ATSIZ: Kültür Bakanlığı Ne Yapmalı?

KÜLTÜR BAKANI’NIN

RESMİ YAZISINA

AÇIK CEVAP

 

Hüseyin Nihal ATSIZ

 

20 Eylül 1971 tarihiyle Kültür Bakanı Talât S. Halman’dan resmî bir yazı aldım. Basılı olan ve başkalarına da gönderilmiş bulunan yazı aynen şöyledir:

______________________________________________________________________

Sayın Nihâl Atsız,

Kültür Bakanlığının yayın programından ilki, kültür eserleri konusunda üç yeni diziyle başlatılacak, bu dizileri, çeşitli kültür ve sanat dallarında yeni diziler izleyecektir.

Öncelikle ele alman üç yayın dizisi şunlardır:

  • Türk Kültürü Kaynak Eserleri Dizisi: Bu dizide, başlangıcından 1923 yılına kadar Türkçe yazılmış, Türk tarihi, Türk edebiyatı ve Türk sanatına ilişkin Türk kültürünün kaynak eserleri, yeni kuşakların kolayca anlayabileceği bir dilde sadeleştirilerek yayınlanacak, gerekirse bu eserlerden seçmeler yapılacaktır.
  • Yabancı Dillerde Türk Kültürü Dizisi: Bu dizide yabancı dillerde yazılmış, Türk kültürü ile ilgili kaynak niteliğindeki eserler, dilimize çevrilerek yayınlanacaktır.
  • Cumhuriyetin Temel Eserleri Dizisi: Bu dizide, Cumhuriyetimizin ilânı tarihi olan 1923 yılından bugüne, temel eser niteliğindeki kültür eserleri yayınlanacak, Cumhuriyetin 50. yıl dönümüne kadar, bu diziden yüz kadar eser hazırlanmış olacaktır.

Bu üç ayrı dizide yayınlanacak eserlerin seçilmesi konusunda fikir adamlarımız ve aydınlarımızın bize yardımcı olmalarını beklemekteyiz. Bu amaçla bir anket açmış bulunuyoruz.

Yukarıdaki 3 maddede belirtilen dizilerde yayınlanmasını uygun bulduğunuz eserlerden istediğiniz kadarının (yazar adlarını da vererek) 3 ayrı liste halinde, Kültür Bakanlığı’na göndermenizi rica ederim.

Türk kültürüne yapacağınız bu değerli hizmet için teşekkürler eder, saygılarımı sunarım.

Talât S. Halman

Kültür Bakanı

Not: Cevapların en geç 10 Ekim 1971 tarihine kadar verilmesi rica olunur.

(20 Eylül 1971)

______________________________________________________________________

20 Eylül tarihli yazıyı 22 Eylülde aldığım, 10 Ekimde Kültür Bakanlığı’nda bulunması gereken cevabı da 8 Ekimde postalamaya mecbur olduğum için bu kadar geniş kapsamlı bir konu üzerinde bana ancak 16 günlük mühlet verilmiş demektir. Demek ki Bakanlık, cevaplarını düşünüp etüt edilerek değil de akla geldiği şekilde ve aceleyle yazılmasını uygun bulmaktadır. Hele yazının 3. maddesi olan “Cumhuriyetin Temel Eserleri Dizisi”, Kültür Bakanlığı’ndan bir şey beklememenin, bu işlerin gösterişten ileriye gitmeyeceğinin senedi yerindedir.

Cumhuriyetin 50. yıl dönümüne kadar, yani önümüzdeki iki yıl içinde 100 kadar eserin hazırlanmasını istemek hesap bilmemenin, eser basımından gafil olmanın delilinden başka bir şey değildir, iki yıl 104 haftadır. 104 haftada 100 eser vermek için haftada bir eser çıkarmak lâzımdır. Bu eserlerin hazırlanıp Bakanlığa sunulmasına kadar da daha birçok haftalar geçeceğine göre 100 eseri piyasaya çıkarmak için 104 değil, belki de 70-80 hafta kalacaktır. Yani Bakanlık 100 metreyi 5 saniyede koşmak iddiasındadır. Bundan başka Cumhuriyet çağının 100 temel eseri yoktur. Çünkü bu 50 yılın büyük bölümü inkılâplar, siyasî buhranlar ve mücadelelerle geçmiş, eser yaratmak için gerekli sosyal ortam mevcut bulunmamıştır. Demek ki Bakanlık “yok” olan bir şey üzerinde “var”mış gibi mütalâa yürütmektedir.

Cevabımı Bakanlığın gönderdiği kâğıtlar üzerinde değil de Ötüken yapraklarında vermemin sebebi şudur: Vaktiyle Demokrat Parti iktidara geçtiği zaman Millî Eğitim Bakanı olan Tevfik İleri de böyle büyük bir millî kültür serisi yayınlayacağını söyleyerek bütün lise öğretmenlerine basılı kâğıtlar göndermiş, millî kültür eserlerinin neler olduğunu, bunların ne şekilde basılabileceğini, bu işlerin en iyi kimler tarafından yapılabileceğini sormuştu.

O zaman ben, büyük bir gafletle, bu işi ciddiye alarak günlerce uğraşmış, zaten evvelce hazırlığım bulunan bir konuda olması dolayısıyla millî kültürümüze ait ana tarih ve edebiyat kaynaklarını kronolojik olarak nevilerine göre sıralamış; hangisinin aynen, hangisinin sadeleştirilerek, hangisinin Arapça veya Acemce’den çevrilerek yayınlanabileceğini bildirmiş; her eserin kim veya kimler tarafından en iyi şekilde yapılacağını da kaydetmiştim. Bu, çok uzun bir liste olmuş, Bakanlığın gönderdiği matbu kâğıtlar yetmediği için tarafımdan da birçok kâğıtların eklenmesi gerekmişti.

Sonra ne oldu? Hiç.. Çünkü parti hükümetleri ciddî işlerle değil, ıvır-zıvırla uğraşıyor, kendisine oy vermeyen Kırşehir’i ilçe haline getiriyor ve Millî Eğitim Bakanlığına kadar yükselmiş bir adam da daha 50 yıl iktidarda kalacaklarını söylemek gibi aklın kabul edemeyeceği hezeyanlar savuruyordu. O zamanki anket uygulanamadığı gibi bizim listelerin de atıldığı muhakkaktır. Yoksa Millî Eğitim arşivlerinde bulunması icap eder.

