir zaman ilim ve irşadla meşgul olduktan sonra Yesi’ye geri döndü ve hayatının sonuna kadar orada kaldı. 63 yaşına geldiğinde Hz. Muhammed’e olan saygısından dolayı, ondan daha fazla yeryüzünde yaşamamak adına tekkesinin avlusunda kazdırdığı bir yer altı odasını çilehane yapıp ömrünün kalan kısmını burada ibadet ve riyazetle geçirdi. 1166’da vefat etti.

Bir mutasavvıf, bir Müslüman Türk âlimi ve aydını olarak Ahmet Yesevî, Divan-ı Hikmet adlı eserinde ortaya koyduğu hikmetleriyle insanı, kâmil insan yapan bu 4 temel alanda doyurucu açıklamalar yaparak, sahih İslam geleneğine bağlı bir mükemmel insan projesinin esaslarını ortaya koymuştur. Bu meseleyi Yesevî’nin hikmetlerinden hareketle açıklayalım.

* İnsanın Varoluşla ilgili Soru ve Sorunlarına Tatminkâr Cevaplar:

En önemli ontolojik sorun, yaratıcı ve yaratılan kavramlarının açıkça bilinmesi ve yaratıcı-yaratılan ilişkilerinin iyi düzenlenmesi, yaratılanın yaratıcı konumuna geçmemesidir. Yaratılan, kendisini yaratıcı konumuna ikame ederse insan bilinci allak bullak olur, huzursuzluk, sıkıntı, bunalım, buhran başlar.
Bugün modern dünyanın ruhsal, toplumsal, felsefi, metafizik ve düşünsel sorunlarından biri, insanın yaratılan konumunu unutup yaratıcıya ait bazı özellikleri gasp ederek diğer insanlar üzerinde tahakküm ve tasallut kurmasıdır. Kapitalizmin ve emperyalizmin başlıca tezgâhlarından biri, bazı insanları insan olmaktan çıkarıp starlaştırıp insanların önüne sahte tanrılar olarak sunmasıdır.
Mesela şarkıcıları, sinemacıları, futbolcuları, filozofları, ideoloji kurucularını, gazetecileri, akademisyenleri, karanlık aydınları ve içerden çökertmek üzere dini parselleyen sahte şeyhleri piyasaya sürerler.
Ancak bu mesele, sadece bugün kapitalist sistemin ürettiği bir pazar mekanizması değildir. Hz. Âdem’den; özellikle Habil ve Kabil’den bu yana bu mesele, temel bir insanlık sorunudur.
Ahmet Yesevi, insanlığın evrensel bir sorunu olan bu meseleyi sahte şeyh tipi üzerinden temellendirip genelleştiriyor. Şöyle der:

“Şeyhim diye böbürlenen Hakk’a rakip
Benlik eder Yaratan’a olmaz yakın
Bidar olup dertsizlere tabip olur
Bu dünyayı müminlere zindan eyler.

Kendini şeyh sanır, torbası boşmuş
Yirmi beşe onun yaşı varmamış
Nasihatlar kılar yaşlıya, gence
Anlamadan iyi ve kötü nece.

Onun kötülüğü şeytandan da çok
Mahşer sabahı yüzü kara kalkar
Onların yüzünü asla görmeyin
Öyle lanet şeyden el çekin.”

Modern dünyanın varoluşla ilgili bir sorunu, insanın tanrılaştırılmasıdır. Bu da esasta Ortaçağ sonrası görülen Hümanizm, pozitivizm ve son dönemlerde ortaya çıkan egzistansiyalizmle iyice temellendirilmiştir. Ortaçağ’da muharref yani aslından saptırılmış Hristiyanlığın mevhum bir tanrısının insan üzerinde baskısı vardı. Yani gerçek olmayan, beşer üretimi bir tanrı kavramının insanı ezen, yok sayan, insanın bilim ve sanat üretmesine izin vermeyen bir tutumu vardı.
Ortaçağ’dan sonra Yeni Çağ’da buna tepki duyan insan, bu sefer tanrıya karşı insanı ilahlaştırdı ve buna hümanizm dedi. Pozitivizm ise insan aklının ürünü olan müspet bilimlerin cenneti bu dünyada gerçekleştirme tasavvurudur. Dolayısıyla bunu yapacak olan da tanrı-insan figürüdür.
Egzistansiyalizm yani Varoluşçuluk felsefesi ise insanın var oluşunu, hayatına anlam katan değeri, dünyanın ve hayatın nasıl kurgulanacağını belirleyen temel kaynağın tanrı değil de vahiyden bağımsız saf insan iradesi olduğu iddiasını taşır. Yani bunda da yine insan, tanrı yerine geçmektedir. Ama bu algı onları tatmin etmemiş ve hayatı saçma, absürd, abes olarak görmüşler ve bunalıma düşmüşlerdir. Yani çaresizlik ve çözümsüzlük içinde kalmışlardır.
Ahmet Yesevî işte bütün bu modern sapmalara karşı doğru bir bilgi ve tavrı temsil ediyor. O, hikmetlerinde insanın insan, tanrının da tanrı olduğunu sürekli hatırlatıyor. Bu bağlamda Allah sevgisini, ilahî aşkı, insanın acizliğini ve kulluğunu terennüm ediyor.

*Yesevî ile Katharsis ya da Arınma

“Katharsis”, kelime anlamı bakımından “arınma” veya “temizlenme” demektir. İlkçağ Yunan felsefesinde ruhun ihtiraslardan, özellikle de yıkıcı tutkulardan arınması anlamında kullanılmıştır. Pythagorasçılar katharsis’i, müzik aracılığıyla ruhun günahlardan arınması bağlamında kullanmışlardır.
Aristoteles’in Poetika’sından itibaren katharsis, sanat yoluyla duyguların boşalması, kişinin estetik tecrübeler aracılığıyla olumsuz duygularından arınması anlamında kullanılagelmektedir. Sanatın görevlerinden biri, kişide arınma sağlamaktır.
Katharsis, Batı kültüründe genellikle sanatla gerçekleştirilen bir arınma faaliyetidir. Aristo, Poetika’sında insanların kötülüklerden arınması için tiyatro izlemelerini, tiyatroyla yüzleşmelerini, sanatla ilgilenmelerini ister: Tiyatro izleyen kişi, tiyatroda bir bakıma kendisini izlemiş olur, ondan ders alarak kötülüklerinden arınır.
İnsanın zaman zaman bilerek veya bilmeyerek işlediği kötülüklerden rahatsız olması, vicdanıyla hesaplaşması, pişmanlık duyması, vazgeçmesi, insanî özelliklerinden biridir. Bu bağlamda dinlerde kötülüğün adı “günah”tır. Dolayısıyla dinler, insanların işledikleri günahlarından arınmalarını çokça tavsiye ederler; hatta tevbe eden, arınan insan daha makbul bir dindardır.
İslam kültüründe de Müslümanın işlemiş olduğu günahlardan, kötülüklerden arınması çok istenen bir şeydir. İslam’da arınmanın en önemli yollarından biri tevbedir. Müslüman tevbe ede ede, arına arına mükemmel insan olmaya doğru yol alır.
Bu bağlamda Ahmet Yesevî’nin hikmetlerinde arınma motifine bolca yer verdiğini görmekteyiz. Hoca’nın arınma işlemine nasıl yaklaştığını, hangi yöntemlerle arınmaya çağırdığını hikmetlerinden hareketle irdelemeye çalışalım.

