Ayvaz GÖKDEMİR: “ŞEFTALİ BAHÇELERİ”

“ŞEFTALİ BAHÇELERİ”

Ayvaz GÖKDEMİR

TÖRE, Sayı:29-30, s.32-35

 

 

Refik Halid’in bir hikâyesinin kahramanı Agâh Bey’in ülkücülüğü, çevresinin yarattığı rahatlık ve zevk ortamında eriyip gider. Ülkücü bütün Türkiye’de dev bir “Şeftali Bahçeleri” girdabının sürükleyici cazibesiyle de mücadele zorundadır.

 

“ŞEFTALİ BAHÇELERİ”

Refik Hâlid’in bir hikâyesi, geçen yıliar ve hayâtın akışı içinde bana daha bir mânâlı gelmeye başladı. Hikâye özet olarak şöyle :

Olay, toprağı bereketli, çevresi şeftâli bahçeleriyle kaplı, her tarafa taşkın şeftâli kokularının sindiği, Akdeniz kıyılarında bir Anadolu kasabasında geçer.

Yaz aylarında akşam üzerleri hükümet memurları, heybelerine rakılarını koyar, merkeplerine binip şeftâli bahçelerine çekilirler. Yer yer içki sofraları kurulur, sohbetler edilir, gazeller okunur… Şeftâli bahçelerinin zevki tâ uzak diyarlara bile şöhretini salmış, dillere destan olmuştur. Onun için ne kadar zevkine düşkün, keyfine meraklı memurlar varsa burasını ister, buraya yerleşirler. Çapkın mutasarrıflarla, rind kadıların uğrağı olmaktan kasaba öyle serbestlemiş, ahâlisi öyle açılıp zevke safâya dalmıştır ki, artık mubah görülmeyen günah kalmamıştır. Kasaba Anadolu’nun Sa’dâbâd’ı sayılsa lâyıktır. Tıpkı Sa’dâbâd gibi burada da, mütemâdiyen sazlar çalınıp çengiler oynar; gazeller okunup şiirler yazılır. İçki düşkünü mutasarrıflar, müdürler içinde çoğu şâirdir; Nedîmâne gazeller yazar, arûzdan, tasavvuftan bahisler eder, mevlevîlikten, melâmîlikten dem vururlar. Ömürleri sazla, sözle tatlı geçer…

Bu keyif düşkünü memurlar suya sabuna dokunan işlere karışmadıklarından senelerce yerlerinde kalırlar, kasabayı benimseyip evler yaptırırlar, havuzlar açtırıp kameriyeler kurdururlar. Terfi ummazlar, resmî işlere ehemmiyet vermez, zevklerine bakarlar. Durum senelerden beri bu minval üzre sürüp gelmiştir.

Bir yaz kasabaya yeni bir Tahrirat Müdürü gelir: Âgâh Bey. Âgah Bey, dünya ahvâlinden habersiz, nazariyatla büyümüş, dik başlı, kuru zevkli bir adamdır. Mülkiye’yi bitirdikten sonra Avrupa’ya kaçmış, tekrar memlekete dönmüş, dört ay Zaptiye Nezâreti tevkifhanesinde tutulduktan sonra nihayet buraya Tahrirat Müdürlüğü ile atılmıştır.

Anadolu içlerinden hanlarda kalıp köylerde yatarak memuriyetine gelirken yüreğini keder, gam kaplamış, memlekete ciddî hizmet etmeye karar vermiştir. Başının içi kasabaya indiği gün ıslahat, teşkilât, imârât gibi ağır düşüncelerle doludur. Bu küçük beldede kocaman işler görecek, herkese parmak ısırtacak eserler çıkartacaktır. Durmayacak, dinlenmeyecek, çalışacaktır… Mutasarrıftan başlayarak bütün âmir ve memurların hepsini yola getirecek, cesâretle yılmadan mücâdele edecektir. Memleketteki bu akıl almaz tembelliğe savaş açacaktır. Herkesten önce kendisi bambaşka bir memur, tam mânâsıyla avrupalı bir hükümet adamı olacaktır…

Daha ilk günü ümitsizliğe düşer: Mutasarrıf ona bu memlekette işlerin az olduğundan, rahatına bakmasından, yorgunluk almasından bahs eder. Kadı, Şeyhülİslâm Yahya’dan beyitler okuyarak aşkın safâsını, rindliğin lüzumunu anİatır. Muhasebeci, gevrek kahkahalar arasında kuru üzümden iki çekilmiş yirmi iki grado sert rakısını medheder, bal ile yapılmış baklava çeşitlerini sayar döker. Alaybeyi, lâubâli bir üslûpla Saat Meydanı’ndaki yüksek kubbeli, selâtin hamamı tarif ve oradaki hamam âlemlerini imâ eder. Önüne gelen şeftâli bahçelerinden, keyifden, zevkten dem vurur…