Zamanla AP Hükümeti iş başına geldi. Daha akıllı iş görerek bunu anketle değil, bir komisyonla yapmaya karar verdi. Fakat burada da büyük bir yanlış yapıldı: 1000 Temel Eser‘in, ikinci Beş Yıllık Plân süresince ortaya konulması kararlaştırıldı. Buna göre yılda 200 eserin basılması gerekiyor, bu da aşağı yukarı iki günde bir eser çıkarmak anlamına geliyordu.

Fakat 5 yılda 1000 değil de 100 eser basılsa bile, türlü beynelmilelci ve vatan ihaneti aşılayan kitaplarla zehirlenen, Türklükten koparılan gençlerin bir kısmını olsun kurtarabilecek nitelikte olduğu muhakkaktı. Nitekim Orkun Yazıtları, Kaşgarlı Mahmut, Dede Korkut gibi ana eserlerle Türk milletine âdeta susadığı eserlerin verilmesine başlanmıştı. Fakat ne oldu? Birkaç solcu profesörün kışkırtmasıyla Millî Eğitim Bakanlığı bu seriyi durdurdu. Halbuki beklenen şey bunun durdurulması değil, aralarına bundan sonra bazı zayıf eserlerin karışmasını önleyecek tedbirlerin alınması, komisyonun kuvvetlendirilmesi ve eserlerin pek ucuz olan 5 liralık satış fiyatının çoğaltılmasıyla telif ücretlerinin biraz azaltılması sayesinde hazineye bir miktar gelir sağlamak olacaktı.

Şimdi Kültür Bakanlığı 3 seri halinde yeni eserler bastırarak bu zararı gidermeye çalışıyor. Bu teşebbüsün de önünde sonunda akim kalacağını bildiğim için cevabımı kamuoyu önünde açıklamayı. Demokrat Parti zamanında boşuna giden ve meçhul kalan emeklerim gibi bunun da harcanmaması için Ötüken’de yayınlamayı uygun buluyorum.

1.Bir kere teşebbüsünüz temelden yanlıştır. Çünkü Türk kültürünün kaynak eserlerini isterken bunun “yeni kuşakların kolayca anlayabileceği bir dilde” olmasını şart koşuyorsunuz. Yeni kuşakların seçkin bir küçük bölümü dışında kalanları 1000 kelimeyle konuşan gençler olduğu için bunların anlayacağı şekilde eser yazmak veya hazırlamak fikir ve duygu bakımından düşmek, alçalmak mânâsına gelir. Halbuki gaye onların seviyesine inmek değil, onları yukarıya çekip çıkarmak olacaktır ki, bu da eserleri alabildiğine sadeleştirmek, yani basitleştirmekle asla sağlanamaz. Bu “Bin Kelimeli Millet”, İngilizce yahut İspanyolca’yı bilmediği halde İngiliz, Amerikan ve Arjantin şarkılarını mükemmelen ırlıyor. Demek ki kendisine ait olanı da öğrenecek kabiliyeti var demektir. Öğrensin!.. Kültür dizisi dip notları ve açıklamalarla onlara kılavuzluk edebilir ve (malak), (buzağı), (tay), (sıpa), (küşek), (palaz) kelimelerini bilmeyerek ayı yavrusu, inek yavrusu at yavrusu, eşek yavrusu, deve yavrusu, kaz yavrusu diye işin içinden sıyrılan kültürsüz kuşaklar kendi dillerinin zenginliğini, kendi kendilerini öğrenmek mecburiyetinde tutulur. Sınavlarda bunlara tümleç, özne, uydurmaları yerine “kısrak neye derler?”, “boz ve kumral hangi renklerdir?”, “hangi hayvanların yavrusuna enik denir?”, “bıkmak, usanmak ve bezmek arasındaki farklar nelerdir?” gibi sorular sorulur ve “dövüştürülmek”, “koşturulabilmek” gibi Türkçe kelimelerin Batı dillerinde, Arapça ve Acemce’de kaç kelimeyle ifade edildiği öğretilir, bir cümlede “fiil’i sona getirerek konuşmanın büyük bir zihin ve muhakeme üstünlüğü olduğu anlatılır, sözün kısası, dilin kutsal nesne olduğu beyinlerine işlenir.

Bu sebeple Türk kültürünün ana kaynaklarının iki şekilde basılması düşünülebilir:

  • Çok sade Türkçe olduğu için aynen basılması gerekenleri (tabiî, lüzumlu açıklama notlarıyla). Anonim Osmanlı tarihlerinin; Aşıkpaşaoğlu, Oruç Bey ve Neşri tarihlerinin güzel ve akıcı dillerini aynen vermek gençlerde kendi dillerine karşı sevgi uyandıracağı gibi aralarında kabiliyetli olanları da dil ve tarih bilgini olmaya yöneltir.
  • Arapça-Acemce kelime ve tamlamalarla, çoğullarla karışık medrese nesriyle yazılmış eserlerden tarih ve biyografyaya ait olanların sadeleştirilmesi, ancak edebî nesir niteliğinde olanların transkripsiyonla basılarak bir zamanlar edebî nesrimizin aydınlar elinde ne hale geldiğini göstermek ve bunları anlar hale gelmek tarihî bir zarurettir.
  • Bir de Türkler tarafından telif edildiği için Türk kültürüne dahil bulunan, fakat Arapça veya Acemce yazılan tarih kitapları vardır ki bunları da bugünün Türkçesine (“ve de” siz, “ya da” sız bir dille) çevirmek şarttır.

2.Yabancı dillerde Türk kültürüne ait pek çok eser yayınlanmıştır. Fakat şimdiye kadar bunların en mühimlerine kimse yönelmemiş, ikinci veya üçüncü derecedeki bazılarının tercümesiyle yetinilmiştir.

