Remzi Oğuz ARIK: KÖY KADINI

KÖY KADINI

Remzi Oğuz ARIK

Anadolu’yu, bütün haraplığı, geriliği ile beraber başka yurtların üstüne çıkaran asıl mucize nedir bilir misiniz? Köy kadını! …

Köy kadını… Milletimizin höyük yığınının kadını! .. Çocukluğunu duymadan kızlığa, kız yaşını tanımadan kadınlığa, kadınlığına doymadan toprağa geçen mahlûk!. İşte bu, bizi bir millete, bir vatana mensup olduğumuzu söylemek gururuna, iftiharına kavuşturan asıl sırdır.

Onu sakın gazetelerin, mecmuaların cümleleriyle ta­nımaya kalkışmayın… O yazıları yazanlar ne köyü, ne köylüyîi, ne köy kadınını tanırlar. Köy, köylü, köy kadını bu milletin hâlâ el dokunulmamış sırlarını, zenginliğini meydana getirmekte devam ediyor. O elmas çekmeceyi açacak anahtarı, geçiş devresi nesillerinde aramak boş­tur.

«Köy kadını» demekle Türk kadınını, yahut asıl Türk kadınını ifâde etmiş oluyoruz. Bir kere o, bugünkü mille­timizin yüzde yetmişbeşini doğurmuştur. Sonra bir mil­lete millet dedirten unsurların höyük kısmını onun ya­rattığına, şimdi çoğunu onun koruduğuna, nesilden ne- sile onun geçirdiğine inanıyoruz. Bundan başka hepimiz biliriz ki, şehir kadını, köyden gelmiş, köyden sivrilerek şehrin eksiğini tamamlamaya gelmiş olanlar bir yana bırakılırsa bu milletin ana benliğini temsil etmekten uzak bir sayı azlığı, bir mâna yoksulluğu içindedir. Şehir ka­dını – hiç olmazsa onlar arasında Türk kadınlığını tem­sil ettiği zannedilen sözde münevverler – içtimai «fonction» u olmıyan veyahut, çekildiklerinde bu “fonction” zarar görmiyecek, hattâ bugünkü duruma. göre, selâmet bile bulacak olan – bir azlıktır. Bugün için, onun devam ettirdiği hayırlı bir an’ane, üzerine aldığı müspet bir «mission – vazife» yoktur. Göreneklerin «müessese» hâli­ne gelmiş en değerli, vazifelerin en ağırı ve mukaddesi olan «analık» bile; şu veya bu sebeple şehir kadınının kaçındığı bir mâna almıştır. Şimdilik sıfatı: eksik bir ökumanın, kötü bir lüksün kibrini gezdiren beynelmilel bir müsrif olmaktır. Halbuki köylü kadını bu milletin kaderine ait tarihi bir «mission»u bulunan, bu milletin varlığı ile alâkalı an’aneyi devam ettiren, şehir kadım azlığının çok kere uydurma salonlarda erittiği millet ya­pısını boyuna tâmir eden, tamamlıyan bir çokluktur. Bu­nun içindir ki, köy kadını sözü ile biz, ası! Türk kadınını kastediyor; doğru bir ifade bulduğumuza inanıyoruz. (1)

Bu türlü anladığımız Türk kadını, bizim, bütün mil­letlerin karşısına hiç korkmadan çıkmamızı temin ede­cek böyüklüğü nefsinde toplamıştır. Hiçbir millet gös­terilemez ki varlığına ait imkânları, şartları bizimki ka­dar kendi kadınlığına borçlu olsun! …

Kaç asırdır, sözde metropol olan Anadolu, kendi müstemlekeleri yoluna, doğranan bir damar gibi, boşal­maktadır. Osmanlı imparatorluğunun tek endişe, tek merhamet, tek saygı göstermeden her türlü «kumarlara bastığı» Anadolu’nun insan serveti; bugün halâ millete

(1) Ankara’da, «Ulus Meydanı»ndaki abidenin bir köşeâıu süsleyen «Mermi taşıyan kadın» heykelinin bütün ^güzlliği, bu rnileite ait kurtuluş anıtında yer alan, yer layık olan kadınlığı «köylü kadın» olarak temsil etmesi değil midir? Ve gine yalnız bu bamdan, Prof. Matşın ka^dınlı^^raa ait Cenevre nutkunu manalı, değerli bulmaktayız.

yakışacak kitlede ise bunu yalnız köylü kadınına borç­luyuz! ..