İkindi vakti dâireler boşalır, kalemlerde kimse kalmaz. Kâtiplere varıncaya kadar herkes, kadife palanlı, dinç, gürbüz merkeplerden birine atlayarak şeftâli bahçelerinin yolunu tutar. Âgâh Bey şaşkındır. Muhasebeci’nin: “Arzu buyurursanız bahçelere gidelim, merkep hazırlattık, eğleniriz!” teklifini derhal ve sert bir yüzle reddeder. Hükümet konağında bir başına kalır. Yalnız hükümet konağı değil, bütün kasaba ıssızdır. Sokaklarda tek tük adamlarla ninelere rastlar. Onlar da kendisine : “Herkes bahçelerde iken sen niçin buralarda dolaşıyorsun?” der gibi acâyip gözlerle bakarlar.

Gece geç vakit gülüş cümbüş eğlenceden dönenlerin gürültüleriyle uyanır. Öfkelenir. “Zevk, safâ bu adamları bir deniz gibi, gırtlaklarına kadar sarmış, içinde rahat, sâkin bir balık hayatı geçiriyorlar, dünya ile meşgul olmuyorlar.” diye düşünür. Ertesi günden itibâren daha ciddî, daha azimli görünmek, bu bayağı duygulu, âdî ömürlü adamlara daha sert, daha kaba muamele etmek kararı alır.

Tabiatiyle, her gün bir düğün evi neşesiyle çalkalanan bu şehirde, zavallı Âgâh Bey sıkıntıdan patlar. İşi kıttır. Odasında esneye esneye uyuşmaktadır. Yaptığı teklifler, hazırladığı projeler neticesiz kalır. Kimse ilgi göstermez. Dâimâ medeniyetten, yükselişten… bahseden uzun, sinirli, yeis dolu nutuklarına da kimsenin aldırdığı yoktur. Hattâ, dinler görünmelerine rağmen, hiç kimse dinlemez bile. Adamın ağlayacağı gelir. Hiç bir iş yapmak, hiç bir hizmet görmek kaabil değildir. Tahsisat azlığı, arkadaşların tembelliği her teşebbüse engeldir. Yüreğinde köpüren gayret, hizmet arzusu yavaş yavaş sönmeğe, yatışmağa başlar. Ömür tahammül edilmez bir yük gibi görünür.

Arkadaşları da ondan bezmişler, yola gelmeyen, zevkten anlamayan bu adamdan yüz çevirmişlerdir. İlk geldiği gece gittiği ziyâfette içip içip coşan, ehl-i keyf eski Tahrirat Müdürü gözlerinde tüter. Yeni müdür ne rakıdan anlamaktadır, ne de gazelden… Nereden de buraya gelmiş, âlemin başına dert kesilmiştir?..

Bir gün Muhasebeci tekrar ısrar eder, hatırını kırarsa güceneceğini söyler. Pek geç kalmayacaklarını, kendisini rahatsız etmeyeceklerini temin ederek, şöyle bir kır gezintisine Âgâh Bey’i râzı eder. Âgâh Bey, bir defa eğlenip şu âlemi görmesinin uygun olacağını, belki biraz sıkıntısının dağılacağını, nihâyet tabiatın güzelliğine bu kadar çekingen durmanın saçma olduğunu düşünür… Giderler ve Âgâh Bey hoşlanır. Muhasebeci’nin “âb-ı hayat” dediği şeftâli rakısından da içer. İyi bir âlem olur. Geç vakit dönerler. O gece, her gecekine benzemeyen, kurşun gibi ağır, kaba, hoş bir uykuya dalar.

Ertesi gün cumadır. (Tatil; şimdiki pazar gibi.) Arkadaşları erkenden haber gönderirler. Irmakta yıkanacak, öğle yemeğini değirmende yiyecek ve akşam rakısını Mutasarrıfın havuzunun başında içeceklerdir. Gitmemek ister, fakat bu gübreli, tozlu kasabada tek başına uzun bir gün nasıl geçer? Hem yıkanmasa bile, ırmağı da bir görmek lâzım değil midir? Razı olur. Giderler. Yıkanırlar. Değirmende kızarmış oğlağı yer. Mutasarrıfın evinde billur sürahiler, kesme kadehlerle sunulan rakıyı içerler. Sabahtan akşama kadar tam mânâsıyle eğlenirler.