Yabancı dillerdeki ana kaynaklarımızın en mühimleri şunlardır:

  • Doğu Türkistan’da yapılan kazılar sonunda Almanlar’ın bularak Berlin’e getirdikleri ve birçoğunu yayınladıkları metinlerle renkli resimler. Bunların çoğu İstanbul’daki Türkiyat Enstitüsü Kütüphanesinde bulunmaktadır. Türkiyat Enstitüsü Müdürü olan Prof. Caferoğlu Ahmet de bu işlerin uzmanı olup Kültür Bakanlığının maddî desteği ile bunların tamamını bizim Türkçe’mize çevirecek güçte ve kabiliyettedir. Caferoğlu, şimdiye kadar Uygur Sözlüğü, Anadolu Ağızları Örnekleri, Ebû Hayyân Sözlüğü gibi birçok ana eserler yayınlamış çalışkan bir Türk Dili bilgini olup bugün de çok mühim bir külliyat üzerinde uğraşmakta, vaktiyle Hüseyin Namık Orkun tarafından yayınlanıp tükenmiş bulunan eski Türk yazıtlarını, yani Orkun ve daha öncesine ait Türk metinlerini, aslı ve bizim Türkçemize tercümesiyle hazırlamaktadır. Bu, bir anıt olacaktır. Kültür Bakanlığı’nın profesöre başvurarak ne gibi yardıma ihtiyacı olduğunu sorması ve elinden geleni yapması Konya’da bölge tiyatrosu kurmaktan çok önce gelen bir görevdir.

Türkiyat Enstitüsündeki eserlerde bulunan Uygur resimlerinin aynı nefasetle renkli olarak basılması milâdın 5-9. yüzyıllarına ait büyük sanat ve kültür eserlerini ortaya koyacak, bazı gençlerdeki aşağılık duygusunu silecek, Türkler’in yalnız savaşçı ve devlet kurucu değil, sanatçı millet olduklarını da ispat edecektir. Bir millet kendi geçmişinin övünçlerini bilmezse kaç para eder ve o milletin Kültür Bakanlığı bunları ortaya koymazsa ne işe yarar?

  • Kaşgarlı Mahmut‘un Türkçe-Arapça sözlük şeklinde yazdığı, fakat içindeki tarih, dil, coğrafya, etnoloji, edebiyat ve folklor bilgileri dolayısıyla hazine değerinde olan Dîvân-ü Lugati’t-Türk‘ü Türkçe’ye çevrilerek yeniden basılmalıdır. Türk Dil Kurumu tarafından Besim Atalay eliyle yapılan tercüme tükenmiştir. Bundan başka bu yayın matbaa harfleriyle değil, teksir usulüyle yapıldığı için eserin şerefiyle denk düşmemiştir. Tabiî, yanlışları da vardır. Bunlar düzeltilerek, çok güzel bir baskı ile eser önce aynen çevrilip basılmalı, ikinci cilt olarak harf sırasıyla kelime endeksi yapılmalı, üçüncü cilt olarak da verdiği tarih, edebiyat, destan, kültür bilgileri üzerinde etütler yapılıp eser değerlendirilmelidir.

Şunu da ehemmiyetle söyleyeyim ki bu gibi yayınlarda transkripsiyon harfleri kullanmak şarttır. Bu günkü harflerimiz Türkçe’nin ne bugünkü, ne de eski fonetiğini verecek güçte değildir. Özellikle “kapalı k” için “sağır nun” ve “hı=kh” harfleri, hattâ “kalın e” için ayrı bir işaret mutlaka lâzımdır. Bir milletin kültürü kolay alfabeye bağlı olsaydı İngilizler’in, hele Japonlar’ın bugün emekleme çağında olmaları gerekirdi. Türkçe’nin ilkel bir dil seviyesinden kurtulması içine bu üç dört harfin eklenmesi ve imlânın kesin şekilde tespiti lâzımdır.

  • Türk kültürü derken yalnız yetişmeye muhtaç gençleri değil, bütünü ile Türk milletini göz önünde tutmak gerektiği için, araştırıcı ve bilginleri de düşünerek faaliyette bulunmak icap eder. Bundan dolayı da Türk Tarihi’nin ana kaynaklarından olup hepsi de Farsça yazılmış bulunan “Cihangüşâ”, “Cami’ ü t’-Tevârih”, “Habîbü’s-Siyer” ve “Ravzatu’s-Safâ”nın profesörlerinden kurulu heyetler tarafından Türkçe’ye en doğru şekilde çevrilip en mükemmel şekilde basılması gerekir.

Yine Türk Tarihi’nin klâsik kaynakları arasında girmiş bulunan, kısmen eski olmakla beraber, Fransız Deguignes, İngiliz Parker ve Rus Biçurin’in umumî Türk Tarihi’ne ait, Çin kaynaklarından da faydalanarak yazdıkları eserlerin uzman profesörlere tercüme ettirilmesi şarttır.

Rusça’dan yapılacak çevirmeler için biraz acele etmek lâzımdır. Rusça’yı iyi bilen ve hepsi de Sovyetler elindeki Türk ülkelerinden olan bilginler zamanla azalmakta, yerli Türkler’den Rusça bilen çıkmamaktadır. Zeki Velidi Togan tabiî ömrüyle, Akdes Nimet Kurat trafik kazasıyla öldü. Rusça’yı iyi bilen bilginlerden Başkurt Abdülkadir İnan, Azeri Caferoğlu Ahmet ve Tatar (= Kazanlı) Ahmet Temir kaldı. Şu pek mühim olan Rahip Biçurin (Hiakent)in dört ciltlik eserini bu üç kişiye çevirtmek, bunların maiyetine genç ve çalışkan tarihçilerden birkaç yardımcı vererek eserlerin kısa sürede Türkçe’ye mal edilmesini sağlamak lâzımdır.

Deguignes’in eseri vaktiyle Hüseyin Cahit tarafından Türkçe’ye eksik olarak ve oldukça eski bir dille çevrilmişti. Hüseyin Cahit tarihçi olmadığı için bazı yerleri iyi anlayamamıştı. Zaten tükenmiş olan bu tercümeyi yeni baştan tam olarak ve gerekli notlarla yapmak Türk kültürüne ve hele tarihine büyük hizmet olacaktır.

  • Osmanlı Tarihi’nin mühim kaynaklarından ve Türk tarihçiliğinin mühim eserlerinden iki tanesi, müellifleri Türk olduğu halde Arapça yazılmış olup bunların da Türkçe’ye çevrilmesi mutlaka lâzımdır.

Biri “Cenabı” veya “Cennâbi’nin “El-‘Aylemü’z Zahir” adlı umumî tarihidir. Kendisi bu eserini Türkçe’ye de çevirmişse de tam değil, özet halindedir.