*Ontolojik Bir Temellendirme: Fenâfillah Olarak Arınma:

Tasavvufa göre insanı ilahlaşmaktan koruyan zırh da fenafillahtır. Yani Allah’ı devre dışı bırakıp onun yerine insanı tanrılaştırma eğilimine karşı, insanın varlığını Allah’ın varlığında eritmek. Yani fani, geçici, zayıf, aciz, eksik ve kusurlarla dolu insanın ebedî, sonsuz, her anlamda tam ve mükemmel olan Allah’la aynileşmesi, onunla bütünleşmesi, beşerî iradesini küllî irade olan Allah’ın iradesine bağlaması, Allah’ın istekleri çerçevesinde bir hayat kurgusu, aslında geçici olan insanı sonsuzluğa kavuşturuyor.
Bu da çok sağlam bir koruyucu kalkan ve son derece emin bir sığınaktır. Dolayısıyla fenafillah, insanın varoluş meselesini en doğru bir yere oturtur. Ahmet Yesevî’nin ilahî aşkı terennüm eden hikmetlerini bu çerçevede algılamak ve yorumlamak lazım.
Fenafillah, Müslümanın kendi varlığını Allah’ın varlığında eriterek benlik davasından vazgeçip tamamen Allah’a râm olması, iradesini ilahî irade içinde yok ederek tam teslim olmasıdır. Dolayısıyla tasavvufta fenafillah, yüksek bir mertebedir ve kişinin günahlardan arınmasında bu mertebe önemli bir aşamadır. Günah ve kötülükler, kişinin nefsinin benlik davası gütmesinden kaynaklanır. Nefsin benlik davasından vazgeçmesi demek, günahlarından arınması demektir. Nitekim Ahmet Yesevî bir hikmetinde şöyle der:

“Adım sanım hiç kalmadı, lâ lâ oldum
Allah yâdını diye diye illâ oldum;
Halis olup, muhlis olup fenâ oldum;
Fenâ fi’llah makamına yükseldim işte”

Bir kişinin adının sanının kalmaması, benlikten, gururdan, şöhretten, iddia sahibi olmaktan, dik başlılık yapmaktan, tiranlıktan uzaklaşması demektir. Halis muhlis halde fena olmak, dünyaya ait bütün isteklerden, menfaatlerden vazgeçmesi, kendini tamamen Allah’a adaması demektir. Böyle bir kişi de arınmış, ruh ve kalp mutluluğuna ermiş demektir.

Fenafillah kuvvetli bir ilahi aşkla olur. İnsan var oluşu, Allah’a olan kuvvetli bir aşkla ve O’nda fani olarak, O’nunla bütünleşerek gerçekleştirmiş olur. Adım sanım hiç kalmadı demek, kendimi tanrılaştırma anlamına gelecek gururdan, kibirden, benlik davasından, şan ve şöhretten, insanlar üzerinde zalim bir baskı hevesinden tamamen uzaklaştım demektir. Lâ yani yok oldum, hiç oldum. Allah varken, ya da Allah’ın yanında ayrıca ben, benlik davası güdemem demektir. Allah adını ana ana, zikrede ede illâ yani Allah’ın dışında sadece insan, ancak aciz bir beşer oldum manası dillendiriliyor. Yesevî şöyle der:

“Yüce Allah âşıklara verdi aşkını
Şükürler olsun yanıp tutuştum ben de
İki âlem gözlerimde haşhaş tanesi
Görünmedi yalnız Hakk’ı sevdim ben de

Candan geçtim yalnız Hakk’ı cana kattım
Ondan sonra derya olup taştım ben de
Mekânsızlığı seyrederek mana açtım
Dünya, ukba yüzbin defa boşadım ben de”

*Kibirlenmeyi Terk Ederek Arınma

Bugün modern dünyanın sorunlarından biri kibirliliktir. Bu da yine varoluş sorunuyla alakalı olarak kendi konumunu kabullenmeme demektir. Kibirlenme, büyüklenme demektir. Yani insanın insan üzerinde üstünlük, ayrıcalık, büyüklük sahibi olduğuna inanması demektir. Bu anlayış, İslam’a tamamen terstir. Zira İslam’da tek büyük vardır o da yaratıcı Allah’tır. Bütün insanlar ise yaratılmış varlıklardır ve bu noktada eşittirler. Yaratılmış kul olan insan eksiklerle, yanlışlarla doludur.
Kendisi gibi yaratılmış kul olan başka insanlar üstünde üstünlük, büyüklük taslayamaz, gururlanamaz. Böyle yaptığı takdirde zulüm, haksızlık ve kötülük yapma ihtimali artar. Bu bağlamda mesela Firavun, kendisini diğer insanlardan üstün gördü; hatta kendisini tanrı ilan etti ve bu yanılgıyla insanlar üzerinde korkunç bir baskı ve zulüm yaptı. Onun için İslam, kibirlenme, büyüklenme konusunda Firavun’u ibret alınması gereken kötü bir örnek olarak verir.

Ahmet Yesevî bu İslam anlayışına bağlı kalan bir Türk bilgesi olarak şiirlerinde bu konuyu ele almış ve kibirlenmeyi terk ederek arınma ve bu yolla mükemmel insan (insan-ı kâmil) olma yolunu tutmuştur. Bir hikmetinde şöyle der:
“On üçümde nefs arzusuna kapılıverdim;
Nefs başına yüz bin belâ tutup saldım;
Kibirlenmeyi yere vurup yenebildim;
On dördümde toprak gibi oldum işte”
Toprak gibi olmak, tevazu sahibi olmaktır. Toprak nasıl başı göklerde değil de yerlerde serili vaziyette ise ve hiç büyüklük göstermeden sessiz sedasız mütevazi bir şekilde sürekli meyve sebze gibi faydalı değerler üretmeye devam ediyorsa kibirden arınan insan da öyle olur.
Çağımızın, modernitenin en büyük hastalıklarından biri, kendisinde üstün özellikler vehmeden bazı kişilerin bu ayrıcalıklarından dolayı nefislerini, egolarını, benliklerini ilahlaştırmaları, bir bakıma modern anlamda firavunluk taslamalarıdır. Bugün bunu her alanda görüyoruz. Siyasi parti liderleri, cemaat, tarikat şefleri, ideolojik grup başları, ya da başka türlü topluluklarda önderlik konumuna gelmiş kişilerde bu hastalık oldukça yaygındır.
Ahmet Yesevî, bu meseleyi kendi içerisinde halletmiş ve bir insanın ne olursa olsun neticede her zaman kusurlu, eksik, hatalı olmaya eğilimli aciz bir beşer olduğunu, hiçbir zaman kendisini tanrılaştıramayacağını, tanrılık konumunda bulunamayacağını, kişiliğini kutsallaştıramayacağını vurgulayarak insanî anlamda var oluşuna uygun bir tevazuyu telkin eder ve şöyle der:

“Kul Hoca Ahmet, sen kötülerin en kötüsü
Herkes buğday oldu, sen samansın saman
Yoldan sapan günahlıların en cahilisin sen
Gelin toplanın zikreden kullar, zikredeyim sizinle”

Bugün bir siyasi parti üyesi, başkanını ucundan kıyısından eleştirmeye kalksa hain ilan edilir ve hemen partiden atılır. Bir cemaat şefi eleştirilse, eleştiren kişi tamamen aforoz edilir; hatta kâfir ilan edilir. Hiçbir lider kendisini kusurlu, eksik, yanlış görmez. Hepsi âdeta birer çağdaş Firavun gibi dolaşır, tevazuun adı bile geçmez. Bugünkü çağdaş Firavunlar, kendilerini beğenirler, başkalarının da sadece kendilerini beğenmelerini beğenirler. Böylesine patalojik bir sapma, bir hastalık içindedirler. Bütün Türk dünyasını manevî nüfuzu altında tutan Ahmet Yesevi’nin yukarıda verilen tavrı, yönetişim sorunlarımızın halli için bugün bize çok lazım.
İnsan tabiatında var olan, dizginlenmezse toplumsal felâketlere yol açan Karunlaşma ve Firavunlaşma eğilimini Yesevi, açık bir dil ve üslupla şöyle anlatır:

“Dünya ehli malını görüp hevâ kılar;
Benlik fikriyle dava-yı Hüdâ kılar;
Öldüğünde imanından cüdâ kılar;
Can verende hasret ile gider dostlar.”

İnsanlığın kutsadığı, yücelttiği, esir olduğu, peşinden koştuğu üç dünyevî önemli değer vardır: İktidar, para ve şehvet. Halkımız bunu kafiyeli bir şekilde veciz olarak “Masa, kasa, nisa” diye özetlemiştir. Bu üç maddî, dünyevî ve fanî değer kontrol altına alınmazsa, dizginlenmezse, olumlu yönde kanalize edilmezse hem ferdî, hem de toplumsal anlamda insanlık için felaket olur.
Nitekim bugün modern dünyanın belli başlı sorunlarından biri budur. Rejimler, hükûmetler, diktatörler, sultanlar, patronlar, müdürler, yani küçük ya da büyük belli başlı toplumsal grupların yönetimini ele geçirenler, kendilerinde mutlak bir iktidar gücü, sonsuz bir tahakküm, sorgulamasız bir sulta hakkı vehmetmekte ve yönetilenler üzerinde Firavun baskısı uygulamaktadır.
Ayrıca parayı, ekonomik gücü ele geçirenler de Karunlaşmaktadır. Firavnî manada siyasi baskı gücü Komünizm ve Faşizmle kurumsallaşmış, Karunî manada ekonomik sömürü de Kapitalizm ile kurumsal bir kimlik kazanmıştır. Şehvet ise hem Firavunların, hem Karunların, hem Komünist rejimlerin, hem kapitalist rejimlerin insanları oyalama, elde tutma, ekonomik anlamda pazar edinme vesilesi olmuştur. Yesevî bu meseleye de değinmiş:

“Bu dünyaya bina koyan Karun hani,
Dava kılan Firavun ile Haman hani,
Vamık, Azra, Ferhad, Şirin, mecnun hani
Kahr eylese bir lahzada yeksan kılar.”

