Beşir AYVAZ: Yazım Macerası

“Kütüphane bir nevi otobiyografidir!”

Ağustos 2022

KAYNAK: https://www.nadirkitap.com/besir-ayvazoglu-roportaji-blog67.html

Yolun başlangıcı, genellikle sonuna dair ekonomik, sosyal, kültürel ipuçları içerir. Önünüzde bir patika varsa siz adımladıkça genişler, düzleşir ama geri dönüp baktığınızda çıkış noktasının ışıklarını seçersiniz. Yolculuğun devamında her zaman büyük sürprizler beklemez kişiyi. Beşir Ayvazoğlu o istisnayı yaşayanlardan. Bir Anadolu kasabası olan Zara’da, maddi imkansızlıklar içinde, dik bir yokuşta başlamış yürümeye. Sonra genişlemiş, birbirinden güzel manzaralara açılmış yolu. Bunun için çok çabalamış elbette. Önce Sivas’ta, sonra Bursa’da, derken İstanbul’da tüm titizliği ve gayretkeşliğiyle kullanmış kalemini. İlkokul yıllarında başladığı şiirle yolları, ilk gençlik döneminden sonra ayrılmış. Belki de iyi ki demeliyiz, zira bu sayede birbirinden kıymetli kitaplar okuyoruz Beşir Bey’in kaleminden. ‘Cahil cesaretiyle yazdım!’ dediği Aşk Estetiği’nin üzerinden kırk yıl geçmiş. O kitapla girdiği yolda hem kendini hem okurlarını eğiterek, yeni şeyler öğrenip bunları bizlerle paylaşarak devam ettiriyor yazarlık serüvenini. Gazeteci, yazar, kültür ve edebiyat tarihçisi sıfatları kullanılabilir Beşir Ayvazoğlu için. Ancak bu sıfatlarını tamamını başkalarıyla paylaşsa da günümüzde neredeyse tek başına göğüslediği bir başka ve önemli vasfı var; biyografi yazarlığı. Yazdığı biyografiler aracılığıyla, ele aldığı dönemin tarihini, kültürünü, sosyal ve politik şartlarını eşsiz bir edebi lezzetle okuma imkanına sahibiz. İlgili okura Beşir Ayvazoğlu’nu anlatmamıza gerek yok aslına bakarsanız. Söyleyeceklerimiz çoğunluğun malumu. Ama Beşir Bey’in kendine dair anlatacakları öyle değil. Bir entelektüel nasıl var olur? sorusuna Beşir Ayvazoğlu özelinde cevap bulmak istiyorsanız sizi sohbetimize eşlik etmeye davet ediyoruz.

Nasıl bir aileye ve ortama doğdunuz?

Sivas’ın ilçelerinden biri olan Zara’da doğdum; köklü, mimari ve beşerî dokusu itibarıyla dikkate değer, okumuşu çok bir ilçedir Zara. Günümüze ulaşmayı başarmış, restore edilmeye bekleyen güzel konakları vardır. Okula Zara’da, Gazi İlkokulu adında bir taş mektepte başladım. Maalesef o güzel mektebi yıkıp yerine betonarme bir yapı kondurmuşlar. 1960 yılında Sivas’a taşındığımızda ben yedi yaşındaydım ilkokul ikinci sınıfa geçmiştim. Bu yüzden Zara’yla ilgili hatıralarım çok az; hatırladıklarım hayal meyaldir. Nasıl bir aile ve ortama doğduğuma gelince öncelikle şunu söyleyebilirim: Bizim evde “dominant” olan annemdi.

Nasıl bir anneydi?

Okumuş yazmış bir anne… İlkokul mezunuydu. Bana sorarsanız, o yılların ilkokul mezunları şimdiki lise mezunlarından daha kültürlüydü. 1928 yılında ilkokul üçüncü sınıftaymış annem. Harf İnkılabı yapılınca, üçüncü sınıftan itibaren yeni harflerle okumuşlar. Ama iki yıl eski harflerle aldığı eğitim, en zor yazmaları okumasına yetecek bir yetkinlik sağlamıştı ona. Eskiden okur yazarlar, köylerde, mahallelerde etraflarına kitap okuyan insanlardı. Okuma yazma bilen kişi alır eline bir Siretü’n-nebî, Müzekki’n-nüfûs, Battalnâme, Envârü’l-âşıkîn, Ahmediye, Muhammediye… bunları okur, insanlar dinlerdi. Annemin de böyle kitapları vardı. Çevresinde okuma yazma bilenler az olduğu için ona kitap, mektup vesaire okuturlarmış. Ayrıca kendisi okumaya meraklı olduğu için sınıf arkadaşlarının çoğunun aksine, eski yazıyı unutmak şöyle dursun zamanla fevkalade geliştirmiş. Dedim ya en zor yazmaları bile rahatça okurdu. Kitaplarından bazıları benim kütüphanemdedir. Yazmaları da vardı; onları Tarih Kurumu’na bağışladım.

Yazma olarak neler vardı?

Mesela bir manzum Yusuf u Züleyha vardı. Onu okurken gözyaşlarını tutamazdı. Biz de onunla ağlardık. Özellikle kardeşlerinin Hazret-i Yusuf’u kuyuya attığı sahne hepimizi çok duygulandırırdı. “Fâilâtün fâilâtün fâilün” vezniyle yazılmış manzum bir eserdi. Kış geceleri bize evde onun yanında Battalnâme, Ahmediye, Muhammediye ve Siretü’n-nebî de okurdu.

Bu kitapları nereden temin etmişti, biliyor musunuz?

Evlerde, Harf İnkılabı’ndan sonra imha edilmediyse bir köşeye atılan, çatıya matıya saklanan kitaplar vardı. Bu kitapları okuyacak kimse kalmadığından bazıları anneme getirilirdi. Sözünü ettiğim yazmalar, taş baskısı kitapların bazıları anneme öyle gelmiştir. Zihin dünyam, kültürümüzün temel kodlarını belirleyen bu kitapları annemden dinleyerek şekillendi. Böyle bir aile ortamı. Babam da okuma yazmayı askerde öğrenmiş bir inşaat ustasıydı. Aslında Zara’nın köklü bir ailesine mensuptu babam; fakat anne karnındayken yetim kaldığı, iki veya üç yaşındayken de annesini kaybettiği için öksüz ve yetim büyümüştür. Dedem Hacı Hüseyin Efendi, yani babamın babası 1915 yılında askere alınıp Şark cephesine gönderilmiş. Sarıkamış’ta şehit mi oldu, esir mi düştü, tifo veya tifüsten mi öldü, bilmiyoruz. Babaannesinin ona yazdığı, fakat gönderemediği bir mektupta adresi şöyle kaydedilmiş: “5. Kor. 11. Kafkas Fırkası, 33. Kafkas Alayı’nın 52. Taburu 1. Bölük”. Babaannesi Hatuç Hatun’un himayesine aldığı babam, onu da kaybedince köyde akrabalarının birinin yanına sığınmış ve bir süre çobanlık yapmış. Uzun hikâye… Şunu söyleyebilirim: Çok iyi bir ustaydı. Bir ahşap evi temelinden çatısına kadar tek başına çıkarabilirdi. Sanatkâr tarafı güçlüydü. Ben resim de yaparım. Ablam ve ağabeyim de resme çok kabiliyetlidir. Genetik ilmi doğruysa şiire merakım annemden, resim kabiliyetim de babamdandır. Son derece fakir bir ortamdı tabii. O yıllarda Türkiye’nin fakirliğinin derecesini bugün tahmin bile edemezsiniz.

Beşir Ayvazoğlu

Siz ekonomik olarak ne seviyedeydiniz?