Anadolu’yu ikiyüz yıla yakın bir akınla yeniden fethedip yeni bir hüviyete sokan en son Türk göçü; bu ülkede Bizans, îran, Arap ve daha başka millet kültür­lerinin birliğine çarptı. Türkmen kültürünün, yalnız başı­na çarptığı bu birleşmiş kültürlere, sonraları imparator­luğumuzun Enderun müesseseleri de katıldı. Bugün mü­kemmel bir surette görüyoruz ki Türkler’in Anadoluda. büyük «mission» unu durduran Moğal istilâsı gibi, Haç­lılar gibi engellerin yanında bu müthiş kültür düşman­lığı da yeralmış bulunuyor. Fakat, öteki engelleri silip süpüren böyük kudret, kültür imtihanında da yenilme- miştir. Bu kültür zaferinin asıl kaynağı köy kadınımızın haberi olmadan Allahı taşıyan bir Sina ağırlığı ile, yüz yıllardanberi akıp gelen Türk kültürünü, kapalı ruhunda korumasıdır.

Türk kültürü gibi, Anadolunun iktisadı da, împara- torlu^m kumıarbazhğına bahşiş verilmişti. Bilhassa yeni deniz yolları bulunması yüzünden Anadolu, transit yed olma ehemmiyetini kaybedince, bozulan muvazene, Av­rupa sanayiinin devleştiği devirlerde bizim için bir felâ­ket halini aldı. Anadolu’nun harplerden artakalan varı- yoğu, bu devrin mirasyedi – nesilleri ile Türk olmıyan azhklann elinde Avrupanın vahşi aldatmaya yarayan müstemleke mallarına akıtıldı. Bu eşsiz israfın bitirdiği millet bünyesi «Kurtuluş harbimiz» de, yıllarca Böyük Millet Dâvasını zafere götüren bir malzeme, tâkat kay­nağı imkânını, vazifesini görebildiyse bunu, ancak, köy­lüye, onun hârikulâde tutumlu oluşuna, hattâ… hattâ… onun insan ihtiyaçlarının ve seviyesinin aleyhine kullana­cak kadar sabırlı, kanaatlı oluşuna borçluyuz. Köylü er­keği şehirle, şehirli ile nispeten çok temastadır; şehrin kötülüklerine, israfına daha çok akışı mümkündür. ma çocukluğu duymadan kızlaşan, kız yaşını tanımadan kadınlaşan, kadınlığına doymadan topraklaşan köylü ka­dını; sert bir tahammül dininin bütün merasimine ria­yeti sayesinde, Anadolu’yu tam bir iflâstan kurtaran asıl âmil olmuştur.

Köy kadınının böyüklüğü, eşsiz kısmeti Türkiye için, yalnız onun tarihi «missionu»ndan ileri gelmiyor. Köylü kadın, bugün de dün gibi, memleketin kuvvet al­dığı en feyizli pınar olmakta devam ediyor.