Yine bir başka hikmetinde aynı meseleye şöyle temas eder:

“Dünya benim mülküm, diyen sultanlara,
Âlem malını sayısız yığıp alanlara,
Yeme içme ile meşgul olanlara,
Ölüm gelse, biri vefa kılmaz imiş.”

Bütün dünyayı kendi mülkü, kendi memleketi, kendi ülkesi olarak görüp insanlar üzerinde kişisel siyasi iradesini tek belirleyici, tek karar verici, tek hâkim kabul eden Firavun ruhlu emperyalist liderlerin sonu yok olup gitmektir. Tarih boyunca Firavunluk taslayan nice tanrılaştırılmış ya da kendisini tanrı ilan etmiş fani beşerlerden bugün iz kalmamıştır, hepsi fani olup gitmiştir.
O bakımdan doğru tavır, İslamî tavırdır yani insan tanrı değildir. İnsan, insan olduğunu bilecek, diğer insanlar üzerinde tanrılık taslamayacak, haddini bilecek, egosunu kontrol altında tutacaktır.
Diğer yandan aynı hikmette hemen ikinci mısrada bütün insanların malını sayısız yığan ve kendi zimmetine geçiren kapitalistlere de yer veriyor. Bugün dünyanın en önemli sorunu, az sayıdaki kişinin çok sayıdaki insanın hakkını, hukukunu gasp edip aşırı zengin olmaları, Karunî bir ruhla insanları sömürmeleri, usulsüz, kanunsuz ya da kanunlara uydurarak hakkı ve istihkakı olmayan malları, paraları, ekonomik değerleri üzerlerine geçirmeleridir.
Yesevî bu mesele konusunda son derece duyarlıdır. Allah bütün insanlara rızık vermiştir. İnsanlar da kendi haklarına kanaat edip başka insanların malını, mülkünü, parasını gasp etmemelidir. Fakat bugün dünyaya hâkim olan kapitalist sistem, Yesevî’nin dediği gibi âlemin malını sayısızca yığıp alanlara hizmet etmektedir. Dünya da çok uluslu şirketler adı verilen bu hırsızlar, yağmacılar, gaspçılar, talancılar tarafından yönetilmektedir. Paraya hâkim olan, yönetimi de belirliyor.
Yesevî, aynı hikmette siyasi baskı figürü olan Firavun ve ekonomik baskı gücünün temsilcisi olan Karun tabiatlı insanlardan bahsettikten sonra üçüncü sınıf insan türünden de bahsediyor. Onlar da sade yeme içme ile meşgul olanlar. İnsanlık âleminin en tehlikeli topluluğu bunlardır. Zira bunlar sorumsuz, ruhsuz, bilgi ve bilinçten yoksun olarak hayatı, sadece biyolojik hazlarını tatmine dönük olarak kurgulayanlardır.
Bunlar hedonist, zevkçi, anlık, günlük zevklerine, keyiflerine, salt kişisel menfaatlerine göre yaşayan, hayatı böyle algılayan, toplumsal sorunlara duyarsız bir yığındır. Ne Firavun ruhluların diktatörce baskılarıyla ne de Karun ruhluların ekonomik sömürüsüyle ilgilenirler. Bugün dünyaya hâkim olan kapitalist emperyalist dünya sistemi, kitleleri böyle bir yığına döndürme mekanizması kurmuştur.
Televizyonların neredeyse tamamı, eğlence, oyun, uyutma, uyuşturma programlarıyla doludur. İnsanlara hayatta hedef olarak sadece bolca eğlenme, bolca tüketme, tüketmek için çalışma felsefesi telkin edilmektedir. Hem Karun hem de Firavun kimliklerini birlikte taşıyan Kapitalizm insanı düşünmeyen, sorgulamayan, hak, adalet, insanlık için mücadele etmeyen, salt midesine dönük bir hayat yaşayan bir tüketim nesnesine dönüştürmüştür.
İşte 4 mısralık bu veciz hikmette Ahmet Yesevî, modern dünya hallerini ileri görüşlü bir veli, bir büyük Müslüman Türk aydını olarak açıkça ortaya koyuvermiş.
Maalesef Türk milletini yönetme konumunda olan insanlar, bugün kendilerini tanrılaştıran nefislerinin beğenilme, eleştirilmeme arzusu esareti altındadırlar. Bu esaretten kurtulup özgürleşmenin yolu, nefsin, egonun esaretine karşı toprak gibi mahviyete ve mutlak tevazuya dayalı ruh istiklaliyle mümkündür. Yesevî şöyle der:

“Gerçek gönülde namaz kıl, Allah bilsin
Halk içinde kötü görün, âlem gülsün
Toprak gibi hor görül ki nefsin ölsün
Yardım etsen nefsini yenip ağlasam ben”

Modern zamanlarda kapitalizm de insanların tanrılaşmasında, egolarının, nefislerinin ilahlaştırılmasında çok büyük bir katkıya sahiptir. Çok çeşitli ve renkli elbiseler, takılar, mücevherler, süslemeler, eşyalar, arabalar, malikâneler şunlar bunlarla olağanüstü güzel, olağanüstü yakışıklı, olağanüstü başarılı, çok para kazanan, kitleleri peşinden sürükleyen starlar, efsaneler, idoller, şunlar bunlar üretti.
Bu figürler de televizyonlar, gazeteler, reklamlar, internet ve değişik iletişim kurum ve araçları kanalıyla topluma özenilen, ulaşılamayan rol modeller olarak sunuldu. Dolayısıyla tanrı insanlar çoğaltıldı, insanlarda da bunlar gibi tanrı insan olma hevesi uyandırıldı. Bu bir çağdaş sapmadır, hastalıktır, insanı olması gereken normal konumundan hiç olamayacağı, olması mümkün olamayan hayali konumlara itildi, zorlandı. Bu da değişik psikolojik, toplumsal ve ekonomik sorunlara yol açtı.

*Ağlayarak Arınma

Ahmet Yesevî, şiirlerinde çokça ağlamaktan bahseder. Ağlamak, pişman olmanın, utanmanın, acımanın, duygulanmanın, hüzünlenmenin, yanlışların, eksiklerin farkına varmak demektir. Ağlamak, kalp yumuşaklığının, merhametin, inceliğin, duygusal derinliğin yani insan olmanın alametidir.
Ağlamayan adam, kalbi taş gibi katı adamdır, duygusuzdur, ruhsuzdur. Böyle adamlar, kolayca zulüm ve kötülük yapabilir. Yaptığı kötülüklerden pişman olup ağlayan adam tevbe ediyor ve bir daha aynı kötülükleri, günahları, yanlışlıkları yapmamaya söz veriyor demektir. Bu da bir tür arınmadır.
Bugün modernizmin, materyalizmin en büyük hastalıklarından birisi, insanları insanî varoluşlarının bir gereği olan duygusallıktan uzaklaştırarak onarı katılaştırmasıdır, kesif, maddi bir yapıya indirgemesidir. Bireycilik, menfaatçilik, salt maddi değere taparlık, dünyevi ve maddi değerden öte manevi hiçbir değere önem vermemek, hayatı salt madde toplamak ve madde yaşamakla sınırlandıran materyalist hayat algısı, insanı insani özünden uzaklaştırmıştır. Onu duygusuz, kalpsiz, vicdansız, merhametsiz et, kan ve kemik yığınına döndürmüştür. Halbuki insanın kalıbı kalbi, bedeni ruhu için vardır.
İnsan, hayatı boyunca imtihana tabi tutulmaktadır. Nefis ve şeytan gibi çeldiricilerin kıskacı altında zaman zaman yanlış yapabilmekte, günah, haksızlık ve zulüm işleyebilmektedir. Bu durumda kalbin, vicdanın ve duygunun devreye girerek ortaya çıkan yanlışlıkları telafi edebilmesi için en uygun zemin pişmanlık ve tevbedir. Ağlamak bu halin bir yansımasıdır. Eksikliklerle, yanlışlıklarla, günahlarla boğuşa boğuşa tekâmül seyri yaşayan insanın bu süreçteki arınma yöntemi, pişmanlık, tevbe ve ağlamadır.
Ahmet Yesevî ağlayarak arınma motifine bir hikmetinde şöyle yer veriyor:

“Kul Hâce Ahmed, kırka girdin kır nefsini;
Burada ağlayıp ahirette temizle kendini;
İman postu şeriattır, tarikat bil esasını;
Tarikate giren Hak’tan nasip aldı dostlar.”