Ortalamanın çok altında bir aileydik. Babam yazları çalışır. Kışın iş yok, yatar. Lise son sınıfa kadar Sivas gibi bir yerde paltom yoktu, düşünün artık. Ayakkabılarımıza pençe yaptırılırdı. Annem yün çorap örerdi bize. Yün çabuk aşındığı için çoraplarımızın altına kalın bezler dikerdi. Genel olarak halkın durumu böyleydi. Müthiş bir fakirlik vardı. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrası. Ben 1953’te doğdum. Tek Parti yönetiminden kurtulmuşlar. Annem Menderes’e binlerce dua ederdi. O kadar yoksulluk çekmişler ki karneyle bile ekmek bulamıyorlarmış. Hem eskiye kıyasla maddi bir rahatlama yaşamaları hem de ezanın tekrar Arapça okunması gibi sebeplerle çok severdi Menderes’i. Çocukluk dünyamda en net hatırladığım şey 1961 yılında, annemin radyoda Yassıada duruşmalarını dinleyişidir. Küçük bir radyomuz vardı. Sekiz yaşındayım. Annem o duruşmaları dinlerken hüngür hüngür ağlardı.

Siz okuyan bir çocuk muydunuz?

Evet, daha Zara’dayken para vererek kitap almıştım. Altı yaşında başladım okula. İlkokul birinci sınıftayım. Muhtemelen bayram harçlığı almışım. Anadolu’yu dolaşan gezici kitapçılar vardır ya, Zara’ya da gelirlerdi. Birer formalık Kan Kalesi Cengi, Bin Bir Gece Masalları, Kerem ile Aslı gibi kitaplar da satarlardı. Bunlardan biri ya Çarşı Camii’nin yahut ortaokulun avlu duvarının üzerine dizmiş kitapları. Cebimde elli kuruş para var. Gittim ve bir Ali Baba ve Kırk Haramiler aldım. Babamın Sivaslı Âşık Ruhsâtî Divanı, annemin okuduğu, sözünü ettiğim kitaplar, ilkokul alfabe kitabı dışında gördüğüm, okuduğum ilk kitaptı o. Haramiler mağaranın kapısını ‘Açıl Susam Açıl!’ diye açarlar hani. O kitap benim için kitapların dünyasına bir Açıl Susam Açıl etkisi yaptı.

Sivas’a taşındıktan sonra nasıl bir hayatınız oldu?

Sivas’a taşındık ve ikinci sınıftan itibaren okula orada, Dumlupınar İlkokulu’nda devam ettim. İlkokuldayken bir keşif yaptım. Sivas’ta, Selçuklu eserlerinin bulunduğu bir alan vardır. İkinci İzzeddin Keykavus’un yaptırdığı Darüşşifa’nın karşısında sadece taç kapısı ve iki minaresi ayakta kalan bir Darülhadis vardır, halk Çifte Minare der. Ne zaman yıkıldığını bilmediğim Darülhadis’in yerine ahşap bir ilkokul yapmışlar, İsmet Paşa İlkokulu… O ilkokulun bir kütüphanesi vardı. Aslında bir arkadaşım keşfetmiş. Beni de götürdü. Açık raf. Aman Ya Rabbi! Cennete düştüm adeta.

Kaçıncı sınıftasınız?

Üç veya dört… Kelimenin tam manasıyla cennetin içindeyim. Raftan alıp okuyorsun. Orada okumadığım kitap, masal kalmadı. Hemşerimiz Eflatun Cem Güney’in masallarından Grimm Kardeşler, Andersen, Keloğlan, Billur Köşk masallarına kadar ne bulduysam okudum. Hâlâ kütüphanemde büyük bir bölüm masal kitaplarıyla doludur. Masalı hiç bırakmadım. Bin Bir Gece Masalları’nın Raif Karadağ tercümesini erken yaşta temin ettim. O kitapları okuduğunuz zaman hayal gücünüz genişliyor. Zaten evde annemden özellikle Battalnâme’yi dinlemeye bayılırdım. Battal’ın maceraları beni çok heyecanlandırırdı. Hikâye dinlemek ve anlatmak çok kadim bir gelenektir. Erken yaşta edindiğim bu alışkanlık ve zevk beni önce masallara götürdü. Masallardan tarihi romanlara geçtim. Çocukluk yıllarımda bir de çizgi roman parantezi var, o ayrı bir hikâye… Afyon gibi, tiryakilik yaratan kitaplardır çizgi romanlar. Bir seriye başlamışsanız devamını okumak için çılgına dönersiniz. Eğlenecek başka bir şey yok. Ben de çok okudum.

Çizgi roman iptilasından nasıl kurtuldunuz?

Abdullah Ziya Kozanoğlu, Oğuz Özdeş, Feridun Fazıl Tülbentçi, Ragıp Şevki Yeşim gibi yazarların tarihi romanları beni çizgi romandan uzaklaştırdı. Ortaokul yıllarından itibaren tarihî romanları okumaya başlamıştım. Lise yıllarında Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Refik Halid Karay gibi önemli yazarların ulaşabildiğim bütün kitaplarını okudum.

Sizi yönlendiren kimse var mıydı?

Utangaç bir çocuk olmama rağmen sosyalleşmeyi başarmıştım. Kitap merakı kitabevlerine devamı da sağlıyor. Sivas’ta Ziya Bey Kütüphanesi’nin altında bir kitabevi vardı. Sahibi benim gibi meraklı çocuklara veresiye de verirdi. Harçlığımız oldukça öderdik. Oraya okuyan yazan insanlar gelirdi. İdeolojik kavgalar dönemi. Birileri orada tartışırlar biz de kulak misafiri oluruz. Kitaplardan da bahsederler tabii. O ortamlara girip çıkmak hem sosyalleşmemi sağladı hem de daha fazla bilgilenmek ihtiyacı duydum. Zaten kitapların dünyasına girdiğiniz zaman o ihtiyaç sizi yönlendirmeye başlıyor. Etrafınızda kimse olmasa bile yolunuzu buluyorsunuz. Ki benim ailemde “Oğlum o kadar kitabı ne yapacaksın!” diyen babamın karşısında, “Bırak çocuk okusun!” diyen bir anne vardı. Bir hummaya yakalanmıştım adeta. O yıllarda özellikle Altın Kitaplar ve Varlık Yayınları tarafından yayımlanan Batı Klasiklerini de okuyordum. Hâlâ kütüphanemde o yıllardan kalma kitaplar var. Mesela Tolstoy’un Harp ve Sulh’u…

İlkokuldaki keşfinizden sonra kütüphaneye gitmeye devam ettiniz mi?

Devam ettiğim kitabevinin Ziya Bey Kütüphanesi’nin altında olduğunu söylemiştim. Bu Ziya Bey, Hakkı Tarık Us gibi bir adam. Hem Meclis-i Mebusan’da hem de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Sivas’ı birkaç dönem temsil etmiş, çok kültürlü, kitap meraklısı bir adam. Kitap toplamış. Köklü bir aileye mensup. Darurraha Vakfı var, o vakıf vasıtasıyla üç katlı, kâgir bir kütüphane yaptırmış. Kütüphane, özellikle salon kısmı lebâleb kitap dolu. Ama kimse gitmiyor. Bir memur var, okuyucu falan yok. Sadece annemin bize okuduklarına benzer kitaplara meraklı sakallı ihtiyarlar geliyor. Asıl kütüphanenin bulunduğu salon kilitli duruyordu. İhtiyarların oturduğu bölümde öğrenciler gelirse baksınlar diye ansiklopediler var.

Siz nasıl keşfettiniz?