Nüfus meselesi Türkiye için bir ölüm kalım işidir. Bu işte köy kadınının yükündeki misilsiz ağırlığı anla­mak için köyün tam bir imkânsızlık gösteren manzara­sını gözönüne getirmek yeter. Bayramdan bayrama et yiyen, zaman zaman şekerin varlığını büsbütün unutan gıda yoksulluğundan, her çeşit avadanlığa,. her çeşit sıh­hat vasıtasına kadar coğrafyanın lütufkârlığı şöyle bir yana durursa tam bir yoksulluk içinde çocuk böyütmek, bir şehirli kafasiyle, bünyesiyle belâların belasıdır. Fakat., evinin, işinin herşeyi olan köy kadını, bu «belâyı» dok­torsuz, ilâçsız, her yıl meydana getirmeyi vazifeden hö­yük birşey bilmekte devam ediyor; bir tane bile çocuk yetiştirmemek için her türlü mazereti önesüren şehir kadınının aksine o, «çocuk belâsı» nı kendi sütlü ile veya kendi kanı ile besliyor. Ordunun kurtaran safları, mu­kaddes safları, köy kadınının herşeyini vererek böyiit- tüğü Mehmetlerle meydana gelir. Sınırların dört yanını kuşatan düşman ve teknik üstünlüğüne Anadolunun çı­kardığı höyük tarihi kalkan: ordu; köy kadınının kam eseridir. Anadolu’nun çetin nüfus işini biz, işte bu ese-ri veren köy kadınının böyüklüğü ile hâlledeceğimize inanı­yoruz.

Ana olarak aldığımız köy kadını halâ ahengini yi­tirmemiş cemiyetlerdeki feragatin böyüklüğünü taşıyor.

Kendi nefsine düşmüş bir kadın örneğinin bozgununu, hakikatta bütün muvazenesini yitirmiş olan köyde daha tamamiyle görmüyorsak bunun sırrı köyde henüz ayakta duran ailedir.

Şehirde aile nedir ki? Her çeşit keyfin, hevesin oyun­cağı! … Bazan iki toy çocuğun «sevişiyoruz!..» demesi, bazan iki ana babanın karşılıklı kibri, arzusu, aile denen millet temelini kurutmaya yeter. Böyle heveslerle kuru­lan yuvaların aynı kolaylıkla göçmesi, cemiyetimizin in­tikal devrindeki alâmetlerinden biridir. (İstatistiklere ve adliye dosyalarına bir gözatmak bu hususta şahit ara­yanlara yetesi vesika verit.)

Köyde.. ailenin temeli toprağın derinliğine girmiş­tir. Orada yuvayı gelipgeçici hevesler değil, ilk insanı coşturan cins ihtirasları; yahut toprağın ancak köy ço­cuğu tarafından cşitilip anlaşılan esrarlı dâveti, emri… kurar. Bu itibarla da köy kadınının gönlünden erkeğini ne ölüm, ne mahşer siler. Köydeki aile yuvasını harbin tırpanı bile güç devirir.

Köy kızı yoldan çıkmaz mı? Şehrin sözgelimi, Anka- rada’ki telsizlerin… korkunç değirmenine düşmezse; onu yoldan çıkarmak için kocası olmak farzdır. Ve o kıratta bir «Diyana»yı kaçırmak için «Köroğlu» kadar efsane­leşmiş köy erkeği olmak şarttır. Kızı kaçıran erkek, so­nunda hayat arkadaşına sahip olmayı ihtiras yapan bir kahramandır; sevdiğiyle kaçan kadın, aşk ihtirasını her türlü riyakârlıkların kabuğundan sıyırmış bir -anadır.

Onun suçu da kendine yakışacak böyüklükledir.

Ne analık feragatındaki bu tabii böyüklük ne kadın­lık ihtirasındaki bu temiz, böyük tabiilik,.. neye inanaca­ğını bilmiyenlerin, hele gönlü boşalmış süslü mankenlerin kârı değildir. Her üstün gördüğü teknik sahibi millete benzemiye yeltenen cemiyetlerin kadını, hergün put de – ğiştiren bir dinsize benzer. Onun gözünde ferağât da.