Ahmet Yesevî hiç gururlanmadan, kibirlenmeden, tam bir tevazu içinde kendisini “kul Hâce Ahmed” olarak nitelendiriyor. Burada ağlayıp ahirette temizlenmek motifi önemlidir. Kişi ahirette ceza alıp cehenneme girmek istemiyorsa bu dünyada yaptığı günahlardan, kötülüklerden temizlenmeli, arınmalı, tevbe etmelidir.

* Tevbe Ederek Arınma

Tevbe etmek, Müslümanın bilerek ya da bilmeyerek işlediği günahlardan pişman olup Allah’tan affedilmesini istemektir. Bazı dualar okuyarak tevbe yapıldığı gibi sessizce içten de hal diliyle tevbeler yapılır. Tevbe etmek, pişman olmak, vazgeçmek, aynı günahları, kötülükleri tekrar işlememeye söz vermek demektir. Dolayısıyla tevbe, kişinin özeleştiri yapmasıdır. En iyi arınma yollarından biri, kişinin başkasını zorlamasıyla, cezayla ya da başka yolla değil; özeleştiri yaparak kendi kendisini eğitmesi, kendi kendine arınmasıdır. Ahmet Yesevî bu konu üzerinde de çokça durur. Bir hikmetinde şöyle der:

“Günahına tevbe kılıp ağlayıp yürü sen;
Giderim deyip yol başına varıp dur sen;
Gidenleri görerek hem ibret al sen;
İbret alsan, yattığın yer olur gülzâr (gül bahçesi)”

Sonu kötü olan insanları görüp onlardan ibret almak, tevbe etmenin sebeplerinden biridir. Hayatı boyunca kötülük yapmış, günah işlemiş insanların sonunda perişan olmaları, cezaya çarptırılmaları, cehenneme gitmeleri diğer insanlar için büyük bir ibret sebebidir. Bunu gören insanlar tevbe ederek onlar gibi olmamak isterler. Dolayısıyla tevbe etmek İslam’da arınmanın temel yöntemlerinden biridir.

* Aşka Dayalı Arınma

Aşk, genel manada bir insanın başka bir şeyi sevmesi demektir. İnsanın tabiatı, hayvanları, çiçekleri, çalışmayı, sanatı, bilimi; kısacası her şeyi çok sevmesi genel manada aşktır. Fakat bizim kültürümüzde aşk terimi, insanın karşı cinsini ya da Allah’ı sevmesi olarak yaygınlaşmıştır. Türk edebiyatı kadın aşkı ve Allah aşkı konusunda oldukça zengindir.
İnsanı insan yapan temel hususiyetlerden birisi aşktır. Yani sevme, bağlanma, tutku; hatta ihtiras ve bu uğurda her türlü fedakârlığı saf bir kalple ve katışıksız bir feragatla kabullenme ve sonunda sızlanmama. Bir yerlerden okuduğum ya da birilerinden duyduğum “âşık olmayan eşek olur” sözü anlamlıdır. Zira âşık olmak demek, farkına varmak demektir.
Duygusal, manevi, soyut zenginliklerin farkına varmak, varlıkların olayların, zamanın, mekânın, insanın içine gizlenmiş olan güzellik gibi olağanüstü bir değeri keşfetmek demektir. Âşık olmak, hayatı bütün derinliğiyle duyumsayarak yaşamak demektir. Âşık olmayan eşek olur, yani hayatı salt yeme, içme, uyuma faaliyetlerinden ibaret olarak görür.
Âşık olmayan kişi, hayatı ve dünyayı derinliğine kavrayamaz, salt biyolojik bir süreç olarak görür, maddenin dışında manevi zenginlikleri görmeden ot gibi yaşayıp gider. Aslında böylesine bir hayat, yani eşek gibi yaşanan bir hayat, yaşanmamış sayılır. Ya da bir başka ifadeyle insanın doğuştan getirdiği kabiliyetlerini kullanmayarak kendi var oluşuna ihanet etmesi demektir.
Aşkla arınma nasıl olur? Âşık olan insan, karşısındaki insanın değerini, önemini derinden hisseder. Aşk, insan duygularını inceltir, eğitir. Sevmenin ne demek olduğunu bilen insan, başkasına kötülük yapmaktan olabildiğince çekinir. Özellikle Allah aşkı çok derin olan insanlar, kötülük ve günah işlemekten iyice çekinirler. Kişide Allah aşkı ne kadar derinse o kadar mükemmel insan olur. Dolayısıyla tasavvufta ilahi aşkla arınma, çok önemli bir olgudur. Ahmet Yesevî bir hikmetinde şöyle der:

“Dertsiz insan insan değil, bunu anla;
Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinle;
Gönlünüzde aşk olmasa, bana ağla;
Ağlayanlara has aşkımı bağışladım”

Yesevî, aşkı olmayan insanın hayvan olduğunu söylüyor ki bu doğrudur. İnsan da hayvan da canlıdırlar ve ikisi de yeyip içer, soluk alıp verirler. Fakat aralarındaki fark, insanın şuurlu ve duygulu olmasıdır. Aşk, büyük bir şuur ve derin bir duygudur. Bu, hayvanda yoktur. Hayvanlar sadece cesetleriyle ilgilidirler, maddi boyutla sınırlıdırlar.
İnsan ise biyolojik varlığından öte maneviyatla, duyguyla, düşünceyle, kültürle, sanatla, bilimle de ilgilenir. Asıl manevi tarafıyla anlam kazanır. Aşk, varlığı derinden hissetmek, farkına varmaktır. Hayvanda bu yoktur. Yesevî’nin “Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinle;” mısraı, Türkiye Türkçesinde güzel bir nükte olarak şöyle ifade edilir: “Âşık olmayan eşek olur.”
Aşk, başkasını sevmek ve onun için fedakârlık yapmak demektir. Aşk, başkasına kötülük değil iyilik yapmaya sevkeder. Aşk, ince, derin insani duyguları geliştirir. Dolayısıyla insanın kabalıklardan, kötülük yapma istek ve duygularından arınması için aşk derinliği kaçınılmazdır.
İnsan Allah’a sonsuz bir aşkla bağlanarak, Allah’ta yok olarak, Allah’ta sonsuzluğa ulaşarak sonsuza dek diri kalırlar. Bu da ontolojik anlamda insanın tatmin olması demektir. Allah’a inanmayan insanın varlık ve varoluş sorunu çözümlenmemiş olur. Bu da insanı bunalıma sokar. Huzur, Allah’a sonsuz aşktadır. Yesevî şöyle der:

“Gerçek âşıklar diridirler ölmezler
Ruhları da yer altına girmezler
Zâhid âbid bu anlamı bilmezler
Gerçek âşıklar halkın Hızır’ıdırlar.”