Edebiyat dersinde kendime müfredatta olmayan bir ödev konusu aldım; Ali Şir Nevâî. Adını nereden duyduysam… Edebiyat öğretmeni biliyor muydu acaba! Muhtemelen bir yerlerden bir şey okumuşum. O ödevi yapmak için Ziya Bey Kütüphanesi’ne gittim. Hayatını ve eserlerini araştıracağım. Millî Eğitim Bakanlığı’nın çıkardığı İslam Ansiklopedisi’ne baktım önce. Ali Şir Nevâî maddesinde yakın dostu, devrin hükümdarı Timur’un torunu Hüseyin Baykara’dan bahsediliyordu. Hüseyin Baykara maddesini okudum. Onların devrinde Herat’ta parlak bir medeniyet kurulduğu anlatılıyordu. Herat maddesine baktım. İsmi geçen diğer tarihçileri araştırdım. Hepsini birleştirip bir ödev yazdım, “Muhteşem Bir Devirde Büyük Bir Şair, Ali Şir Nevâî” Birilerine okuttum. “Çok güzel olmuş, bunu gazeteye götür. Belki yayınlarlar.” dediler.

Kaçıncı sınıf öğrencisisiniz?

Lise bir veya iki. 1968, on beş yaşındayım. Haftalık Hizmet gazetesi vardı, rahmetli Abdülkadir Hergüner çıkarıyordu. Sivas’ın gazetecilik okumuş, belki de sarı basın kartı sahibi tek gazetecisiydi. Ona götürdüm, okudu. “Aferin, çok güzel olmuş!” dedi. O yazı, beş hafta üst üste gazetenin ikinci sayfasında tefrika edildi. O yaşta bir çocuğun yazısının gazetede tefrika edilmesi olağanüstü bir şeydi. Gazetenin kesikleri hâlâ duruyor. Ondan sonra şiirlerim de yayınlanmaya başladı. Çok motive edici şeylerdi bunlar.

Şiir yazmaya ne zaman başlamıştınız?

İlkokulda başlamıştım. 1963–64 yıllarında Kıbrıs’ta bazı olaylar olmuştu. O zaman yazmıştım ilk şiirimi. Maalesef saklamamışım.

Kıbrıs konusunu yazdığınıza göre milliyetçi duygular hâkim herhalde?

Tabii, milliyetçi duygularla yazmıştım.

1960’larda ve 70’lerde iç siyaset çok hareketli. Gündemle ilgileniyor muydunuz?

İlgileniyordum tabii. Bir kitabevinden bahsetmiştim ya, oraya gide gele MHP’li, ülkücü olduk. Seçemiyorsun, etrafındaki insanlar, arkadaşların ne tarafa gidiyorsa onları takip ediyorsun. Solcu olamayacağımıza göre… O zaman daha Akıncılık falan da yok. Milliyetçi Hareket Partisi’nin MHP adını almadığı, CKMP dönemi.

Politik kimliğinizi takviye etmeye yönelik kitaplar da okuyor muydunuz?

Evimize ara sıra Tercüman gazetesi giriyordu. Ahmet Kabaklı ve hemşerimiz Ergun Göze gibi isimler orada yazıyor. Bir de popüler milliyetçi kitaplar var. Okuyacak başka şey de yok. Peyami Safa’yı keşfetmemiz bile zaman aldı. Onu bize Kızıl Çocuğa Mektuplar’la tanıttılar. Nâzım Hikmet’le 1935 yılında giriştiği polemik sırasında yazdığı yazılardan oluşur o kitap. Halbuki edebî, fikrî taraflarıyla tanıtmış olsalar erken yaşta daha donanımlı hale geleceğiz. Sadece anti-komünist mücadele adamı yetiştirmeyi hedefliyorlardı. Benim şansım, okuduğum kitaplar dolayısıyla erken yaşta edebiyata yönelmiş olmamdı. Nihat Sami Banarlı’nın Metinlerle Türk ve Batı Edebiyatı isimli ders kitabından Yahya Kemal’i, Ahmed Hâşim’i, Tanpınar’ı tanıdım. Yahya Kemal’in şairliğinin etkisiyle onun gibi şiirler yazma çabasına girdim.

Yahya Kemal’i ne zaman tanımıştınız?

İlkokuldaki okuma kitabında “Akıncı” şiiri vardı. “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı, dev gibi bir orduyu yendik…” Ta o zamandan ezberimdedir. Bu şiirlerdeki kahramanlık havası evde, annemden dinlediğim Battal Gazi menkıbelerindeki kahramanlık havasıyla birleşti ve benim zihnimde bir dünya oluştu. Yahya Kemal gibi aruz vezniyle şiir yazmaya başladım. “Akıncı”ya nazire gibi “Serhat Kulu” diye bir şiir yazdım ortaokulda. Arasam bulurum, duruyordur muhtemelen. Akıncı teşkilatından sonra Serhat Kulu teşkilatı vardır. Ben de onları anlattım. “Serhat Kulu derler ki ezelden adımızdır / Can yoldaşımız, şanlı akınlardaki hızdır.” Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün… On beş yaşında, aruzla kusursuz şiir yazabiliyordum. Hafızamda çok şiir vardı, Yahya Kemal’i baştan sona ezbere okuyabiliyordum. 1969 yılına kadar böyle geldim. O yıl benim için çok önemli bir yıldır.

Neden?

Milliyetçi Cephe hükümetlerinin ikincisi kuruldu. Millî Eğitim Bakanlığı Kültür Müsteşarlığı, 1000 Temel Eser diye bir seri yayınlamaya başladı. O seriden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i, Yahya Kemal’in Aziz İstanbul, Kendi Gök Kubbemiz ve Eğil Dağlar kitapları basıldı. Ahmed Hâşim’in Bize Göre, Gurabahane-i Laklakan ve Frankfurt Seyahatnamesi üçü bir arada, Mehmet Kaplan’ın sadeleştirmesiyle yayınlanmıştı. İlk kitap Muharrem Ergin’in Dede Korkut kitabıydı. Sonra Orhun Kitabeleri yayınlandı. Hepsi birinci hamur kâğıda basılıyordu.

Öğrenci bütçenizle alabiliyor muydunuz bu kitapları?

Hepsini alamıyordum. Tanesi beş liraydı. Çok da ucuz sayılmazdı ama okunsun diye diğer kitaplara kıyasla daha uygun bir fiyat koymuşlardı. Harçlıklarımı biriktirir, sinemaya gitmez, çerez almaz, kitap alırdım. Bu kitapları okuyunca dünyam büsbütün değişti. Yahya Kemal’i, Tanpınar’ı okuyarak İstanbul’a, Bursa’ya daha görmeden müthiş âşık oldum. O sıralarda hummalı bir gayretle şiir yazıyordum, ama bir yandan da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üslubuyla yaşadığım şehri, Darüşşifa’yı, Gökmedrese’yi, Ulucami’yi yazmaya başladım. Tanpınar gibi bugünden hareketle, tarihî arka planı ve tabii kendi hissiyatımı da dahil ederek yazıyorum. O yazılardan Ulucami hakkında olanı dört beş sene sonra Türk Edebiyatı dergisinin ilk sayılarından birinde yayınlandı. Çok özenerek, bir yazıyı birkaç kere baştan yazardım.

Üslup edinme çabanız lise de başladı o halde?

Tabii. Defalarca baştan yazardım. Daktiloyla yazarken de bir cümle mi bozuk, o sayfayı atar, baştan yazardım. İyi yazma çabası üslubun teşekkülü açısından son derece önemlidir. Bir de yazdığın hiçbir şeyi beğenmeyeceksin, ‘Oldu!’ demeyeceksin. Daima daha iyisi mümkündür.

Şiire ne kadar devam ettiniz?