böyük ihtiraslar da birer apdalhktır. Köy kadınının, inan­dığı, sevdiği şey bulunan benliği, bugün de kültürümü­zün zaferini vâdeden tek ihtiyat kuvvetimizdir. Asırlar­dır kültür sahasında dehâ veremiyoruz. Bütün müesse- selerimiz havada dönen boş, yeyici bir çarktır; başka milletlerin bulduğu, yarattığı şeylerle yaşayan bir tu­feylidir. Bu durgunluk, bu gerilen, bizde orta sınıfı beslemesi lâzımgelen köylünün düşkünlüğüne müvâzi bir iniş çizgisi çizmiştir. Bugün yaratan milletlerin kafilesi­ne katılmak için kendimize dönüyoruz. Bu dönüşte bize cevap, hep köyün bağrından geliyor. İnsanlığın karşısı­na çıkaracağımız herşeyimizi oradan topluyoruz. Halk dili, Halk edebiyatı, Halk şiiri, Halk zevki, Halk musı.. kisi, Halk oyunu, Halk ahlâkı… dediğimiz manevi mirasın böyüklüğünü hergün biraz daha iyi anlıyoruz.

Hakikatta, bu kültürü olanca temizliğiyle, eksiği veya fazlasiyle’ saklayıp bize devreden; her çeşit kültür karışıklığı ile sersemlemiş, hangi yolda ilerliyeceğini şa­şırmış şehirlerimiz değil, köyümüz, köyümüzde köy ka­dınıdır. Ninnisi, ağıdı, türküsü, hikâyesi, atalar sözü ile köy kadını nesillere… Türk dilinin güzelliklerini, Türk musikisinin artık beynelmilel olmak yoluna giren melo­dilerini nasıl aşıladı, öğretti, sevdirdi ise; Türk dansını düğündeki, harman yerindeki, tarladaki halayları, oyun­ları ile öyle muhafaza etti; Türk efsanesini, masalların­da öyle yaşattı.

Rengin, renk ahenginin unutulduğu, Türklerce eri­şilememiş bir nimet sanıldığı bu nankör zamanlarda, ec­nebilerdeki kadar kendi çocuklarının da bilgisizliğine, istihkanna ve itfirasına cevabı, köy kadınının elişinde bulduk. Cemiyetimizin bu yoldaki dehâsını, tezgâhının, kasnağının üzerine eğilen Türk kadını korudu ve bu Türk kadınına ırkın orijinal motiflerini köy kadınının an’ane ve tabiatle beslenen örnekleri verdi.

Bütün harpsonu nesilleri gibi bir haşrüneşir geçi­ren ahlâk bünyemizde eyi, kötü bize, bizim damgamın’ vuran ne varsa köyde, köylüde, köy kadınında bulmuyor muyuz? Türk erkeği, Türk kadınına bakınca daha çok gezen, daha çok karışan, daha çok yadırgı tesirlere kapı­lan bir unsurdur. Halbuki köy kadını, toprak, dam ve ağılla çerçevelenen aleminin sınırlarını taşmıyan muvaze­neli varlıktır. Bu itibarla kültürümüz, onun ağırbaşlı çek­mecesi içinde bin türlü yadırgı kültür düşmanlıklarını arkada bırakarak bizi bulabilmiştir.

Dünkü imparatorluk için bir kumar fişi olan Ana­dolu’nun Metropol iktisadında o böyük felâket içinde! .. yerli bir iktisat tekniğinin mayasını koruyan: küçük tezgâhı, çıkrığı, iği, kirmeni, çapası, sabanı, döneği, ora­ğı ile köy kadını olmuştu. Bugün de Türkiye iktisadının temeli olan ziraatta en esaslı unsur halinde karşımıza gine o çıkıyor. Kendi iktisat muvazenesini yitirmiş ola’1 köy, bugün halâ nefes alıyor, hattâ bir devlet çerçevesini, bütünlüğü ile ayakta tutan cüzütam gibi muhafaza edi­yorsa, bunu başka milletlerle nisbet kabul etmiyen ucuz bir elemeği bolluğunun, bütün istihsalde omurga kemiği olmasına borçluyuz.