İkincisi meşhur Müneccimbaşı Şeyh Ahmet Dede Efendi’nin umumî tarihi olan “Câmi’üd-Düvel” veya “Sahâyifü’l-Ahbâr”ıdır. Bu ikincisi Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın emriyle şair Nedim’in başkanlığında bulunan bir heyet tarafından Türkçe’ye çevrilmiş, hatta basılmışsa da tercüme pek acele yapıldığı gibi basımı da imlâ yanlışlarıyla doludur. Bu iki eser Osmanlı Türkleri’nin cihan tarihine bakışlarını göstermesi bakımından da ilgi çekicidir. Ayrıca bugün bazıları ortada bulunmayan kaynaklara dayanarak yazılmışlardır.

Bu Arapça eserleri Türkçe’ye başarıyla çevirecek kimseyi de tavsiye edeyim. Vaktiyle lise tarih öğretmeni olup sonra Ankara’da, galiba İlahiyat Fakültesi’nde bir görev almış olan Nafiz Danışman, Arapça’yı da, Fransızca’yı da anadili gibi bilmektedir. Geniş tarih kültürü olduğu için de bu eserleri çevirecek kabiliyettedir.

3.Türk tarihinin İslâmlık çağında vücuda getirilen sanat şaheserlerinin açıklamalı albümleri yapılmalıdır. Bazıları olağanüstü güzel olan minyatürler, tezhipler, cilt kapaklarındaki süslemeler, tahta ve taş oymaları, yazılar, mimarlık eserleri, basım tekniğinin son imkânlarıyla, renkli olarak büyük ciltler halinde basılmalıdır.

Bu eserlerden liseliler, üniversiteliler, uzmanlar, bilginler ve meraklı her sınıf halk faydalanabilir. Bunları yaratmış milletin oğlu olmak gururu ruhlara siner.

İslâmî çağın sade nesirlerinden en mühimlerini aynen (notlar ve açıklamalarla) bastırmak lâzımdır.

Alişîr Nevâî‘nin Muhâkemetü’l-Lugateyn‘i hem Çağatayca’nın güzel bir örneği, hem de bir fikir eseridir. Bu büyük şair, Türkçe’nin Farsça’dan üstün olduğunu ispat etmektedir. Bunun Çağatayca aslı, Türkiye Türkçesine çevrilmiş şekli, açıklamaları ve kelime endeksiyle, hatta tam gramerini de yaparak basmak millî bir kültür borcudur. Bunu yayınlamakla 15. Yüzyılda Türkistan’da yaşamış bir şair, bilgin ve Türkçünün şahsiyeti ortaya çıkmış olacaktır. Bunu da Nevâî hakkında mühim bir külliyat yayınlamış olan Agâh Sırrı Levent‘e vermek herhalde çok yerinde olacaktır.

Yine Çağatayca’nın en güzel örneklerinden olan ve Ebülgazi Bahadır Han tarafından yazılmış bulunan Türk Şeceresi adlı eserlerin de yukarda işaret ettiğim metotla basılması mutlaka lâzımdır.

Türkiye’de yazılan açık Türkçe nesirlerin başında, “Tevârîh-i Âli Osman”lar gelir. Bunlar arasında anonimler mühim yer tutar. Ayasofya Kütüphanesi’ndeki tek nüsha hepsinden eski ve mühimdir.

Bunu da transkripsiyon, endeks ve grameriyle bastırmak şarttır. Aynı metotla Oruç Bey, Âşıkpaşaoğlu, Neşrî ve Lûtfi Paşa tarihleri de bastırılmalıdır. Bunların Türkçe’si çok güzeldir. Liseliler bile sıkıntısız anlar. Yalnız, bazı kelimeler ve gramer şekilleri üzerinde küçük açıklamalara muhtaçtır.

Manzum eserlerimizin başında, Reşit Rahmeti Arat’ın yayınladığı Uygurca şiirlerden sonra Kutadgu-Bilig ile Atebetü’l-Hakayık gelir. Bunlardan biraz sonra da Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri yer alır. 11-12. Yüzyılların Hakanlı Türkçesiyle yazılmış olan bu eserleri aynen ve bizim Türkçemize çevrilmiş şekliyle, kelime endeksi ve grameriyle yayınlamak kültürümüzün ortaya çıkması, hatta dünya görüşü ve devlet felsefemizi anlamak bakımından şarttır.

Bunlardan sonra “Sultan Veled”den başlayarak Anadolu Türkleri’nin manzumeleri gelir. Bu arada Âşık Paşa’nın bir fikir eseri de olan “Garibnâme” sini unutmamak lâzımdır. 15. Yüzyıl tarihçisi olan Enverî’nin, manzum tarihi olan “Düsturnâme”si, 16. Yüzyılın asker şairi olan Edirneli Nazmi’nin sırf Türkçe kelimelerle yazdığı Dîvân-ı Türki-i Basit mutlaka basılmalıdır. Bunların kelime endeksleri ve gramerleri hem tarihî gramerimizin, hem de tarihî sözlüğümüzün tedvinine yarayacaktır.

Divan Edebiyatı diliyle yazılmış olan, fakat Batı Türk Edebiyatı’nın şaheserleri arasında bulunan birkaç divanın, yukarda belirttiğimiz metotlarla basılması mutlaka lâzımdır. Bakî, Fuzulî, Nedim ve Şeyh Galip bunlar arasındadır. Ahlâksız ve rezil Nefî’ye lüzum yoktur. Zâtî, Ahmet Paşa, Necâtî, Hayâlî gibi birkaç mühimi Divan Edebiyatı’nın bugünkü en büyük uzmanı olan Prof. Ali Nihat Tarlan tarafından yayınlanmıştır. Her ne kadar Fuzulî de onun tarafından kısmen basılmışsa da yeniden ele alınması lâzımdır.

Türk kültür eserleri deyince Bakanlığın belirttiği gibi yalnız kelime hazinesi pek yoksul gençleri düşünmek doğru değildir. Hattâ bir bakıma onları kitaptan önce falaka ile kültürlendirmek daha doğru olur. Okuyup öğrenmek isteyen gençleri, genç ve kabiliyetli asistanları, araştırıcıları, meraklıları da tatmin edecek eserlere ihtiyaç vardır. Bu eserlerin başlıca nevileri tarihler, biyografyalar, menâkıbnâmeler ve manzum romanlardır (yani mesneviler).