Kulakları çınlasın hemşerimiz Yavuz Bülent Bakiler; tanınmış Hisar şairi, Sivas’taydı o zamanlar. Şiirlerimizi ona gösterirdik. O daha ziyade serbest yazardı. Bense Yahya Kemal tarzında, aruzla yazıyorum. “Aferin” falan diyordu. Bir iki tane şiirimi Atsız’ın Ötüken dergisine gönderdi. Atsız’ın çıkardığı dönemde yayınlandı o şiirler. Ben Ötüken’den ziyade Hisar dergisini tercih ediyordum ama bir müddet gönderdiğim hiçbir şiir yayınlanmadı. Sonunda Hisar’da, başka yerlerde de şiirlerim çıkmaya başladı. Böylelikle ismim önce şair olarak duyuldu.

Üniversitede edebiyat okumaya ne zaman karar vermiştiniz?

İmam-Hatip’ten mezun olduktan sonra Eylül’de fark derslerinden imtihana girip düz liseyi de bitirmiştik. Fen derslerine ilgi duymazdım. İlahiyat’a devam etmeyi de hiç düşünmedim. Niyetim yazar olmaktı. Üniversite imtihanlarına girdim. İstanbul Türkoloji’yi istiyordum ama puanım ancak Erzurum’u tutuyor. O sırada Eğitim Enstitüsü imtihanları da açılmıştı. Yatılı eğitim veriyor. Ailenin İstanbul’a gönderip okutacak imkânı yok zaten. Kalacak yer bulabilir miyiz, meçhul. Dedim ya, paltom yoktu. Enstitü imtihanlarına da girdim, Bursa’yı tercih ettim.

Neden Bursa?

Beş Şehir’in etkisi… Gelecek sene tekrar sınava girerim, Türkoloji’yi kazanırım diye düşünüyordum ama Enstitü imtihanını birincilikle kazandım. Önce imtihana girip bölüm ve şehir tercih ediyorsun, sonra mülakata çağırıyorlar. Mülakatta Yahya Kemal’i sordular bana. Şiirine nazire yazmışım, bana sorulacak soru mu? Bir şiirini okuttular, yanlış hatırlamıyorsan “Açık Deniz”di. Telaffuzum, vezin bilgim, Arapça, Farsça menşeli kelimelere aşinalığım vesaire etkiledi hocaları. İmam-Hatip’te Sadi’yi şöyle böyle okuyacak kadar Farsça öğretmişlerdi bize. Neticede birincilikle girdim okula. Bursa’da ilk gittiğim yer Muradiye olmuştu. Tanpınar’ın izini sürüyorum. Ertesi yıl tekrar üniversite imtihanına girdim. Çalışmıştım, çok da iyi geçti. Ama sınavı iptal ettiler, sorular çalınmış. O kadar moralim bozuldu ki, bir daha girmek istemedim. Yıllar sonra, “İyi ki üniversiteye gitmemişim.” dedim ama. Akademik kariyer yapma yolunu seçsem beni kendi kalıplarına sokmaya kalkışacaklardı, bugüne kadar yazdıklarımı belki de yazamayacaktım. Yıllar sonra bunu kendim için şans olarak gördüm. Bir şansım daha var.

O nedir?

Milliyetçi Cephe hükümeti düştükten sonra CHP hükümetinin ilk işi 1000 Temel Eser projesini kapatmak oldu. Bunun üzerine Tercüman gazetesi 1001 Temel Eser serisini başlattı. Huzur da o zaman çıktı. Gazete, her çıkan kitap için eleştiri yarışması açıyordu. Ödül de iyi bir paraydı. Rahmetli Mehmet Çavuşoğlu’nun Necati Bey Divanı’ndan Seçmeler’i yayınlandı. Öğrenciyim, divan şiirine çok düşkünüm. Oturdum, kitap hakkında bir eleştiri yazdım. Tercüman’ın jürisinde Ahmet Kabaklı, Mehmet Çavuşoğlu gibi isimler var. Bir gün okulda, “Tercüman gazetesinden seni ısrarla arıyorlar.” dediler. Gittim. Bursa bürosunun başında Hüseyin Kuşku vardı, rahmetli. Eleştiri yarışmasında birincilik kazandığımı söyledi. Şaşırdım tabii. İki bin beş yüz lira para verdiler. O zaman öğretmen maaşı bin iki yüz lira falan. O paranın yarısıyla kendime Royal marka bir daktilo aldım. Artık daktilo sahibi bir yazardım.

Ne zamandan beri yazar olmayı hayal ediyordunuz?

Neredeyse ortaokuldan beri. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun romanlarını okuyorum ya, çok heyecanlanıyorum tabii. Yıllar sonra bir yazı yazmak için birkaç tanesini yeniden okudum. “Bunlar mı bizi heyecanlandırıyormuş!” dedim. Bu romanlardan birinde Türk korsanları anlatılır. Ortaokulda, daha hiç deniz görmemişim ama o romanın verdiği heyecanla tam iki defter korsan romanı yazdım. Denizi yıllar sonra, 1969 yılında İstanbul’a gelince görecektim. Okul gezisiyle gelmiştik. Daha köprü yok, araba vapuruyla karşıya geçtik. Topkapı, Süleymaniye, Eyüp Sultan, Beyazıt, Boğaziçi… Ayakkabım çok eskiydi. Annem, o imkânsızlıkta “Çocuğum mahcup olmasın” diye bir ayakkabı aldı. Ayakkabı yeni, ayağımı öyle sıkıyor ki, o sıkı ayakkabıyla dört gün İstanbul’da gezdim. Ama işkence mi çektim, İstanbul’u mu gezdim bana sorun.

Yazdığınız o ilk roman duruyor mu?

Hayır, maalesef muhafaza etmemişim.

Beşir Ayvazoğlu

Enstitü yıllarını nasıl değerlendirdiniz?

Sık sık İstanbul’a gittim. Türk Edebiyatı dergisi o yıllarda, 1971’de yayımlanmaya başlamıştı. Girgin bir çocuktum. Tercüman’ın yarışmasında ödül kazanmış olmak da biraz önümü açtı. Tercüman gazetesi o zaman Cağaloğlu’nda, Şerefefendi sokağındaydı galiba. Oraya gittiğimde Ahmet Kabaklı’yı ziyaret ettim. İsmimi biliyor tabii. Yanında bir kişi daha vardı, o da Tarık Buğra… Tarık Buğra’yı ilk defa orada gördüm. Sonra çok yakın dost olduk. Tercüman’da, Türkiye gazetesinde birlikte çalıştık. Biyografisini yazdım. Ahmet Kabaklı hocayla tanıştıktan sonra Türk Edebiyatı dergisine gidip gelmeye başladım. Şiir gönderiyorum. Daha o yıllarda Türk Edebiyatı dergisinin kadrosuna girmiş oldum. Artık yolum açılmıştı.

Nesir yazıyor muydunuz o yıllarda?

Eleştiri yazıyordum. Daha Enstitü’deyken Saatleri Ayarlama Enstitüsü hakkında uzun bir eleştiri yazdım. Huzur’un Dergâh Yayınları tarafından yapılan baskılarının birinin arkasında Berna Moran’ın, Mustafa Kutlu’nın yazıları ve benim “Saatleri Ayarlama Enstitüsü yahut Bir İnkıraz Felsefesi” yazım ek olarak konulmuştu. Ama daha çok şiir yazıyordum. Şiir çağ işidir. Gençlik duyguları, şu, bu… Şiire abanıyordum ama doğrusunu söylemek gerekirse yazdığım şiirlerden de çok memnun değildim.

Enstitü’den öğretmen olarak mezun oldunuz. Öğretmenlik yapmayı düşündünüz mü?

Tabii, kısa bir müddet yaptım da. Mezun olduktan sonra Tunceli Öğretmen Lisesi’ne tayin oldum. Çok kritik zamanlardı. Çatışmalar başlamıştı, öğrenciler de rahatsız ediyorlardı. Fazla kalmadım, istifa ettim. Sivas’a gittim. Şaban Karataş’ın döneminde TRT’de bir imtihan açılmıştı. O imtihanı kazandım.