Ontolojik anlamda var oluş sorununun gerçek çözümü, kişinin ruh ve beden varlığının tamamında Allah’ın bütün isimlerinin tecellilerini, Allah’ın kendi varlığı üzerindeki mutlak tasarrufunu derinden, içten, gönülden, kalpten hissetmesindedir. Bu anlamda insanın kendi varoluşunun hakikatini en iyi hisseden, büyük bir aşkla Allah’a bağlanan Hallac-ı Mansur’dur. Nitekim Ahmet Yesevî, bu meseleyi en iyi kavramış velilerden biridir. Şöyle değerlendirir:

“Mansur der: Ene’l-Hak erenler işi, doğru
Mollalar da: Yanlış, gönlüne kötü gelip
Söyleme Ene’l-Hak, kâfir oldun Mansur der
Kur’an içinde budur deyip öldürdüler taş atıp
Bilmediler mollalar Ene’l-Hak‘kın manasını
Zahir ehline hal ilmini görmedi münasip”

* Nefis Terbiyesiyle Arınma

İslam anlayışında nefis ve şeytan, insanı günah işlemeye sevkeden iki emel unsurdur. Bu dünya imtihan dünyasıdır. Nefis ve şeytan, insanı günah işlemeye yönlendirir ama insan bunlarla mücadele ederek iyi Müslüman olur yani iyi insan olur. Nefisle ve şeytanla mücadeleyi kazanan kişi imtihanı kazanmış demektir.
Dolayısıyla nefisle ve şeytanla mücadele etmek, arınma çabasıdır. Tasavvufta nefsi terbiye etmek için pek çok yöntem kullanılır. Nefis, insanın içinde bulunan ve insana kötülük yapan bir düşmandır. Dolayısıyla Müslüman, ömrü boyunca bu nefisle mücadele etmek durumundadır.
Ahmet Yesevî pek çok şiirinde nefsi kötülemiş, nefisle mücadele etmeyi temel görev bilmiştir. O, nefsin insana ne gibi kötülükler yaptığını sayıp dökmüştür. Bir hikmetinde şöyle der:

“Nefs yoluna giren kişi rezil olur;
Yoldan azıp gezip tozan şaşkın olur;
Yatsa, kalksa, şeytan ile yoldaş olur;
Nefsi tep sen, nefsi tep sen, ey bed-girdâr (kötü huylu)

Nefsin seni son deminde fakir kılar;
Din evini yağmalayıp harap kılar;
Öldüğünde imanından ayrı kılar;
Akıllı isen pis nefisten ol sen bîzâr (bıkmış, usanmış)”

Nefis terbiyesi ya da nefisle mücadele, aslında insanın kendisini otokontrole tabi tutması, kendi kendisini sorgulaması, özeleştiri yaparak fazlalıklarını, budaklarını, çıkıntılarını budayarak nizama girmesidir. İnsan, yapıp ettiklerini vicdan ve iman gibi iki temel ölçüte ve mihenge vurmazsa, kontrolsüz biçimde yaptıklarının farkına vardıracak bir hesaba çekiciyle karşılaşmazsa nerede duracağı belli olmayan, freni patlamış bir araba gibi muhakkak bir yerlere toslar.
Onun için Müslüman hayatını, yaptıklarını, işlerini, fiillerini sorgulayarak, düşünerek düzenlemeye, fazlalıklarını törpülemeye çalışır. Ancak böylesine bir özeleştirel hayatla mükemmel insan olma sürecine girmiş olur. Bunun yolu yöntemi de nefis terbiyesidir. Yani nefsin azgınlıklarına ket vurma, nefsin şımarıklıklarının kendisine ve topluma zarar vermesine engel olma, Allah’ın sınırlarına tecavüz etmesine izin vermeme halidir. Nefis terbiyesinin nihai hedefi, kişiye haddini hatırlatmak, bildirmek ve hudutlarını taşmasına izin vermeyerek onu kendi sınırları içinde tutmaktır. Tasavvufun esası da budur. Ahmet Yesevî hikmetleri bu meseleyi ayrıntılı olarak irdeler.

* İyilik Yaparak Arınma

Nefis terbiyesinin en iyi yöntemlerinden biri iyilik yapmaktır. Zira iyilik, duyguları terbiye eder. İnsana insan oluşunu, eksiklerini, zaaflarını, sonunu, nereden gelip nerereye gideceğini hatırlatır. İyilik yapmak, kişiye kendisi gibi olan diğer insanlarla arasındaki birlik, beraberlik, kardeşlik durumunu hatırlatır. İyilik yapmak, insana kibirlenme, büyüklenme hastalıklarına tutulmasına izin vermez.
İnsanı insan konumunda tutan temel dinamiklerden biri iyiliktir. İnsan iyilikle insanlığının farkına varır. İnsan iyilikle yaşadığını hisseder ve hayatından zevk alır. İnsan iyilikle ihtiraslarından, kendisini yakıp kül eden ve huzursuz eden, hayatını mutsuzlukla cehenneme döndüren azgın tutkularından kurtulur.
Hoca Ahmet Yesevî, iyi Müslüman olmanın yollarından birinin gariplere ve yetimlere ilgi göstermek olduğundan bahseder. Buradan hareketle bu davranışın insan ruhunda merhametle bir yumuşaklık doğuracağını ve böylelikle merhamet eden, kalbi yumuşak olan insanın arınma yolunda önemli bir sürece gireceğini vurgulamak ister gibidir. Bir hikmetinde şöyle der:

“Akıllı isen gariplerin gönlünü avla;
Mustafa gibi ülkeyi gezip yetim ara;
Dünyaya tapan soysuzlardan yüz çevir;
Yüz çevirip, deniz olup taştım işte.”

Burada dünyaya tapan soysuzlara değil de garip ve yetimlere ilgi göstermenin önemine vurgu yapıyor. Çünkü böyle yaparsa kişi, maddeye taparlıktan, dünyaya dalmaktan vazgeçecek, garip ve yetimlerin halini anlayacak, onlara merhamet edecek, kalbi yumuşayacak, kötülük işleme ihtimali azalacaktır. Deniz olup taşması, duygu ve maneviyat itibariyle zenginleşmesi demektir.
Acıma, merhamet duygusu yoğun olan insan, âdeta sonsuzluğa ulaşmış gibi olur. Dolayısıyla günah ve kötülüklerden arınma yollarından biri Müslümanın toplumsal sorumluluğunun bilincinde olarak yardıma muhtaç olanlara yardım etmesi, ilgiye ihtiyaç duyanlara ilgi göstermesidir.

*Yesevî’de Bilgi Felsefesi

Bilgi ve bilinç üretmek, canlı ve cansız varlıklar arasında sadece insana mahsus zihinsel bir faaliyettir. Merak eden, öğrenen, öğreten, ürettiği bilgiyle hayatını düzenleyen, hayatını yenileyen, dünyayı değiştiren, harikalar yapan sadece insandır. Hayvanlar tabiatı değiştirmez, yaratılıştan gelen tabii düzeni devam ettirir. İnsan ise ürettiği bilgiyle tabiatı değiştirir. Hem dış tabiatı, hem iç tabiatı.
Hayvanlar gelişip tekâmül etmez de gerilemez de. Hayvanlar ve bitkiler, doğuştan kendilerine konan ilahî programa göre işlerler. Arı, doğar doğmaz bal yapma tekniğini uygular, hayatı boyunca başka bir iş de yapmaz. 500 yıl önceki bal da aynıdır, bugünkü bal da. Elma ağacı elma verir, başka bir şey vermez. 500 yıl önce de şimdi de aynı elmadır, değişmez, gerilemez de. Bir tek insan, taallümle tekemmül eden, yani öğrenerek mükemmelleşen, olgunlaşan, ilerleyen, gelişen bir varlıktır.
O halde bilgi meselesi, insanın temel bir meselesidir. Bilginin ne olduğu, ne işe yaradığı, kendisine verilen önem ve değer, nasıl kullanılması gerektiği, bilgi öğrenmenin kaynakları, yöntemleri gibi hususlar hep epistemoloji alanına girer.
Bugün ülkemizde, bilgiye ve bilginlere değer verilmemektedir. Bilginin önemi yadsınmıştır. İnsanların ilgisi bilgi öğrenmeye, bilim üretmeye değil de kısa yoldan para kazanmaya, topçuluğa, popçuluğa, haklı haksız, haram helal demeden çok para kazanmaya, eğlenmeye, tüketmeyedir. İtibar, ilim adamına değil de pop starlara, futbol yıldızlarına, film artistlerine, parti liderlerine yönelmiştir. İlmin hor görülmesi ya da ilim adamına değer verilmemesi, işi ehline, uzmanına, ilim erbabına sorulmadan iş görülmeye kalkışılması Türk milletinin felaketine yol açacak bir durumdur.
Bu hastalığın farkında olan Yesevî şöyle der:

“Kul Hoca Ahmed bilginlere hizmet eyle
Bilginlerin sözlerine göre işler eyle
İşler yapıp Hak yoluna canını ver
İşler yapmayan Allah’ı göremez ey dostlarım”