Kütüphanelerimiz Türk, bilhassa Osmanlı Tarihine ait çok sayıda ve çok değerli eserlerle doludur. Bir savaş olduğu zaman, İstanbul’un hava saldırısına uğraması ve kitaplarımızın harap olması ihtimali düşünülerek, böyle bir durum karşısında Anadolu’nun emniyetli yerlerine götürülecek kitapların listesi, vaktiyle Bakanlık buyruğu ile yapılmıştı. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunduğum sırada bu görev bana verilmiş, ben de ilk hamlede emniyete alınması gerekli kitapların listesini hazırlayıp Kütüphane Müdürlüğüne vermiştim. Hatta gerektiğinde bu kitapların konacağı çelik sandıklar da hazırlanmıştı. Süleymaniye Kitaplığında 100 kadar kütüphane toplanmış olduğu için burası kitap sayısı bakımından yüklü bir yerdir. Hazırladığım listede şunlar vardı:

  • Dünyada tek nüsha olan eserler.
  • Dünyada çift nüsha olan eserler.
  • Müellif yazısıyla olan eserler.
  • Yazı bakımından nefis eserler.
  • Minyatür bakımından nefis eserler.
  • Tezhip bakımından nefis eserler.
  • Cilt bakımından orijinal, eski ve nefis eserler.
  • İstinsah tarihi bakımından çok eski olan eserler.
  • Eski ve nadir basmalar.

Kültür Bakanlığı Süleymaniye Kütüphanesi’ne başvurarak en değerlilerinden başlamak üzere bunları da bastırabilir.

  • Osmanlı Hanedanı’nın resmî tarihleri olan şehnameci ve vakanüvis tarihleri derhal bir sistem içinde, dilleri sadeleştirilerek, ilmî şekilde basılmalıdır. Bunları yapmak hiç de kolay değildir. Tarih profesörleri için bile mühim ve gaileli meselelerdir. Fakat tarihimizin tedvini ve genç araştırıcıları bir de anlaşılması pek güç bir dilin batağından kurtarmak için bunların basılması şarttır.
  • Mühim bir konu da biyografya eserleridir ve bunların başında Şakayık ve zeyilleri gelir. Bu “Şakayik” bir çiçek olmayıp “Şakayikü’n-Nu’mâniyye fi Ulemâil’d-Devleti’l-Osmâniyye” adlı, Osmanlı Devleti meşhurlarının tercümeihallerini vermiş olan ilk eserdir. Arapça yazılıp o zamanın ağdalı Türkçesine çevrilmiş, sonra çok zeyilleri kaleme alınmıştır. Hepsi ana kaynaklardır. Ağdalı dilin geveze tabiatı yüzünden pek şişkin görünmelerine rağmen gerçekte kısa eserlerde de sadeleştirmek ömür törpüsüdür. Fakat bilgin, şeyh, şair, müverrih vesaireden binlerce kişinin hal tercümelerini bildirdiği için vazgeçilmesi imkânsız hazinelerdir. Ayrıca şairlerin, sadrazam, şeyhülislâm vesaire gibi devlet ricalinin biyografisini veren başka eserler de vardır ki hepsinin sırasıyla ve sistemle basılması gerekmektedir.

*

*            *

Sayın Bakan!

Siz Bakanlığa geçer geçmez tiyatro ve baleden bahsetmeye başladınız. En sonra da bölge tiyatroları kurulacağını müjdelediniz. Halbuki tiyatro bir sanat değil pedagojidir. Sanat, tiyatro piyesi yazarının kalemine aittir. Piyesi oynayanlara sanatkâr deniyorsa da, “sanatkâr” yaratıcı demek olduğuna göre yaratılanı taklit etmenin yaratmak olamayacağı aşikârdır.

Milletin fikir, ahlâk, kültür ve millî duygu bakımından gelişmesi için tiyatrodan faydalanmak şarttır. Fakat bunun için Türk müellifleri tarafından bu maksatla yazılmış tiyatro eserleri bulunması gerekir. Bizim tiyatrolarımız ise daha çok tercüme, bazen de adapte eserleri sahneye koymuştur.

Şimdi tarafsız olarak düşünelim: Schiller, Goethe veya Shakespeare gibi büyük sahne eseri müelliflerinin piyeslerinden Türk milletinin faydası ne olacaktır? Doktor Faust’un olağanüstü maceraları Türkler’in gönlünü heyecanla çarptırır mı? Hamlet, bugün için gülünç bir sahne oyunundan başka nedir? Operalar, yani besteli konuşmalar günümüzün insanlarına acayip gelmiyor mu?

Bunları tarihî değeri bakımından, müzelerdeki eski eserleri seyreder gibi, arasıra temsil etmek lâzımdır. Fakat bu bir edebî zevk işi değil, tarihteki oluşmanın merhalelerini merak etmenin ve öğrenmek istemenin neticesidir.

Bundan başka şunu da hatırdan asla çıkarmamalıdır: Bir millete tiyatro eserleri diye durmaksızın tercüme eser seyrettirmenin tabiî sonucu “demek benim eserim yokmuş” diyerek o millette bir aşağılık duygusu doğurmak olur.

Bölge tiyatroları açmadan önce tiyatro eserleri yazdırmak, fakat bunların jürisinde Türkçülük gözüyle seçim yapmak lâzımdır. Millî mukaddesatı yıkıp dili bozacak şekilde yazılmış eserlere oy verecek hainleri jüriye sokmamak şarttır.

Vaktiyle bir ahlâk, zevk, kültür ve dil faciası olan rezilâne bir eser, hepsi de solcu olan jüri üyeleri tarafından birinci ilân edilmişti. Bu yüz kızartıcı esere rey verenler arasında Halide Edip de bulunuyordu. Bu, üzerinde dikkatle durulacak bir noktadır.