Yıl?

1976. TRT’de program uzmanı unvanıyla işe başladım. Yazdığım metinleri gördüler, hoşlarına gitti. Aylardan Ramazan’dı ve acilen birtakım programların yapılması gerekiyordu. Beni hemen bir ekiple program yapmak üzere apar topar İstanbul’a gönderdiler. Üstelik programları ben sunacağım.

Ekipte kimler var?

Rahmetli Yücel Çakmaklı, Erdem Beyazıt’ın kardeşi rahmetli Ahmet Beyazıt ve ben. Ahmet Güner Ergin “Muzaffer Ozak, Süheyl Ünver ve Malik Aksel’le konuşun.” demişti. Büyük bir şans tabii. Önce Karagümrük’teki tekkeye gidip Muzaffer Efendi’yle görüştük. Çok hoş adamdı rahmetli. Konuştuk, anlaştık. TRT’nin Çamlıca’daki stüdyosunda dört program çektik. Sonra Süheyl Ünver’i Cerrahpaşa’daki Tıp Tarihi Enstitüsü’nde ziyaret ettim. İncecik bir delikanlıyım. Karşıdan baktı, gözü tutmadı herhalde. “Sen bana soru yaz, gönder bakalım evladım.” dedi. İlgi alanım çok geniş. Klasik sanatlarla ilgileniyorum, Yahya Kemal’in arkasındaki estetiği merak ediyorum.

Süheyl Bey’i tanıyor musunuz?

Tanıyorum tabii, yazdıklarının pek çoğunu okumuşum. Daktilomu yanıma almıştım. Otelde oturdum, on beş civarında soru hazırladım ama hepsi öyle baba sorular ki! Gönderdim, otelden aradı beni. “Gel, sen bu işlerden anlıyorsun!” dedi. Kalamış’ta bir köşkü vardı, oraya gittik ve programı çektik. Sonra Malik Aksel’le görüştük.

Malik Aksel neredeydi?

Şişli taraflarında bir evi vardı. O gün imzalattığım kitapları hâlâ durur. İkimiz de Türk Edebiyatı’nda yazıyorduk o tarihlerde. Hatırlamadı tabii. Kültür dünyasının içine böylece girdim. TRT’de sekiz ay kadar çalıştım. Çok da zor zamanlardı. Bu arada askerliğim geldi. “Şu sıkıntılı zamanları askerde geçireyim de sonra düşünürüm.” dedim ve işten ayrıldım. Askerlik dönüşü yönetim değişmişti, TRT’ye giremedim. Taha Akyol’la tanışıyorduk. 1979’da Hergün gazetesine girdim o vesileyle.

Artık İstanbul’da mısınız?

Önce Ankara bürosunda çalıştım. Sonra İstanbul’a geldim. Gazetenin Sultanahmet’te, Akbıyık’a giderken bir binası vardı. Kültür sanat sayfasını yönetiyorum. Bu arada o yıl evlendim. Çengelköy’de bir ev tuttuk. Hanım öğretmen, eş durumundan tayin aldırmaya çalışıyoruz. Öyle karışık, zor zamanlar ki. Bir gün sol örgütlerden biri Hergün gazetesini kalaşnikoflarla taradı.

Siz içerde misiniz?

İçerdeyim, tam da benim olduğum tarafı gelişigüzel taradılar. O gün yakınlardaki yurttan bir öğrenci öldü. Gazetenin müessese müdürü de ciddi şekilde yaralandı. Sonra gazetede yangın çıktı. Kundaklama dediler. Baktım olmayacak, hanım çok korkuyor. Telefon yok, haberleşemiyoruz. Gazeteden ayrıldım. Ankara’ya gittim, öğretmenliğe dönmek için müracaat ettim. Tayinimi Bursa’ya yaptılar. Beş sene Bursa’da öğretmenlik yaptım. Erkek Lisesi’ne tayin edilmiştim. Oradan İmam Hatip’e aktardılar.

Bu arada yazmaya devam ettiniz mi?

Tabii, devam ediyorum. Bursa’ya gittikten çok kısa bir süre sonra 12 Eylül Darbesi gerçekleşti. Ne yapacaksın orada? Yapacak bir şey yok. İlk kitaplarım Aşk Estetiği ve Yahya Kemal Eve Dönen Adam’ı o yıllarda yazdım. Aşk Estetiği, o şanslı kitap, Bursa’da yazıldı. Bütün kitaplarımın anasıdır, hâlâ baskısı yapılıyor. İlk ödülümü de onunla aldım.

İlk baskı tarihi ne?

1982… Kırk yaşına girdi. Mehmet Çavuşoğlu, kitabını tenkit edip birincilik kazandığım için iyi tanıyor beni. Aşk Estetiği’ni de yazmışım. Bir gün aradı, “Üniversiteye gel!” dedi. Mimar Sinan Üniversitesi’ne çağırdı. Ciddi mânada teşebbüse geçildi. Tayin işlemleri tamamlanma safhasına geldi. Hocanın yanında akademik kariyer yapacağım. Aynı günlerde Tercüman gazetesinden teklif aldım. Taha Akyol, Tercüman’ın başına geçmişti. Düşündüm taşındım, Mehmet Çavuşoğlu, hiperaktif, sosyal, her kesimle ilişkisi olan çok renkli bir adamdı. Ama neticede divan edebiyatı çalışıyordu ve beni divan edebiyatına gömecekti. Ben zaten kaside yazacak kadar biliyorum divan edebiyatını. Yahya Kemal’in Veda Gazeli’ni tahmis etmişim. Divan edebiyatında ne yapabilirim? Bir şairin divanını transkribe edeceğim. Gerçi hocanın divan şiirine felsefe ve estetik açıdan bakarak yeni ufuklar açmak gibi projeleri vardı, beni istemesinin sebebi zannedersem bu. Ama ben Tercüman’ı tercih ettim. Gazetecilik mikrobu ta mahalli Hizmet gazetesinde bulaşmıştı. 1985 yılında öğretmenlikten istifa edip rahmetli Mehmet Çavuşoğlu’nu üzmek pahasına Tercüman’da başladım. Hoca da bir sene sonra trafik kazasında vefat etti. Allah rahmet eylesin, harika bir insandı.

İstanbul’a taşındıktan sonra edebî muhitlere devam ettiniz mi?

Elbette, üstlendiğim görev de bunu gerektiriyordu, Tercüman’ın Kültür-Sanat sayfasını yönetecektim. Daha talebelik yıllarımda, İstanbul’a geldikçe Marmara Kıraathanesi’ne uğrardım. Rahmetli Erol Güngör, Ziya Nur ve Marmaratör diye anılan gruptan birçok insan tanıdım. Ayrıca Türk Edebiyatı ve Kubbealtı Vakfı’na da gidiyordum. İstanbul’a ilk gelişlerimden birinde Kubbealtı’na gitmiş, Nihat Sami Banarlı’ya bir kaside ve gazelimi götürmüştüm. Derginin ilk sayılarında bir gazelim vardır. O gazel acemice bir şeydi ama kaside eski dille, aruzla yazılmış ciddi bir çalışmaydı. O tarihte yeni vefat etmiş olan Faruk Nafiz’in ruhuna ithaf etmiştim. Uzun süre bekledi orada, niçin bilmiyorum. Kubbealtı’nda yayınlanmayınca Türk Edebiyatı’na verdim. Sonra “Niye oraya verdin? Biz yayınlayacaktık.” dediler. O yıllarda girip çıkmadığım dernek, vakıf yoktu. Birçok ismi de muhafazakâr camiaya ben tanıttım.

Kimleri mesela?

Mesela ressam Erol Akyavaş’ı bizim mahallede pek kimse bilmezdi.

Siz nasıl tanıştınız?