Bugün modern dünyada bilgi, salt kişisel menfaatler ve materyalist bir dünya kurgusu için araç haline getirilmiştir. Bilgi, dünyayı yağmalamak, talan etmek için teknik bir araç konumuna indirgenmiştir. İnsanlar bilgiyi, bedensel hazları, kişisel çıkarları için bir alet olarak görüyorlar. Halbuki bilgi, İslam’da bütün bunların üstünde çok kutsal bir konuma sahiptir. Bilgi, maddi menfaat için değil hakikati bulmak için bir vasıtadır.
Londra Üniversitesine bağlı SOAS’ın alnında motto olarak “Bacon’ın bir sözü olan “Bilgi güçtür” yazar. Yani emperyalist Batı için bilgi, tabiat ve insanlar üzerinde tahakküm kurmak için bir güçtür. Ankara Üniversitesine bağlı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin alnında ise “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” yazar.
Yani bizim için ilim, insanı hakikate, doğruya götüren bir araçtır. Dolayısıyla İslam’da bilgi meselesi önemlidir, olması gereken yerdedir; yani kutsal konumuna irca edilmiştir. Nitekim bu meseleyi çok iyi özümsemiş olan Yesevî, açık ve anlaşılır bir şekilde Türk-İslam bilgi felsefesini şöyle özetlemiş:

“O âlime canım kurban kılarım
Bütün ev barkımı ihsan kılarım
Hani âlim, hani âmil yârânlar?
Hüda’dan söylese, siz can veriniz.

Gerçek âlim yastığını taştan kıldı
Anladığı şeyi âleme dedi.
Kendini bildi ise, Hakk’ı bildi;
Hüda’dan korktu ve insafa geldi.”

Bizde ilim, sahibinden bağımsız ayrı, eğreti bir şey değildir. Türk-İslam dünya görüşünde bilgi, sahibi tarafından hayata geçirilen, yaşanan, uygulanan bir değerdir. Bilgin, öğrendiği, edindiği bilgiyi bizzat kendisi yaşamıyorsa o bilginin bir değeri yoktur. İlmiyle amil olmak yani ilmini yaşamak esas ilkedir.
Ayrıca bizde bilginin hakikate götüren bir vasıta oluşuna değindik. Nitekim Yesevî, Hüda’dan söyleyen yani Allah’tan bahseden, Allah’tan haber veren, Allah’a götüren, Allah’ı bulduran gerçek bilgiye değer veriyor. Yoksa yanlışa, batıla, sapıklığa götüren bilgi reddedilir.
Âlim olmanın bir başka vasfı, edindiği bilgi birikimini halka yaymasıdır. Bilgisini insanlara aktarmayan, insanlara faydalı olmayan, insanları aydınlatmayan âlim ve aydın önemsizdir. Allah korkusu olmayan, insaflı davranmayan, hak hukuk bilmeyen âlim, kendini de, Hakk’ı da bilemez. Kendini bilen Allah’ı bilir. Yani insanın neliğine dair doyurucu açıklamaları, insanın değeri, önemi, işlevi, manası hakkında sahih, doğru, isabetli bilgi ve fikirleri olmayan insanın tanrı bilgisi de yanlıştır.

*Mükemmel İnsan Olmanın Alt Yapısı: Ahlakî Değer ve Kurumlar:

Etik yani ahlakî değer, insanı mütekâmil yapan temel unsurlardan biridir. Ahlak, tek başına yaşayan bir insanla ilgili değildir. Yani tek başına yaşayanın ahlakı yoktur. Ahlak, toplumsal bir olgudur. Birden fazla insanın bir araya gelerek, birlikte yaşayarak, ortaklaşa iş yaparak kurdukları yapı içerisinde ortaya çıkar ahlak dediğimiz kurum. O halde insan, içinde yaşadığı toplumsal yapı içinde diğer insanlarla kurduğu münasebetlere göre iyi ya da kötü ahlak sahibi olur. Ahlaklı ya da ahlaksız tabirleri, kişinin diğer insanlarla kurduğu münasebetler sonucu verilen hükümlerdir.
O halde kişinin toplumsal kişiliği iç içe geçmiş iki daireyle alakalıdır. 1.Millî kimliği, 2.Evrensel kimliği.

*Millî Kimlik: İnsanlar, bir millet içine doğarlar ve bu milletin ortak değerleriyle toplumsallaşırlar. Bu durumda her insanın bir ailesi ve ortak millî değerlerini paylaştığı bir milleti vardır. Bizim milletimizin adı da Türk milletidir. Milliyet şuurumuzun geliştiği ve milletimize olan sorumluluklarımızı en üst düzeyde yerine getirdiğimiz oranda mükemmel insan oluruz. Milliyetsiz kişi, everensel insan, dünya vatandaşı olamaz.
Bugün emperyalist Batı, içerdeki işbirlikçileri ile birlikte Türk milletinin millî kimliğini, millet adını, Türklüğü yok etmek için olağanüstü bir çaba sarf etmekte, Türk millet kimliği ayaklar altına alınmakta, Türk milletinin Türk milleti adını kullanması suç sayılmakta, ırkçılık olarak değerlendirilmektedir. Bu milletin başına “Türk” ifadesi gelmeyecekmiş, sadece millet diyecekmişiz.
Peki bu, ne milleti, bu milletin özel adı ne? Millet bir cins ismidir, bu cins isimlerin bir de özel isimleri olur. Mesela kuş bir cins ismidir, leylek de kuş cinsinin özel bir türüdür. Millet de cins ismidir. Türk milleti de bu millet cinsinin özel bir türüdür. Birilerine göre biz sadece milletmişiz. Ne milleti diye sorarlarsa ne diyeceğiz? “Biz Türk milleti filan değiliz, bizi leylekler getirdi” diyeceğiz. Ahmet Yesevî bu bağlamda milliyet bilinci oldukça kuvvetli olan bir Müslüman Türk bilgesidir. Yahya Kemal, onun bu boyutunu veciz bir şekilde şöyle vurgular:
“Şu Ahmet Yesevî kim? Bir araştırın göreceksiniz… Bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız.”
Milliyetin en temel unsuru dildir. Yesevî hikmetlerini sade Türkçe ile, öz Türkçe ile söyleyerek Türk milliyetine en büyük hizmeti yaptı. Zira tarihimizin değişik dönemlerinde Türkçeden utanarak ya da Türkçeyi küçümseyerek, horlayarak Farsça ve Arapça ile eser veren çok şair ve âlim oldu.
Yesevî hikmetlerinde Türkçe bilincini şöyle ortaya koyuyor:

“Sevmiyorlar bilginler
Sizin Türkçe dilini
Bilgelerden işitsen
Açar gönül ilini

Ayet hadis anlamı
Türkçe olsa duyarlar
Anlamını bilenler
Başı eğip uyarlar

Miskin zayıf Hoca Ahmed
Yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de
Sevip söyler Türkçeyi”

*Etik Bir Değer Olarak Toplumsal ve Ekonomik Dayanışma:

Bugünkü modern dünyanın hastalıklarından biri, Karunî sistemin kapitalizm adıyla kurumsal bir kimlik kazanması ve Türk milletini kapitalist ruhun esir almasıdır. Özellikle 1950’den bu yana Amerika ve Avrupa’nın musallat olmasıyla devlet ve millet yapımıza kapitalist sistem ve ruh iyice yerleşmiş durumdadır.
Bu da Türk millet varlığını iyice tehdit eder duruma gelmiştir. Kapitalist ruh ve sistem, başkasını ezip geçerek kısa zamanda haram helal demeden, kanunlu ya da kanunsuz bir şekilde çok para kazanmak, çok tüketmek, çok tüketmek için daha çok kazanma ihtirası üzerine temellenmiş bir anlayıştır.

Bu zihniyette zayıflar, çaresizler, hastalar, fakirler, yetimler, sahipsiz kişiler, Darwinist bir yöntemle elimine edilmesi gereken, silinmesi, yok edilmesi, temizlenmesi gereken fazlalıklar olarak görülür ve hiçbir şekilde yardım edilmezler, ilgilenilmezler. Bu durum, insanlarda duygusuzlaşmaya, merhametsizleşmeye, canavarlaşmaya, kalp katılığına, insanın insan olarak kendi var oluşuna ihanet etmesine yol açar.
Yani, haksızlık ve usulsüzlük üzerine temellenen, güçlünün güçsüz bırakılmışı yani mustaz’afı yok etmesine dayanan kapitalist ruh, insanı insanlığından çıkarmıştır. Bugün milletimiz, böyle bir hastalıkla malüldür. Ahmet Yesevî, bu hastalığa karşı da oldukça sağlam bir sığınaktır. Şöyle der:

“Garip, fakir, yetimleri sevindir
Aziz canını parçalarcasına çalış
Yemek bulursan canın ile konuk eyle
Hakk’dan işitip bu sözleri söylüyorum.