Abdülhak Hâmit’in tiyatro şaheserleri pek de sahneye konacak gibi olmadıktan başka dil bakımından da pek çoklarınca anlaşılmaz. Fakat zamanın müelliflerinden Yusuf Ziya Ortaç ve Halit Fahri Ozansoy ile yaşayanlardan Faruk Nafiz’in, yenilerden Necati Sepetçioğlu‘nun piyesleri Türk milletine sunulabilir. Bunlardan başka benim bilmediğim genç istidatları bulup çıkarmak, bunlara eser yazdırmak, tarihin büyük sayfalarını dile getirmek, yüce insanlık duygularını dalgalandırmak, böylece de Türk milletinin kültür ve ahlâkını tezhip etmek mümkündür. “Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü” son haftalarda “Malazgirt” ve “Büyük Hakan Alparslan” adlarında iki piyes yayınladı. Henüz okuyamadığım, biri manzum olan bu piyesler yarışma kazanmış oldukları için şüphesiz bir değer taşıyorlardır ve nihayet bunlar bizim eserlerimiz, öz malımızdır. Hamlet’ten, Makbet’ten, Sirano’dan daha sevimli, daha yakın ve daha güzeldir.

Kültür Bakanlığı yalnız tiyatroya değil, yavaş yavaş tiyatroyu silen filmciliğe de el atmalıdır. Bugün Türkiye’de bir filmcilik ve değerli artistler olduğu muhakkaktır. Fakat yirmi yıl öncesinin imkânsızlıkları arasında yapılan filimler bugünkülerden daha güzeldir. Bugünküler, günümüzün maddeciliğine uyarak yalnız kazanç düşünülmek şartı ile hazırlanmış, tahrik edici, taklitçi, bayağı ve gayrı ahlâkî rezaletlerdir. Reklâm resimlerinde yalnız tabanca ve çıplak kadın. Filim isimleri de budalaca şeyler.. Tabiî bunları seyrede seyrede gençlerin seviyesi de düşüyor. Silâhlı soygunculuklarda bu filmlerin de tesiri olduğu muhakkaktır. Çünkü taklit, sosyal bir kanundur. Bundan dolayıdır ki bir zamanlar Doktor Fahrettin Kerim’in himmetiyle intihar haberlerinin gazetelerde yazılması yasaklanmıştı.

Filmlerin seviye düşürmesini önlemek, aksine filimi milletin yükselmesi ve edebî zevki için vasıta kılmak üzere filmciliğin devlet eline geçmesinin yollarını aramalıdır. Filmlerin bugünkü konusu olan aile ihaneti, kadın iffetsizliği, haydutluk, kan dâvası gibi aşağılık şeyler kaldırılarak bunların yerini erdem, iyilik, kahramanlık, fedakârlık, yurt sevgisi gibi asil duygular almalıdır.

Millî ruhu şahlandırmak için tarihî filimler en iyi vâsıtadır. Türk tarihinden, gerçeklere sadık kalınarak alınacak parçaların sinemalarda gösterilmesi yıllardır üstümüze çökmüş olan kâbusu atmaya yarayacaktır. Bizde ilk yapılan tarihî filimler oldukça başarılıydı. Bu son yapılanlar bir maskaralıktır. Türk yiğitleri dövüşürken havada takla atmaz. Amerikan filmlerinde olduğu gibi, her biri sığır devirecek yumruklarla dakikalarca düşe kalka dövüş olmaz. Şimdi bunlar yapılıyor. Türkler’e acayip kılıklar giydiriliyor. Amerikalıların maskaralıkları bize de uygulanıyor, sözün kısası Türk filmi olmaktan çıkıyor. Eski çağlarda kadın çok serbest olduğu, halde Türk kızlarının çıplak olarak erkekler önünde şehevi raks yapması gibi bir olay yoktur. Hacı ağaların zevkini tatmin için böyle sahneler icat ediliyor. Rejisörler Türk tarihini ve geçmişini hiç bilmiyor.

Sözde tarihî filim diye “Bozkurtlar Geliyor” ve “Bozkurtların Öcü” adında iki filim çevrilmişti. Bunlardan birini dört kişi birden seyrettik. Konu benim iki tarihî romanımdan, “Bozkurtların Ölümü” ile “Bozkurtlar Diriliyor” dan alınmış daha doğrusu çalınmıştı. Biraz değiştirmişler, iki romanı birbirine karıştırmışlar; konuyu da, eseri de, tarihî kahramanları da, tarihi de rezil etmişlerdi. Çağdaş olmayan Gök Türklerle Alanlar savaştırılıyordu. Koca Türk Kağanı, teneke kalkanlı sekiz kişiyle yola çıkıyordu. İkinci romanımdaki “Deli Ersegün” adlı kahraman burada Hacivat kılıklı bir maskaraya çevrilmişti.

Halbuki aslında bu iki roman tarihe titizlikle sadık kalınarak düzgün Türkçe ile yazılmış, âdeta destan gibi kaleme alınmış eserlerdi ve bugünkü Türkçü gençliğin yetişmesinde çok büyük rol oynamıştı. Romanları okuyan bir Doğu Türkistanlı bana Türkistan’ı görüp görmediğimi sormuş, gören birisi tarafından yazılmışa benziyor demişti. Kültür Bakanı olarak size teklif ediyorum. Nezaretimde olmak şartıyla bu romanları filme aldırın. Telif hakkımı Donanma’ya ve Hava Kuvvetleri’ni güçlendirme vakıflarına ebediyen armağan edeceğim. Başarılı olunmak şartıyla bu filimler gösterildiği zaman Türkiye’de yer yerinden oynayacak ve tarihî roman yazacak kabiliyetler kendini gösterecektir. Yalnız, kalabalık atlılar için Türk ordusunun yardımı şarttır. Tarihî İngiliz filimlerine yardım eden Türk ordusunun Bozkurtlara yardımını esirgeyeceği düşünülemez.

Abdülhak Hâmit‘in piyes olarak yazdığı “İlhan”, “Tarhan”, “Tayflar Geçidi”, “Ruhlar” ve “Arzîler” adlı birbirinin devamı olan eserler de millî, ahlâkî ve felsefî bakımdan birer şaheserdir ki filime alınması büyük bir başarı olacaktır. Bir kısmı dünyada, bir kısmı ahrette ve ruhlar âleminde geçen bu eserleri (ki Hâmit beşine birden “Kambur” ortak adını vermiştir) filime çekmek, çekebilmek bir sinema hârikası olacaktır. Bu eserler de Hâmit’in dehası ve milliyetçiliği fışkırmaktadır. Bunları gördükten sonra da Shakespeare’in mi, Hâmit’in mi daha üstün olduğu anlaşılacaktır. Bu eserler hakkında hüküm vermek için derhal bulup okumanızı, yetişme tarzınız bakımından anlayamayacağınız bazı bölümlerini erbabına sorarak künhüne varmanızı tavsiye ederim.