Tercüman’da kültür sayfasını yönetirken bir gün telefonum çaldı. Rauf Tamer arıyor. “Odamda biri var, seni tanıştırmak istiyorum,” dedi. Çıktım, ilk anda tanıyamadım çünkü fotoğraflarından farklıydı. Kendine has argosuyla konuşan, dindar insanların bıraktığı sakala benzer bir sakalı olan bir adam. “Erol Akyavaş!” dedi Rauf Tamer. Miraçnâme’sini biliyordum, zaten haber de yapmıştım. “Gökte ararken yerde buldum. Ben senin kitabını okudum.” dedi. Aşk Estetiği’ni Ressam Selim Turan tavsiyesiyle okumuş. Erol Bey de yaptığı işlere teorik temel arıyor. “Sizi bir daha nereden bulacağız. Bir röportaj yapalım.” dedim. O röportajın özetini Tercüman’da, uzun halini de Dergâh mecmuasında yayınladım. Bir dergide yayımlanan portre yazılarımdan ilkinde de onu anlatmıştım. Sonra savaş sırasında sekiz günlük bir Bosna seyahatine birlikte katıldık. Ayrıca anlatmam gereken bu heyecan verici seyahat sırasında dostluğumuz pekişti. Birlikte bir Hüsn ü Aşk projesi de tasarlamıştık. Projenin hazırlıkları sırasında birden geçmeyen bir öksürük peyda olmuş. Bir gün aradı, durumu anlattıktan sonra, “Amerika’ya gidiyorum, sağlık sigortam orada,” dedi. “Dönüşte devam ederiz!” Gitti, hastalığı en hızlı ilerleyen kanser türlerinden biriymiş. Maalesef kurtulamadı. Çok büyük bir bir ressamdı. Haa, Turgut Cansever’i de bizim mahalleye ben tanıttım.

Yine gazeteci vasfınızla mı tanıdınız Cansever’i?

Evet, Turgut Cansever’i muhafazakâr camiada herkes ‘Beyazıt Meydanı’nı mahveden adam!’ diye biliyordu. Tercüman’da kültür servisini yönetirken bütün dergiler geliyordu. Arrademanto Dekorasyon dergisinin bir sayısında onunla yapılmış uzun bir röportaja rastlamış, okuyunca hayretler içinde kalmıştım. Son derece derinlikli bir metindi. İslam’ın estetik yaklaşımına, ufkuna dair öyle enteresan şeyler söylüyordu ki… “Keşke Aşk Estetiği’ni yazmadan önce onunla tanışmış olsaydım!” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Çok etkilenmiştim. Hem sayfamda sözünü ettim hem de Mustafa Kutlu gibi ilgili arkadaşları haberdar ettim. Okuyan herkes hayran oldu tabii. Nuri Arlasez’i de sahaflar ve eski eser uzmanı yabancılar, müzeciler dışında kimse bilmezdi. Yıldız Sarayı’nda Çit Kasrı’nda uzun bir röportaj yaptım. Portresini yazdım. Arlasez ondan sonra kamuoyuna mal oldu. Bu tanışıklıkların çoğuna Aşk Estetiği vesile oldu.

Bu seviyede bir başarı bekliyor muydunuz Aşk Estetiği’nden?

Cahil cesaretiyle yazdığım bir kitaptı. Şimdi öyle bir kitap yazmaya cesaret edemem. Cahil cesareti bazen işe yarıyor. Diğer kitaplar hep Aşk Estetiği’nden doğdu. Hilmi Yavuz, Sezer Tansuğ bile Aşk Estetiği hakkında yazı yazdı o zaman. Kitaplarınız başarı kazanınca yolunuzu da açıyor. “Demek ki bu yolda yürüyebilirim artık” intibaını uyandırıyor. Yahya Kemal Eve Dönen Adam, küçük bir kitaptır ama kült kitap oldu. Hakkında sağda solda hem övücü hem eleştirici birçok yazı çıktı. Yahya Kemal’i şairliğinin yanı sıra fikir adamı olarak analiz etmeye çalışmıştım. O bakış açısı dikkat çekti. Şanslı kitaplardı bunlar. Böylece yazarlık maceram başladı. Tercüman’da, kendi sayfamda yazmaya da başladım. Sonraki kitapları yazabilmemin şartlarını sağlayan Kültür Servisi’nin başında olmamdı. O görev, sağ ve sol bütün kültür dünyasıyla; sinema, müzik, edebiyat, mimari gibi alanlarda çalışan insanlarla ilişki kurmamı, dostluklar tesis etmemi sağladı. Gazetecilik aynı zamanda hızlı düşünme, hızlı yazma ve onu çarpıcı bir şekilde takdim etme pratiği kazandırıyor. Birikiminizi gazetecilik pratiğiyle birleştirdiğiniz zaman başka bir yazış tarzı ortaya çıkıyor. Bir de -dedim ya- daha ortaokuldan itibaren roman yazmaya başlamıştım. Kurgu hakkında da fikrim var. Araştırmaları, roman yazarak oluşturduğunuz kurgu disipliniyle birleştirdiğiniz zaman oradan başka bir şey çıkıyor.

Günümüzde en önemli biyografi yazarlarının başında geliyorsunuz. Biyografi kitapları nasıl girdi gündeminize?

Ali Şir Nevai denemesi kaderimi belirledi sanki. Yıllar sonra yazdığım ilk biyografi Tarık Buğra’nınki oldu. O kitap muhtasardır. Ciddi mânada ilk biyografi Peyami biyografisidir. Peyami Safa’yı çalışırken ilişkide bulunduğu isimler de gündeme geldi haliyle. Ahmed Hâşim, Tevfik Fikret ve diğerleri.

Fikret, biyografi külliyatına o ilişki ağı sebebiyle mi dâhil oldu?

Pek tabii… Florinalı Nâzım da öyle. Onlar ve diğerleri, hepsi ilgi duyduğum isimler. Peyami ve Ahmed Hâşim’in polemikleri vardır. O polemiği yazarken aslında Hâşim dosyası açılmış oldu. Peyami’den Ahmed Hâşim ve Florinalı Nâzım doğdu. Mehmet Âkif sürekli ilgi duyduğum biriydi, 1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi o ilgiden doğdu. İlgilendiğim bütün bu isimler beni Fikret’e götürdü. Mehmet Âkif’le kavgası var, ama aynı kaynaklardan besleniyorlar. Fikret, aynı zamanda Ahmed Hâşim’in Galatasaray Mekteb-i Sultanîsi’nden hocası, Peyami’nin isim babası… Cumhuriyet döneminde, 1940’lara kadar tamamen dışlanmış bir isim. Florinalı Nâzım yaşatıyor onu. Her ölüm yıldönümünde Aşiyan’da anma toplantıları düzenliyor. Dolayısıyla Fikret’i yazmak zorundaydım.

Yazdığınız biyografileri peşpeşe dizdiğimizde aynı zamanda bir dönem tarihi de çıkıyor ortaya. En başta bunu planlamış mıydınız?

Hayır, kendiliğinden oluştu. Kendime göre bir edebî ekosistem kurduğumu düşünüyorum. Bu sistemde mesela Ahmed Hâşim’le uğraşırken Şeyh Galip’le ilişki kurmamak mümkün değil. Ki Şeyh Galip çok sevdiğim bir şairdir. Kuğunun Son Şarkısı bu ilişkiden doğdu. Tayyip Bey’in İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı döneminde iki sene kadar Kültür A.Ş.de Kültürel Etkinlikler Yönetmeni olarak çalıştım. Bu görevim esnasında birtakım sempozyumlar da düzenlemiştim. Şeyh Galip Sempozyumu bunlardan biriydi. Her şeyiyle ben uğraştım. Sergiden, III. Selim’in Sûzidilârâ Mevlevi Ayini’nin Galata Mevlevihanesi’nde icrasına, Alaeddin Yavaşça konserine -Şeyh Gâlib’in bestelenmiş eserlerini icra etmişti- kadar çok kapsamlı bir programdı. Sempozyum bildirilerini kitaplaştırırken baktım Şeyh Gâlib’in biyografisi eksik. Bildiri sahibi akademisyenlerden birkaçına teklif ettim, yanaşmadılar. Oturdum, eksik kalmasın diye ben yazdım. Sonra bu biyografiyi genişlettim, Kuğunun Son Şarkısı ortaya çıktı. Şeyh Gâlib’le ilgilenirken onun hayatını yazmayı denemiş önemli isme de bigâne kalınamazdı.