Garip, fakir, yetimleri kim sorarsa
Razı olur ol kulundan Yüce Allah
Ey habersiz sen sebepsin, kalanı sırdır
Hak Mustafa öğüdünü söylüyorum.

Resul önüne bir yetim gelmişti
Garip ve müptelayım demişti
Acıdı Resul onun haline
İstediğini verdi eline

Resul dedi ben de bir yetimim
Yetimlik ve gariplikle yetiştim
Muhammed dedi ki kim ki yetimdir
Biliniz o benim has ümmetimdir
Yetimi görseniz incitmeyiniz
Garibi görseniz küstürmeyiniz.”

Toplumsal, ekonomik eşitsizlik, adaletsizlik, haksızlık gibi hastalıklara çare için komünizme sosyalizme gitmeye gerek yok. Toplumsal ve ekonomik adaletin ve dengenin asıl ve sahih kaynağı İslam’dır, Ahmet Yesevî de bu anlayışa tercümandır.

*Türk-İslam Devlet Felsefesi:

Ahmet Yesevî, sadece hikmetleriyle, tasavvufuyla değil; aynı zamanda duruşuyla, tavrıyla, münevver sahih bir Müslüman Türk aydını olmasıyla da önemlidir. Nitekim gerçek aydın, kimseden korkmayan ve menfaati için eğilip bükülmeyendir. Yani menfaatinin ve korkularının esiri değildir.
Gerçek aydın, doğru bildiğini kim olursa olsun herkese korkmadan, özgürce haykırandır. Yesevî, bu anlamda örnek alabileceğimiz büyük bir Türk aydınıdır. Başından geçen bir olay, bugün özellikle bizim için son derece uyarıcı, öğretici bir değere sahip. Hadise şudur:
“Herat Sultanı bir gün gurur ve haşmetle giderken yolda Hazret-i Ahmet Yesevî ile karşılaştı. Üzerinde tören elbisesi bulunan sultan, Ahmet Yesevî’ye sordu: “Bu üstümdeki elbise ile namaz kılmak caiz midir, değil midir?” Hazret-i Ahmet Yesevî güldü. Padişah “niye gülüyorsun?” dedi. Ahmet Yesevî buyurdu:
“Senin cehaletine gülüyorum. Senin karnın haram ile dolu iken ve mazlum Müslümanların vebali boynunda iken sen elbiseden bahsediyor, onunla namaz kılınıp kılınamayacağını soruyorsun.” Bu uyarı üzerine padişah ağladı ve atından atladı. Ahmet Yesevî hazretlerinin ayaklarına kapandı. Tutum ve davranışlarını değiştirerek ariflerden ve kâmillerden oldu.”
Bugün Yesevî gibi korkusuz, hakkın hatırını yüksek tutan gerçek aydınlarımız, Herat Sultanı gibi ilme, doğru eleştiriye, hakkaniyete değer veren hakkaniyetli yöneticilerimiz olmadığı kötü durumdayız.

* Duygu, Düşünce ve İnanç Sömürüsü:

İnsanlararası ilişki biçimlerinden biri, duygu ve düşünce istismarıdır. Bazı kişiler, sahip oldukları bilgi birikiminin fazlalığını diğer insanlar üzerinde bir tahakküm vesilesi haline getirirler, onların duygu ve düşüncelerini istismar ederek, onları kendi bireysel emelleri doğrultusunda kullanırlar ve sömürürler. Tarih boyunca bunun çok çeşitli örnekleri ortaya çıkmıştır.
Bu tür bir sömürü mekanizması daha çok din üzerinden olmuştur. Bazı kişiler, kendilerini diğer insanlardan daha fazla dindar gösterirler, ayrıcalıklı, özel manevî dinî güçlere, sırlara, tılsımlara sahip olduklarını vehmederler ve özelliklerini nüfuz temin etmede ve ekonomik anlamda çıkar sağlamada bir araç olarak kullanırlar.
Bu bağlamda sahte şeyhler her zaman türemiştir. Bu durum, Ahmet Yesevî döneminde de vardı bugün de var. Bu konuyla ilgili olarak Yesevî şöyle der:

“Ahir zaman şeyhleri süslerler dışlarını
İçtenlikten uzaklar bozuktur içerleri
Keramet diye satar gaflet düşlerini
Gösterişle halka kendilerini satarlar.

Çekiştirme ağı kurdun, halkı yoldan azdırdın
Şeyhlik iddia ettin, gösteriş alıp sattın
Şeytanla işler yaptın, birlikte devran sürdün
Sana ne diye, yüzünü göstersin”

Bu meseleyi bugüne taşırsak şöyle bakmamız lazım. Burada şeyh diye özelleştirilen figürü bugün genelleştirebiliriz. İnsanları büyüleyerek, etkileyerek, kandırıp aldatarak hayali vaatlerde bulunarak tesir altında bırakan siyasi parti ve ideolojik grup liderleri, ideologlar, filozoflar da buna dahildir.
Ahmet Yesevî, Fakrname’de sahte şeyhlerle ilgili olarak şöyle der:
“Onlar müritlerinden bağış alırlar, eğer müritleri vermese çekişirler ve derler ki: Senden şikâyetçiyim. Allah da senden şikâyetçi. Gerçek şeyhler eğer bağış alırlarsa sadece hak edenlere, gariplere, çaresizlere verirler. Eğer kendileri alıp yerlerse leş yemiş gibi olurlar. Eğer alıp giyim yaparlarsa Hakk Tealâ onların ibadetlerini kabul etmez. Onlar cehennem azabına uğrarlar. Kim böyle şeyhlere gönlünü kaptırırsa, dinden de çıkar. Böyle şeyhler lanetlidirler. Onların fitnesi deccalden de kötüdür. Onlar şeriatta, tarikatta, hakikatte ve marifette dinden çıkmış sayılırlar.”
Gerçek bir tarikat, cemaat önderi, gerçek bir şeyh, gerçek bir ilim adamı, fikir adamı, siyaset adamı, gerçek bir aydın kendisine bağlı olan insanların sevgi ve saygılarını sömürerek onların paralarına, maddi varlıklarına gözünü dikmez.
Nitekim Ahmet Yesevî, müritlerinden, cemaatinden topladığı paralarla bugünün değerleriyle kâşâneler, saraylar kuran, lüks otomobillerde seyahat eden, pahalı, süslü elbiseler içinde dolaşan, yağla balla, havyarla beslenen, havuzlu villalarda yaşayan bir adam değildi.
Ahmet Yesevî, geçimini tahta kaşık, kepçe ve kâse yontup satarak geçinen bir adamdı. Hiçbir müridini sömürmedi. Günümüz sahte şeyhlerinin, cemaat, tarikat şeflerinin ve siyasi parti liderlerinin Yesevî’den alacakları çok dersler var.
Gerçek şeyhlik, gerçek liderlik, almakla değil vermekle olur. Gerçek liderlik ve önderlik, fikir, proje, iş üretmekle, ekonomik değer elde etmekle ve üretilen değerleri halka dağıtmakla olur. Yesevî şöyle der:

“Derviş olmayıp neylesin, evde yapacak işi yok
Dervişim der durur da halka verecek aşı yok.
Ah vah eder de gözünde damla yaşı yok
Görünüşün derviş de asla Müslüman olmadın.”

Bugün milletimizin kangrene dönüşmüş sorunlarından birisi, İslam adına ortaya çıkan birçok cemaat ve tarikatın ya da hoca, şeyh, yazar çizer, kanaat önderi diye ortada dolananların gerçek İslam’la alakasının olmamasıdır. Bunların İslam’ı kendi hayatlarında yaşamamaları, peşine taktıkları iyi niyetli masum Türkleri siyasi ve ticari anlamda sömürmeleridir.
Bu mesele yeni bir durum değildir, tarihin her döneminde değişik şekillerde var olmuştur. Ahmet Yesevî, hikmetlerinde bu konu üzerinde fazlaca duruyor ve Müslümanları uyarıyor.
Sadece sahte din adamlarını, ya da cahil veya kişisel çıkarları için İslam’ı çarpıtan din adamlarını eleştirmiyor. Aynı zamanda toplumu yönetme mevkiinde olan ya da toplum hukukuyla ilgili yetki sahibi olanların haksız kazanç sağlamaları, yanlış karar vermeleri ve hatalı uygulamalarının da vebalinin ve sorumluluğunun büyüklüğü üzerinde duruyor. Bu bağlamda şöyle diyor:

“Molla, müftü olanlar, yalan fetva verenler
Akı kara kılanlar cehenneme girmişler.