Köydeki. elemeği!… Çalışanların ekmeğini yapan, tandırda veya ocakta pişiren, onu en uzak bucaklara ka­dar eriştirip dağıtan, dağda sürüyü otlatan, onu köye ge­tiren, sağan, yoğurt, yağ, peynir yapan ve bunları koru­ma tedbirleri alan; yahut sürüyü kırpan, kılı yünü te- mizliyen, eğirerek onu dokuyan yahut ham madde ola­rak satılacak hale getiren; tarlayı süren, eken, bekliyer., mahsülü biçen, harman eden, anbara taşıyan, satışa çı­karan yahut, bankaya olan borcunu ödemek için şehre döken; borca ve bin mihnetle aldığı hayvanları otlatan. yarasını ve çıkığını saran, hastalanınca şifa bulan, ölün­ce eli böğründe, yükün altına kendi giren… elemeği ! Bu­nun karşılığı ya bir hiçtir, ya bir yığın borçtur, ya mü- selsel bir açlıktır. Bir müthiş hiçliğe dökülen bu bedava elemeği, hesabı hiç tutulmanmış elemeği: KÖYLÜ KADI­NINDIR.

Bugün müthiş bir bozgun âleminin arasında, Ana­dolu köylerinde bir tahammül~nıucizcsini görüyoruz. Böy- lece, beşeriyetin en çetin buhran devrini inanılmaz bir sükûn ve emniyet içinde aşmaya çalışıyorsak… bunu; yalnız köy istihsaline elemeğini veren köy kadınının, o yaman enerjiyi, çalışmayı hesaba katmıyacak kadar en­gin bir gönül zenginliğiyle yaradılmış olmasında, bir kere bile emeğinin hesabını, kendini işletenlerden aramamasın da bulmalıyız.

Bütün bir milletin en bâkir ihtiyat kuvveti olan köy kadını acaba bugün nasıl görülmektedir? Millet hayatın­da ona ayrılan yer nedir? Sıfırdan daha aşağı bir ra­kam!…

Sıfırdan daha aşağı… Çünkü, köy kadını; hesab’l girmiyen kuvvettir! Onu şehirde : yalancı ve gırtlağına kadar dolandırıcı borca gömülen lüksün pudrası, kızilı arasında topraktan; köyde: toprak rengine girmiş na­sipsiz erkeğinden farkeden kim’dir?

Ona şehirde, şimdi hedefsiz bir süs ömrü geçiren renksiz adaşlarının uşaklığı, lüks hademeliği lâyik görül­müştür. Yahut barlarda, en sefil iştahların lâmbasını ta­şımak, hızını dindirmek vazifesi verilmiştir. Köy kadı­nının, belki asırlardır içine akıp toplanan, arzularına kavuşması şehrin bu en sefil köşelerinde boğazlanan hayâ ve iradesi pahasına olurken, köy kadını, elinde ol­mayan sebeplerle şehre boşalırken meselâ bir Telsizler mahallesinin her bâkirliği kazıyan yaman esirlik makina- sı dişlerinden onu koruyan hangi teşkilâttır? Buna al­dıran kimdir?

Hakikatta, köylerinden kopanlıp şehirlerin kayıt­sız ve hor gören bağrında, şeref öğüten değirmenlere dökülen Türk kadınını, barların ve alelâde yerlerin kir­leten ışıkları altında görenler, içtimai vazifesini, tarihi «mission»unu ebediyen kaybeden bu yeni cins lüks ve haz paryalarının artmasından dehşete düşmekte haklıdır. Köyün muvazenesi bozulalı, onun kadınını şehirde yal­nız bu âkibet bekliyor!…