Kimdi o?

Asaf Hâlet Çelebi. Sevdiğim, okuduğum, bütün kitapları kütüphanemde olan bir şair. Ayrıca hem edebi ekosistemimi tamamlamak hem de 1940’ların edebi ortamını anlatmak için çok uygun bir figürdü Çelebi. 1940’ları Asaf Hâlet çerçevesinde anlattım. Yazdığım biyografilerin hiçbiri sadece bir adamın hayatı değildir. Her kitapta aynı zamanda bir dönemi de anlatıyorum.

Bu tür çalışmalarda anakronizme düşmemek çok zor. Döneme ve hatta o dönemi hazırlayan şartlara hâkim olmak gerekiyor. Kendinizi anakronik yaklaşımdan nasıl kurtarıyorsunuz?

Bunları yazabilmek için birçok disipline aşina ve total bir bakışa sahip olmak lazım. Biyografisini yazdığınız kişilerin ilgi alanlarına çok yabancıysanız başarılı olamazsınız. Resim, musiki, estetik, felsefe, edebiyat, siyasî tarih, kültür tarihi gibi. Bütün bu bilgilerin içinden baktığınız zaman başka bir şey çıkıyor ortaya. Ele aldığınız insanları, yaşadıkları çağın siyasî, ekonomik, psikolojik ve kültürel şartları içinden bakmazsanız anlayamazsınız. İnsan, çevresiyle vardır. Dolayısıyla bu bakış açısıyla yaklaşınca her biyografi aynı zamanda bir dönem tarihi metni olarak ortaya çıkıyor. Yapboz parçaları gibi her biri bir boşluğu doldurdu. Diğer kitaplarımı da bu edebi ekosistemden ayrı düşünmek mümkün değil. Mesela Saatler, Ruhlar ve Kediler… Hayatını yazdığım insanlarla ilgili çalışırken topladığım, yine onların hayatlarına dokunan, daha ayrıntılı bilgilerin yer aldığı bir kitaptır. İstanbul’u anlattığım Bir Ateşpâre Bin Yangın, tamamen dönemin edebî şahsiyetlerinin İstanbul’la ilişkilerini anlatır. Son çıkan kitabım ise hayvanlar hakkında bir kitap, Öteki Canlar…

Diğer kitaplarınızdan ayrılıyor o zaman…

Hayır!

Nasıl bağladınız?

Hayatını yazdığım herkesin hayvanlarla ilişkileri var. O ilişkiler de manzaranın bir parçası. Ayrıca hayvanlar gibi bu edebi ekosistemin mekanları da var. Bu mekanların başında Beyazıt Meydanı ve çevresi gelir. Kubbealtı’ndan çıkan Üçüncü Tepede Hayat’ta “Beyazıt Meydanı’nın Derin Tarihi”ni anlattım. Onu ve Divanyolu kitabını da bu ekosistemin parçası kabul etmek lâzım. Son yazdığım biyografiler, Erol Güngör ve Mehmet Genç de son Marmaratörler olarak dâhil oluyorlar o bütüne.

Erol Güngör ve Mehmet Genç’le hikâyeyi günümüze bağladınız ama arada boşluk var. 50’ler, 60’lar eksik değil mi?

Benim de bir kapasitem var. Bekleyen isim çok, ama hangi birini yazacağım… Ne demişler? “Sanat uzun, hayat kısa”, ars longa, vita brevis…

Kaç kitap oldu?

Üzerinde imzam olan, editörlüğünü yaptıklarımı da dahil edersek yetmişi buldu.

Bu yetmiş kitabın sadece ikisi, Bozgunda Fetih Rüyası ve Ateş Denizi roman. Kurgu kitapların devamı gelecek mi?

Takatim ne kadar devam edecek bilmiyorum. Şu anda hikâyelerden oluşan bir metin yazıyorum. Bir roman daha yazdım ama tatmin olmadığım için bekletiyorum. Yazıp yayınlamadığım üçüncü roman bu.

Taslaklar duruyor mu?

Duruyor ama imha etmeyi düşünüyorum. Edebiyat tarihçileri, eleştirmenler; şairlerin, yazarların yayınlamadıkları, unutulmasını istedikleri çalışmalarını ortaya çıkarıyorlar. Doğrusu onlara malzeme vermek istemem.

Siz yazdığınız biyografilerde mahremiyet çizgisini nereden çekiyorsunuz?

İnce ve hassas bir konu. Biyografi yazarı, yatak odasına bile girer. Ama bir sınır koymak lazım. Bu biraz da biyografi yazarının dünya görüşü ve ahlak anlayışıyla alakalı bir meseledir. Birisi hiç sınır koymayabilir. Ulaştığı bilgilerden tümünü aktarır. Ama gözetilmesi gereken çok denge var. Yakın dönem yazıyorsanız bu insanların yakınlarını, hayranlarını, hayatına herhangi bir şekilde girmiş insanları rencide edebilirsiniz. Başınız derde de girebilir üstelik. Bazı bilgilerin yer almaması biyografiyi eksik kılar, ama bir de etik sınırlar var. Eksikler ilerde birileri tarafından tamamlanır nasılsa. Beş yüz sene önce ya da üç yüz sene, iki yüz sene önce yaşamış birinin hayatını yazarken bir şeyleri saklama ihtiyacı duymayabilirsiniz. Bu konulardan rencide olacak insan kalmamıştır artık. Şeyh Galip hakkında mahrem bilgi varsa, bulabilirseniz yazarsınız. Benim yaklaşımım ‘Ne put yontmak ne de şeytan yaratmak.’ Çok sevdiğim bir isim bile olsa, mahremiyet ihlali sayılabilecek şeyler dışında, mümkün mertebe aleyhinde olacak bilgileri saklamıyorum, saklamam. Yazarken bütün duygularınızı, öfkenizi, sempatinizi paranteze alacaksınız.

Duygusal mesafeniz metinlere ister istemez yansımaz mı?

Yansıyabilir, bundan bütünüyle kaçamazsınız. Nihayetinde siz yazıyorsunuz. Bir yerde durarak bakıyorsunuz yazacağınız insana. Önemli olan mümkün mertebe duygularınızı işe katmamaktır. Çok seviyor ve duygularınızı da işe karıştırıyorsanız menâkıpname olur yazdığınız metin. Fikret biyografisinin önsözünde yazdım. “Kendimi Mehmed Âkif’e daha yakın hissediyorum ama bu, Fikret’e düşman olmak için gerekçe olamaz.” Hepsi doğruları, yanlışları, başarıları, başarısızlıkları, sevgileri, nefretleri, öfkeleri ve sevinçleriyle birer insan…

Başarılı bir araştırmacı ve yazar olmaktan önce iyi de bir okursunuz. Kütüphaneniz ciddi manada ne zaman oluşmaya başladı?