Kadı, imam olanlar, haksız dava kılanlar
Eşek gibi olarak yük altında kalmışlar.

Rüşvet alan hâkimler, haram alıp yiyenler
Parmağını dişleyip korkup durup kalmışlar.

Tatlı tatlı yiyenler, türlü türlü giyenler
Altın tahta oturanlar toprak altında kalmışlar.”

Yesevî’nin bu mısralarda dile getirdiği hususlar, maalesef bugün de yaygın olarak maruz kaldığımız durumlardır. Düzgün bir toplumsal hayat ve iyi işleyen hakkaniyetli bir devlet yapısına tekrar kavuşabilmemiz için bu uyarılara hepimizin kulak vermesi gerekiyor.

*İnanç ve Düşünce Baskısı ya da Laiklik:

Eski zamanların olduğu gibi modern zamanların da temel sorunlarından biri, insanların inançları ve düşünceleri üzerinde dış baskı ve kontrolün var olmasıdır. Bu durum, insanın insan olma hakkına, temel insan haklarına, insanın özgürlük alanına, iradesini özgürce kullanabilme alanına bir dış müdahaledir. Bunu hem insan doğası, hem de İslam kabul etmiyor.
İnsan, yaratılıştan getirdiği fıtrî yapısı itibariyle inançlar, düşünceler, anlayışlar, felsefeler arasındaki tercihi tamamen hür iradesiyle, özgürce yapmak ister. Kimsenin baskısına, herhangi bir dış etki ve müdahaleye maruz kalmak istemez. Çünkü inanç ve düşünce tamamen gönüllülük esasına dayalıdır ve hür arzuya bağlıdır. Zorla düşünce ve inanç dayatılamaz. Düşünce ve inanç mahalle baskısını, cemaat kontrolünü, tarikat kıskacını, siyasi parti disiplinini kabul etmez.
Nitekim İslam da zaten bu anlamda düşünce, inanç, yaşama tarzı tercihi konusunda insanların hür bırakılmasını, baskıya ve zorlamaya tabi tutulmamasını istemiştir. Eğer laiklik, bu anlamıyla algılanırsa İslam’ın da bir emridir. Nitekim şu ayetlere bakalım:
“Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, inanmaları için insanları zorluyor musun?” (Yunus, 99)
“Sizin dininiz size, benim dinim bana” (El-Kâfirun, 6)
“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256)
Dinde zorlama yoktur, sadece tavsiye vardır, tebliğ vardır, öğretme, bildirme, uyarma, ikaz, irşad vardır, tercih de insanlara bırakılır. İslam’da imtihan denilen şey, insanların kendilerine Hakk’ın tebliğinden sonra cüzi iradeleriyle serbestçe karar verebilme imkânıdır.
İşte Ahmet Yesevî, bu konuda da günümüze ışık tutan hikmetler söyledi:

“Sünnet imiş kâfir de olsa incitme sen
Gönlü katı gönül kırıcıdan Allah şikâyetçi
Böyle kullardır asıl cehenneme gidici
Bilginlerden işitip söylüyorum bu sözü”

*İnsanî ve İslamî Bir Değer: Estetik

Dünyada her varlığın, her değerin, her kurumun üç aşaması vardır: İcat, inşa, ibda. Dünyada var olan her şey, önce Allah tarafından yaratılır, yani icad edilir. Sora insanlar ondan biyolojik ihtiyaçlarını gidermek üzere inşa yaparlar.
Bununla yetinmeyip estetik, bediiyyat, güzel duyu denilen duyusal ihtiyaçlarını gidermek için de ibda yaparlar. İşte estetik, insanın ibda faaliyetinin bir karşılığıdır. Canlı cansız varlıklar arasında sadece insanlar, estetik değere ihtiyaç duyarlar ve güzellik duygusu, sadece insanda vardır ve bu güzellik insanî bir ihtiyaçtır.
Estetik değer, sadece belagat anlamında edebiyatla, sözle ilgili bir iş değildir. Estetik değer, insanın sözünden giyimine, davranışlarından, evine, şehrine kadar hayatının her alanını kapsar.
İslam’ın da temel kavramlarından biri güzelliktir. Kainâtta tabii olarak güzellik vardır. Somut varlıkların kendisinde ve aralarındaki düzende hüsn-i mücerred, soyut güzellik vardır.
İnsan kâinatta münderic olan bu soyut güzelliği bulup keşfedecek ve hayatına uyarlayacaktır ki o zaman mükemmel insan olsun.
Ahmet Yesevî bu anlamda da zengin bir kaynaktır. Günümüz Türk milletinin estetik değer ihtiyaçlarını karşılamada, estetik meselesini halletmede kendisine dönülmesi gereken önemli bir hikmet deryasıdır. Şöyle der:

“Ahir zaman ümmetleri süslerler evlerini;
Nefslerine kapılıp bozarlar huylarını;
Şan ve şevketler ile dik tutarlar boylarını;
Aslan Babam sözlerini işitiniz teberrük.”

Pahalı, lüks, süslü, şatafatlı evler, villlalar, apartmanlar maddi anlamda zenginlik gösterisi olabilir, ama estetik değildir. Mekan estetiği, insanın göz zevkini okşadığı gibi sadeliğin zarafeti ile, mütevazi yapısı ile insanların hasetlik duygularını değil, gıpta ve hayranlık duygularını uyandırmaktır.
Davranış estetiği de insanların nefislerine kapılmayıp huylarını bozmamasıdır. Yani kibirlenmek, büyüklenmek, kötü söz söylemek, kırıcı olmak, zulmetmek, haksızlık etmek, hakaret etmek gibi huy bozuklukları davranış estetiğini yok eder. Yesevî de işte tam bu noktada uyarısını yapmaktadır.
Şan ve şevketler ile boylarını dik tutmak da davranış estetiğini yok eden bir tutumdur.
Söz estetiği, kainâttaki ilahî güzelliklerin farkına varıp bunları en güzel şekilde ifadeye dökmektir. Bu da sanattır, edebiyattır. Bu anlamda Türk edebiyatı çok zengin bir estetik birikime sahiptir. İslamî Türk edebiyatı, bu söz estetiğini mazmunlara dönüştürüp yüzyıllarca çok güzel şiirlerle dile getirmiştir. Yesevî bir hikmetinde şöyle der:

“Gül aşkının sokağında bülbül oldum;
Türlü türlü diller ile nâle kıldım;
Bütün işlerden âşıklığı ben zor bildim;
Her ne kılsan, âşık kıl sen perverdigâr”

Son Söz

Hoca Ahmet Yesevî, Türklerin Müslümanlığı öğrenmesinde, eğitilmesinde etkisi büyük olan seçkin bilgelerimizden, din ve tasavvuf büyüklerimizden biridir. Özellikle hikmetleriyle bize yüzyıllar boyu yol göstermiş, yolumuzu aydınlatmış, bizi doğru yola çağırmıştır.
Kötülük yapmış, günah işlemiş ya da işleme durumunda olan Müslüman Türkleri etkili, kısa, veciz hikmetleriyle arınmaya, tevbe etmeye, temizlenmeye, kötülüklerden vazgeçmeye, mükemmel insan olmaya çağırmıştır. Onun arınma yöntemleri arasında kendi varlığını Allah’ta eritmek, kibirlenmemek, ağlamak, tevbe etmek, büyük bir Allah aşkı duymak, nefsi terbiye etmek, iyilik yapmak çok önemli bir yer tutar.
Bütün bu yöntemler, bize bizi hatırlatan yani insan olduğumuzu hatırlatan, bizi insanî özümüze dönmeye davet eden yöntemlerdir. Bu bakımdan özellikle bugünkü modern zamanlarda materyalizmin, dünyaya taparlığın, yüzeysel, görünen değerlere önem vermenin arttığı bu zamanda arınmaya çok ihtiyacımız var ve bu konuda bize Ahmet Yesevî en iyi örneklik yapacak bilgelerimizden biridir.