Aile temelini sarsan kültürlerin bozgunundan hâlâ uzak; kadını kozmopolitleşen kültürlerdeki kısırlıktan şimdilik habersiz; çöküntüye uğrayan cemiyetlerde lüks hayvanına yaklaşan kadın olmaktan hemen tamamiyie münezzeh; ta.katı tükenmiş millet iktisatlarında israf çarkı haline giren kadın olmaktan henüz çok uzak olan köy kadını; erkeğin arkadaşı olarak, ana olarak ailemi­zin ve milletimizin temelidir. Ondan bizim beklediğimiz : sefaletin bekçiliğini yapması değildir. Onun sabrını, irâ­desini takdis edişimiz, köyün geri ve perişanlığına sonu­na kadar şuursuz bir seyirci olmasından ileri gelmiyor. Biz onun; tarih felâketleri, cefaları üstüne yükselen can­lılığına; felâketi, kaderi yenen takatına hayranız.

Fakat köy kadını tıpkı köy gibi, bu muvazenesiz, borçlu, dâima «başkası için kullanılan emek» olmaktan çıkacak; köy çerçevesini doldurduktan, köy çerçevesin­de bereketlenip gümrahlaştıktan sonra şehrin yediği, erittiği nüfusu tâmire, telâfiye akacaktır. Köy kadınını: kadınlığını yitirmiş, unutmuş bir ırgat halinde bırakan; yahut teknik adına, ilerleme adına onu böyle bir ırgat bırakmayı bir keşifmiş, bir hünermiş gibi beyinlere sin­dirmek isteyen herkesten, her usulden tiksiniyoruz. Köy kadınını yuvasına dönmekten; yuvasında ana, eş, hem­şire sevgili olmanın imtiyazından ayırıp sözde iş, sözde, teknik pazarının paryası sefilliğinde hapseden her ter­biyeden, her tahsilden şüphe edeceğiz.

Ondan asıl beklediğimiz: bugüne kadar olduğu gibi, bu milletin kendine mahsus nesi varsa, onun haznesi kal­ması, bu milletin gizli ihtiyat kudreti olmak sırrını ver­memesidir. Şehrin bugünkü dalgalı, her an değişen bün­yesi Türkiyeyi beğenilmiyecek karışıklığa uğratırsa, kö­yün ağır ve uyanık şuuru, an’anenin tartısını ağır basa­cak; ziraatımız vasıtasıyle millet iktisadımızdaki muva­zenesi sayesinde şehrin kumara basacağı her kuvveti telâfiye o koşacaktır.

Her çocuk yeni bir imkân, yeni bir istidat, yeni bir umuttur. Köy kadınından, .yâni böyük Türk kadını çok­luğundan beklediğimiz’ bu imkânı, bu istidadı, bu umudu bol yetiştirmesi, eyi beslemesi, ve onu, bizim olan ruhun, ahlâkın en temiz örneği gibi vermesidir. İlle bu bizim olan ruh ve ahlâk!. Bunun tek kefili bugün köy kadını­dır. Şu İstanbul’daki Polonez köyü ile bizim’ köyleri mu­kayese edince duyduğumuz gerilik ezasını, utancını, köy­lerimizin morfolojisinden geliyor zannedenler nekadar ya­nılıyor! … İstanbul’da bize tek kadeh temiz süt içirmeyen belâ, mandıranın hem de asri mandıranın yokluğu mu­dur? Yoksa süt denen gıdayı telvis etmekten ezâ mesuli­yet duymayan ruhun taş kesilmesi midir? Ankara’nın dibinde Polenez köyünden güzel, ^rî köylerimiz var. Onun insanı, harap köylerimizin insanından daha verim­siz, daha geri!. Anadolu’nun köy kadını bizim bu düğü­mümüzü çözecek tek imkândır.

Birgün Anadolu, en ileri bir millete vatan olunca onun bu mazhariyetini gören nesiller, köy kadınının yani Türk kadının böyük ve temiz hâtırasını yeni Süleyma- niyeler, yâni anıtlarla anacaktır.