Bundan sonra Âgâh Bey, her eğlentiye girer. Artık onun da öbürleri gibi süslü, püsküllü, saçaklı, kadife palanlı bir merkebi vardır. Lâyihalar, kararlar, çoktan ihmâl edilmiştir. Zâten eğlenceden çalışmaya, hattâ kendisini dinlemeye vakti yoktur. Dostları sâyesinde, bekâr durulamayacağını, bekârlığın insanı için için eriteceğini, bekâr hayatın zorluklarını anlamaya başlar!.. Kışın helva sohbetleri, av partileri ile beraber oturak âlemleri, hamam safâları da başlamıştır. Kasabada esmerli, sarışınlı, işinin ehli kadınlar da vardır…

Âgâh Bey iyice değişmiştir. Rakısız ve kadınsız yapamaz. İşe hiç bir arzusu kalmamıştır. Hattâ Kadı Efendi ile satranç oynamak, fıskiyeli kahvede Muhasebeci Bey’le zar atmak gibi eğlenceler onu ekseriyâ dışarda alıkor ve dâireye gitmesine mâni olur… Hâsılı her şeyiyle kasabanın alışılmış hayâtına adapte olmuştur. Geçmiş günlerdeki hizmet, imar, ıslahat gibi fikirlerini hatırladıkça nargilesini gürleterek gülümser, arkadaşlarına kendini mâzur göstermek için: “Toyluk, ne yaparsın?..” der.

Kış geçer, yaz gelir. Her tarafa şeftali bahçelerinin dâvetkâr kokuları yayılmaktadır. Daha bir sane evvel dar redingotu sırtında, uyuşukluk aleyhinde nutuklar veren Âgâh Bey, şimdi bu kokulu havayı ciğerlerine kadar derin derin çektikten sonra, yenleri sıvalı bol entârisi içinde rahat rahat gerinerek minderine yan gelip: “Gel keyfim gel!” diye söylenir.

Zamanı bugünümüze, hattâ yarınımıza kadar uzatın, mekânı Türkiye kadar genişletin; bu çark yüzyıllardır hep aynı şekilde işlemiştir, aynı şekilde işlemektedir. Bütünüyle sökülüp yenileninceye kadar da maalesef aynı şekilde işleyecektir. Tahrirat Müdürü Agâh Bey’i öğüten değirmen, yalnız taşra memurlarının küçük kasaba hayâtı değildir. Bu hepimizin hayâtıdır ve hepimiz birer Âgâh Bey talihsizliğine muhatabız. Şeftali bahçelerinin iç bayıltan kokusu, hayâtın hepimizi uyuşturan afyonudur.

Cemiyet, nice idealistleri ve idealist kadroları, yâni bizzat kendi kurtuluş ümit ve imkânlarını, acımadan yiyip bitiren, insafsız bir dev gibi. En büyük silâhı lâkaydi ve istihzâ. İlgilenmiyor, anlamıyor, anlamaya çalışmıyor, kendisi için çırpınan öz oğullarının feryatlarını dinlemiyor, onları kendi ıstırap ve yalnızlıklarıyle baş başa bırakıyor. Sonra da onların yalnızlıkları, çâresizlikleri, idealist sivrilikleriyle alay ediyor. Kendi çürümüşlüğüne râm etmek için, nâmütenâhî silâhlarının hepsini insafsızca kullanıyor: Bazan evlât, bazan arkadaş, bazan ana, bazan yâr, bir yerde para ve zevk, bir yerde makam, kimi zaman haklı bir mantık, kimi zaman bir merhamet tablosu olarak çıkıyor karşımıza… Kendi gücünden emin, hiç acelesi yok; yavaş yavaş, geviş getirir gibi, zevkle yemeğe çalışıyor bizi. Ama iştihâsı her an uyanık, en küçük bir gaflet ânında silindir gibi ezip geçiyor.

Vatan ve millet için kendimize biçtiğimiz görevin hakiki talibi isek, her an uyanık, her an yalnız ve mustarip, her an, âsî ve uyuşmaz, dâimâ dik başlı, asâyip ve hattâ gülünç olmaya mecbûr ve mahkûmuz… Ülkücülüğümüzün başlıca gıdâsı Fizan’a sürülmüş bir İstanbul çocuğunun ıstırap ve yalnızlığı olacaktır… Kendi cemiyetimizde sürgün ve garibiz. Tek beşerî dayanağımız, bizim gibi sürgünlerdir. Bir garipler kolonisi teşkil edebilmekten daha büyük tâlihimiz yoktur. Bir yıldırımın tutuşturacağı büyük yangınla cemiyetin rûhu alevleninceye kadar sabır ve ıstırabımızın örsünde ruhlarımızı çelikleştirerek bekleyeceğiz. Gönül yangınımızı kendi göz yaşlarımız serinletecek…

Hayâtı bütün hazzı ve gündelik olağan şartlarıyla yaşamak isteyenler, her sabah kendi kendilerini “Günaydın Âgâh Bey!” diye selamlasınlar…