Ortaokul yıllarında başladı diyebilirim. Bir meyve sandığından kitaplık yapmıştım kendime. O kitaplıktan üç-beş kitap hâlâ durur kütüphanemde. Mesela İsmail Hami Danişmend’in Eski Türk Seciye ve Ahlakı gibi kitapları… Hep kütüphanem oldu benim. Lise yıllarında yüz elli-iki yüz civarında kitabım vardı. Zaman içinde dört ev dolduracak kadar kitap birikti. Kütüphanelere bağışladım. Kitap fetişisti değilim, işime yaramayacak kitapları hapsetmektense bağışlamayı, o kitaplardan faydalanacak olanlara hediye etmeyi tercih ederim. Zaten bir süre sonra koyacak yer bulamaz hale geliyorsunuz.

Sanat değeri taşıyan, nadir kitaplar hiç ilginizi çekmedi mi?

Çekmez olur mu? Kütüphanemde çok sayıda nadide kitap da var. Fakat nadide kitap, imzalı kitap vesaire toplamak için özel bir gayret sarf ettiğimi söyleyemem. Genellikle çalıştığım mevzularla ilgili kitap ve malzeme toplarım. Nadir kitap kovalarsam, bütün dikkatimi buna hasredersem ne zaman yazacağım? O ayrı bir iş. Bir yere varmak istiyorsanız kendinizi ona odaklayacaksınız.

Beşir Ayvazoğlu imza

Kütüphanenizde hangi alanlarda kitap var?

Edebiyat, felsefe, sanat tarihi, estetik, müzik, kitap kültürü, sahaflık, gastronomi, etnografya, masal, siyasi tarih, kültür tarihi… Hâşim, Refik Halit, Cemil Meriç, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Nâzım Hikmet gibi bir dönemin şair ve yazarları kütüphanemde külliyat halindedir. Asaf Halet, Abdülhak Şinasi Hisar, Nurullah Ataç, Kemal Tahir ve daha niceleri… Ciddi bir hatırat koleksiyonum da var.

Şiir?

Elbette… Belli başlı bütün şairlerin kitapları sürekli elimin altındadır.

Yıllar içinde şekillenmiş, defalarca dolup boşalmış kütüphaneler sahipleri hakkında ne söyler?

Kütüphane bir nevi otobiyografidir. Zaman içinde oluşur. Gerçek manada şahsi kütüphane oluncaya kadar bir macera yaşanır. Şahsiyetiniz ve ilgi alanlarınız birlikte şekillenir. Bir zamanlar gelişigüzel aldığınız kitaplar zaman içinde eleniyor. Kütüphaneniz zamanla sizin şahsiyetinizi, meraklarınızı, dünya görüşünüzü yansıtan bir aynaya dönüşüyor. Herhangi bir şahsi kütüphanede biraz vakit geçiriniz, sahibi hakkında yığınla bilgi edinirsiniz. O meşhur sözü, “Bana kütüphaneni göster, sana kim olduğunu söyleyeyim,” diye değiştirebilirsiniz. Tamamen sahibini yansıtan bir aynadır kütüphane. Ben, kütüphanemden uzaklaşınca kendimi sudan çıkmış balık gibi hissediyorum.

Kütüphane otobiyografidir dediniz ve siz bir biyografi yazarısınız. Sizin kaleminizden bir otobiyografi okur muyuz?

İnsanın kendinden bahsetmesi zor. Kitaplarım benim otobiyografim sayılır. Geceleyin Dersaadet’in giriş kısmında anlattığım Sivas geceleri, biyografimden bir parçadır. Hatırat metni niteliğinde epeyce yazım var. Tanıştığım ve portrelerini yazdığım insanlara dair metinlerin her biri aynı zamanda birer hatırat metni. Belki otobiyografi de yazarım. Epeyce metin var elimde. Ama unutmamak lazım ki yazar kendisini kendi istediği gibi yazar. Öteki türlüsü mümkün değil. Bütün hatırat kitapları bir çeşit kendi hayatını yeniden inşadır. Bazı romanlara bile öyle bakıyorum ben. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bir cümlesi var. “Biz, geçmişi sürekli güzelleştirmekten ve yaşayabileceğimiz bir iklim yaratmaktan başka ne yaparız?” diyor. Tanpınar’ın birçok romanında aslında yaşayamadığı şeyleri kahramanına yaşatıyormuş intibaı uyanır bende. Beş Şehir’de Erzurum, Bursa, Ankara hakkında öyle şeyler yazıyor ki Darülfünun’dan mezun olup öğretmen olarak hayata atılmış bir delikanlının o tarihte öyle düşünmesi, anlattığı şeyleri bilmesi imkânsız. Yıllar sonra bütün birikimini aktararak, sanki o tarihte de öyle düşünüyormuş gibi anlatıyor. Kendi geçmişini yeniden inşa ediyor. Hatırat kitapları da öyledir. Ben çoğu hatıratın açıklamak için değil, saklamak için yazıldığını düşünürüm. Birer müdafaanamedir hatıratlar. Hafıza da tuhaf bir mekanizmadır zaten. Yaşamadığı şeyi yaşamış gibi düşünür ve zaman içerisinde gerçekten ona inanmaya başlar. Dolayısıyla biyografi yazarlarının hatırat kitaplarına böyle bakması gerekir. Mektuplar ve eğer yayınlanmak amacıyla yazılmamışsa, günlükler daha güvenilirdir. Ben de yayınlamak amacıyla hatırat yazmaya kalksam, ifşa etmek istemediğim şeyleri kayda geçirmem. Bunu bildiğim için yazdığım metinlerde bu tür malzemeyi mümkün olduğunca başka metinlerle karşılaştırarak doğruladıktan sonra kullanmaya çalışıyorum. Ama neticede yaptığınız her şey bir inşadır. Bir insanın hayatını bütün yönleriyle anlamak, yazmak mümkün değil. Tarih yazıcılığı da farklı değildir. Yeni belgelere, bilgilere ulaştıkça daha önce inşa ettiğiniz metni restore etmeniz, hatta yeniden inşa etmeniz gerekebilir. Bu sebeplerle her nesil tarihi yeniden yazmak zorundadır. Emek isteyen işler bunlar. Yazı tecrübesi de lazım. Bilgiyi yığmakla yazmak farklı şeyler.

Şu anda masada ne var, ne yazıyorsunuz?

Birtakım projelerim var ama biraz zaman lazım. Son kitap yeni bitti. Oraya buraya o kadar çok şey yazmak zorunda kalıyorum ki, zaman da kalmıyor. Son bir ayda, bir araya getirsen kitap olacak çapta dört beş makale yazdım. Bazen öyle bir hale geliyorum ki bilgisayarım, odam kovuyor beni. Kaçıyorum. Hiçbir şey yapmadan sabahtan akşama kadar beklediğim oluyor bazen.

Böyle zamanlarda rahatlamak için ne yapıyorsunuz?

Musiki dinliyorum. Epeyce zengin bir DVD koleksiyonum var. Zaman zaman resim de yapıyor, iyi film bulabilirsem seyrediyorum. Bazen çıkıp dolaşıyorum. Bütün Boğaz hattını, özellikle Üsküdar’ı çok severim. Çok iyi bildiğim, yazdığım Beyazıt, Sultanahmet, Divanyolu, Aksaray, Fatih civarında sokaklara dalıp keşiflerde bulunmak da çok hoşuma gidiyor.

Yazdıklarınızı konuştuk peki şu aralar ne okuyorsunuz?

Yakınlarda Ahmet Yaşar Ocak’ın Kâinatın Görünmez Yöneticileri’ni okudum. Çok enteresan bir kitap. Şu sıralar Şule Gürbüz’ün yeni romanı Kıyamet Emeklisi’ni ve Feridun Emecen’in Kanuni Sultan Süleyman biyografisini okuyorum. Bunlar haricinde okuduklarım, çalıştığım konularla ilgili kitaplar…

Söyleşi: Ayşe Adlı
Fotoğraflar: Bahtiyar İstekli
İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.

KAYNAK: https://www.nadirkitap.com/besir-ayvazoglu-roportaji-blog67.html