Safiye Erol‘un “Ciğerdelen” adlı romanı da dehanın yanından sıyrılıp geçen çok kuvvetli bir eserdir ama rezilâne solcu eserlerin furyası arasında kaynayıp gitmiştir. Sinema için en iyi eserlerden biri de budur.

*

*            *

Kültür Bakanlığı, Türk milletinin kültürünü koruyup yükseltmek için yukarda bazen adlarıyla, bazen top yekûn saydığım eserleri bastırmadan önce, bu eserleri okuyacaklara hazırlık niteliğinde olmak üzere bir seri eser çıkarmak mecburiyetindedir. Kısa, düzgün Türkçeli, bol harita ve resimli, iyi baskılı olmak üzere liseden başlayarak daha yukarı seviyelere kadar hitap edecek bu eserler şunlar olmalıdır:

  • Başlangıçtan günümüze kadar Türk Tarihi (Türk Tarihi ayrı devletler halinde değil, bütün halinde gösterilecek, birbirinin devamı olduğu belirtilecek, aynı zamanda birden fazla devletin bulunması fetret çağı olarak değerlendirilecek, sınır değişiklikleri, devletin büyümesi veya küçülmesi gibi olaylar için ayrı haritaları olacak, eski resimlerdeki Türk tipleri, sanat eserleri canlandırılacak, icabında temsilî resimler konacaktır).
  • Bugünkü Türkler’in durumunu gösteren bir kitap. Haritalar, resimler, istatistiklerle, dil örnekleriyle Sovyetlerde, Çin’de, İran’da, Afgan’da, Irak’ta, Suriye’de, Balkanlar’da, Kıbrıs-Rodos ve başka yerlerdeki Türkler’den bahsedilecektir. Türkiye Türkleri soydaşlarını tanıyacak, 30 milyonluk değil, 70­-80 milyonluk büyük millet olduğunu öğrenecektir.
  • Türk medeniyet tarihim gösteren bir cilt edebiyat, resim, mimarlık, müzik, heykel, süsleme sanatlarını alacak, renkli resimlerle bezenmiş büyük bir cilt.
  • Türk dili tarihi, tarihî gramerleri ve bugünkü grameri lehçeleri hakkında bir cilt.
  • Türk folkloru hakkında bir cilt. Anonim şiirler, atasözleri, inanç ve âdetler, giyim-kuşam, yemekler, ev eşyaları, törenler hakkında bir cilt.
  • Türkiye ve sınırlarımızı dışında kalmış Türk elleri hakkındâ birer cilt. Coğrafya biliminin türlü konuları üzerinde bilgiler.
  • Tasavvuf ve tarikatlar hakkında kısa ve özlü bilgiler veren bir cilt.
  • Türklerin girdiği dinler (Şamanlık, Manihaizm, Budizm, Hıristiyanlık, Musevîlik, Müslümanlık) hakkında sağlam bilgiler veren bir veya birkaç cilt.
  • Türkiye’nin iktisadiyatı ve iktisadî geleceği hakkında bir cilt.
  • Uzay bilgisi, yıldızlar âlemi, başta ay olmak üzere yıldızlar hakkındaki bilgiler ve teoriler, aya yapılan yolculukların öğrettiği müspet bilgiler.
  • Çekirdek bilimi hakkında herkesin anlayacağı bir cilt.
  • Dünya coğrafyası hakkında, devletlerin bizimle olan ilgilerine başta yer verilmek üzere birkaç ciltlik bir seri.
  • Madde ve kuvvet hakkında son bilgilere dayanan bir cilt.
  • Çok mühim bir konu haline gelen ekoloji hakkında bir cilt.
  • Dünyanın iktisadî ve sosyal durumu hakkında bir cilt.
  • Dünyadaki hayvanlar hakkında büyük bir cilt.
  • Dünyadaki bitkiler hakkında büyük bir cilt.
  • Madenler, özellikle petrol, kömür, demir, uranyum gibi stratejiklerine fazla yer veren büyük bir cilt.
  • Dünyadaki siyasî ve iktisadî cereyanlar hakkında, tenkitleriyle birlikte bir cilt.

Bunlara birkaç başka eser de katılabilir. Fakat bugün başlansa bile yıllarca sürecek olan bu çalışmaların uzamasından bezginlik duymadan şimdiden bir program yaparak çalışmalı ve çalışmalar yapılırken, saydığım eserler tamamlanıncaya kadar boş durmamak için de, yine millî kültürümüze ait olup da hazır olan şu birkaç eseri Kültür Bakanlığı derhal bastırmalıdır:

  • Temir ve Oğulları Tarihi: Merhum Prof. Zeki Velidi Togan’ın belki de en mühim eseri olan bu iki ciltlik tarih, ölümünden sonra, tarih öğretmeni olan evdeşi Nazmiye Togan Hanım tarafından daktiloya çekilerek basıma hazır hale gelmiştir. Temirliler çağı Prof. Togan’ın en iyi bildiği zamandır. Yalnız merhum Profesörün Türkçe’si hayli çetrefil olduğu için bu eserin basımdan önce Türkçe’yi ve Temir çağını bilen bir öğretmen veya profesör tarafından görülüp dil sürçmelerinin düzeltilmesi gerekir.
  • Manas Destanı: Kırgız Türkleri’nin destanı olup Karahanlılar çağının hâtıralarını sakladığı söylen, fakat bütün destanlar gibi birçok zamanın izlerini yansıtan bu büyük destandan seçmeler yapması Prof. Abdülkadir İnan’a ısmarlanmıştı. Bu seçmeler “1000 Temel Eser” arasında yayınlanacaktı. Bu seri durdurulduğuna göre bunu da Kültür Bakanlığının ele alması ve seçmeler şeklinde değil, tamamını bastırması çok yerinde olur. Bugün bu destanı Abdülkadir İnan’dan daha iyi anlayıp mânâlandıracak değil yalnız Türkiye’de, bütün dünyada, hatta Kırgız Türkleri arasında bile kimse yoktur. Yaşlı ve gözleri pek iyi görmeyen Abdülkadir İnan’a yardımcılar bağlanarak bu ana eserin bir an önce çıkarılması millî bir hizmet olacaktır.
  • Eski Türk Yazıtları: Türk dilinin en eski yadigârları olan Yenisey ve Orkun yazıtlarının Prof. Caferoğlu Ahmet’in toplu olarak ele almakta olduğunu yukarda söylemiştim. Bugün Türkiye’de bu işi ondan daha ehliyetle yapacak kimse yoktur. Almanya’da da olsa olsa bir Von Gabain vardır. Büyük ve yorucu bir iş olan bu işte profesöre yardımcılar ve imkânlar sağlayarak en doğru şekilde basılması, Kültür Bakanlığı’na şeref verecek büyük bir hizmet olacaktır.
  • İstanbul İktisat Fakültesi Sosyoloji kürsüsünde bir Profesör Fındıkoğlu Z. Fahri vardır. Pek çok yayını olan, fakat gösterişi sevmediği için gereğince tanınmayan bu profesör yıllardan beri Türkiye’nin sosyal konuları üzerinde çalışmakta, türlü yayınlar yapmaktadır. Bir de Türkçe’de soyadlarının küçük addan önce gelmesinin doğru olduğunu söyleyip bu uğurda hayli mücadele ettiği için Türkiye’de pek çok kimse uydurma soyadlarının bırakıp “oğlu” ile biten gerçek soyadlarına dönmüşler, yani Fındıkoğlu bir bakıma Türk hayatına büyük tesir yapmış kimsedir. Bir zamanlar da, hani şu Hasan Ali’nin Maarif Vekili olduğu zamanlarda, bakanlığın başka işi kalmamış gibi, Hasan Âli, o zaman doçent olan Fındıkoğlu’na resmî yazı göndererek soyadını başta kullanmamasını istemişti. Fındıkoğlu yıllardan beri adları ve soyadlarını toplayarak da bir etüt hazırlamaktadır. Bu konuda vardığı sonucun ilmî bir eser halinde kendisinden istenmesi ve soyadı meselesinin tarihî seyri üzerinde bir eser yazmasının teklifi çok yerinde olur. Bundan başka Fındıkoğlu, Türkiye’de Ziya Gökalp’ı en iyi bilen ilim adamıdır. Bu konuda Türkçe ve Fransızca eserleri vardır. Türk sosyoloji tarihi bakımından Ziya Gökalp’ı yeniden ele alarak bir eser yazdırılması millî kültürümüze ve Türk milliyetçiliğine en büyük hizmetlerden biri olacaktır.
  • On iki ciltlik Türkiye Tarihi ile Türkiye’de ve dışarıda haklı bir şöhret kazanan Yılmaz Öztuna‘nın şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün hükümdar hanedanları hakkında hazırlanmış bir eseri vardır. Halil Edhem’in “Düvel-i İslâmiyye” adlı eseri nev’inden olan, fakat onun gibi yalnız İslâm sülâleleriyle yetinmeyip diğer dinlerdeki sülâleleri de alan bu eser, tarih araştırmaları yapan herkes için başlıca müracaat kitaplarından biri olacaktır. Kendisinden bu eserin alınarak, tabiî kendisinin nezaretinde basılması pek büyük bir boşluğu dolduracak, Kültür Bakanlığı’na da adına yakışır bir görev yaptırmış olacaktır.

*

*            *

Sayın Bakan! Kültür nişanı takmaya Muhsin Ertuğrul gibi komünizmi göklere çıkarmış biriyle başlamanız çok kötü tesir bıraktı. Bu bir indîlik, keyfilik, haksızlıktır. Türk kültürü tiyatro ile başlamaz. Kültür; dil, din, tarih, gelenek, edebiyat, sanat, tören, giyim ve göreneklerin bütününden ibarettir ve tiyatro yabancılardan gelen bir müessese olduğu gibi bugün millileşmiş diye kabul edilse bile en sonralarda akla gelmesi gereken bir unsurdur. Niçin Karagöz ile Orta Oyunu aklınıza gelmiyor da önce tiyatroyu düşünüyorsunuz? Neden aklınıza cirit, okçuluk, binicilik, kılıç gelmiyor da bale geliyor? Niçin erkek oyunu olan Zeybeğe el atmıyorsunuz da kız oyunu olan baleye yöneliyorsunuz?

Konuşmalarınızda durmadan hümanizmadan bahsetmeniz Amerikan kültürüyle yetişmiş olmanızdan mı doğuyor? Unutmayın ki kültürler hümanist değil, millîdir. Birbirinden hırsızlık da ederler. Meselâ Yunanlılar bizim Karagözü, Bulgarlar yoğurdu çalarak Batıda kendi icatları diye göstermeye çabalıyorlar.

Hümanist olmak kendisini başkalarıyla, başkalarını da kendisiyle eşit görmek, onu da kendi milleti kadar sevmek, artık bir daha düşmanlık olmayacağına inanmak gibi bir hayaldir. Siz Moskof u ve Yunanlı’yı da sever misiniz? Bunlarla bir daha savaşmayacağımıza yürekten inanıyor musunuz? Japonya’da atom bombaları patlatan Amerikalıları insaniyetçi sayıyor musunuz? İnsanları ve milletleri hayvan gibi kullanan komünist ülkelerin “halk demokrasisi” teranelerinde bir zerrecik hakikat buluyor musunuz? Hümanizmle afyonlaşmış bir milletin, saldırıya uğradığı zaman bir Çanakkale, hatta bir Sakarya, hatta bir Kunuri Savaşı yapabileceğine güveniniz var mı? Birkaç saatime mal olarak hayatımı birkaç saat kısaltan bu cevabımın da vaktiyle Demokrat Parti’ye verdiğim cevap gibi heba edilmemesi, edilememesi için Ötüken’in zaten az olan sayfalarından birkaçını gasp ederek açıkça yayınlıyorum. Bunu ehil kişilere göstererek doğru ise mucibince davranınız. Yalnız şu var: Millî duygu ile yazılmış bu cevabımı inceleyeceklerin solcu, nurcu, halk partili, mason ve devşirme dölü olmamalarına dikkat etmenizi, hattâ inceleteceğiniz kişilerin böylelerinden olup olmadıkları hakkında uzman olarak bize danışmanızı saygılarımla rica ederim.

KAYNAK: Ötüken, 1 Kasım 1971, Sayı: 12