İsmail Beğ GASPIRALI: “Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvâzene”

“Avrupa Medeniyetine

Bir Nazar-ı Muvâzene”

-İsmail Beğ Gaspıralı’nın r.1302/m.1886-1887 yılında İstanbul’da Ebüzziya matbaasında basılmış olan bu risalesi, Prof. Dr. Mehmed Kaplan tarafından sadeleştirilerek Türk Kültürü dergisinde yayınlanmıştır.-

 

ÖNSÖZ

Zamanımızda Avrupa medeniyeti dünyanın her tarafına yayılma yo­lundadır. Zamanımızdaki bir çok İslâm ülkesi de Batı medeniyeti arzu­sunda bulunarak ilerleme yoluna girmiştir. Zamanımızdaki İslâmlar ara­sında bilgili insanlar çoğalıyor- ve medeniyeti yayma hususunda teşvik­ler artıyor. Bu medeniyeti yoklamak, tartmak ve ne olduğunu bilmek en gerekli şeylerdir, değil mi?

Bilhassa bu medeniyete İslâmlar dikkat etmeli ki, İslâm dini mede­niyet kaynağı ise de Avrupa medeniyeti ile kaynaşması nasıl olacak?.. Bu Avrupa medeniyeti umumî (yegâne, bütün insanlığa uygun) bir me­deniyet mi?

İslav kavminin Pan-islavcı fikirlileri Avrupa medeniyetinin İslav kavmine her yönden uygun olmadığı görüşünde olduklarını ilân ediyorlar.

İslavlara her yönden istek ve düşünce bakımından uygun olmayan medeniyetin İslâmlarca daha ziyâde tehlikeli olacağı ileri sürülemez mi?

İşte bundan dolayı bu konunun tartışılmasına lüzum görülmüştür. Niyetim hallolunmuş bir meseleyi ortaya koymak değildir. Âcizlerinin bu kadar kuvveti yoktur. Fakat mühim bir meseleyi az da çok da olsa, tartışmak elimizden gelirse, bizce büyük bir hizmet görülmüş olur.

“Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvâzene”

TARTIŞMA

Avrupa medeniyeti veya başka bir deyimle Hristiyan medeniyeti adı ile tanınmış olan yaşayış tarzı insanlık nev’i için umumî bir mede­niyet midir? O bütün kavimler ve zamanlar için geçerli bir sistem mi­dir? Akıl, fikir, anlayış ve insanlık ahlâkının son sözü, en son meyvesi bu medeniyet midir? Avrupalıların inancına göre — “Evet, böyledir!”

Onların itikadına göre bu medeniyet bütün âlemi ve çeşitli kavimleri ışıklı dairesine çekecek ve kendisine uyduracak bir kuvvet ve yaşayış tarzı imiş… Şöyle ki, Avrupa tarihçileri, politikacıları ve edebiyatçılarının ço­ğu bugünkü medeniyete bu gözle baktıkları gibi, ticaret ehli ve bâzan onların ardına düşüp hareket eden top ve tüfek ve süngü erbâbı da bu inanışı savunuyorlar! İngiliz kumaşları, Fransız şarapları, Alman pey­nirleri Avrupa dışında nereye giderse hep bu medeniyeti yayma gaye­sini güttüğü gibi, Hind’de, Çin’de, Afrika’da, Amerika’da top fitilleyen nefer de medeniyet ve insanlığın şeref ve geleceği uğruna ateş ve kan püskürdüğüne kesinlikle inanmıştır! Şu kadar var ki, Avrupalılar tar­zında yaşamayan başka kavimleri kendi medeniyet dâirelerine çekmek ve kandırmak için insanlık haklarım inkâra kadar gidiyorlar. Çünkü şu mazlûmların zorlayıcı davranış ve haklarının yok edilmesinden çekecek­leri mihnet ve zahmetin ilerde medeniyet dairesine girdikten sonra nâil olacakları saadet ile katar katar telâfi edileceğine inanıyorlar! Ama ha­kikat bu mudur? Avrupa medeniyeti veya Hristiyan medeniyeti dışında insanoğluna rahat ve saâdet yok mudur? Daha açık bir deyişle, bu me­deniyet gerçekten insanlığı saadete kavuşturan bir medeniyet midir?

Dünyanın en parlak ülkesindeki yaşayış tarzına karşı aksini düşün­mek her ne kadar zor ve bir nev’i delilik sayılmak gerekir ise de, fikir hürriyetine dayanarak şunu söyleyebilirim ki, Avrupa medeniyetinin v saadet verici olduğuna ve ondan başka bir medeniyet olamayacağı id­diasına asla inanmıyorum. Eğer insanlığın görüp göreceği son yaşayış tarzı ve son medeniyet bu ise, insanlar çok talihsiz imişler! Eğer bu me­deniyetten daha iyi ve parlak bir medeniyet meydana gelmeyecek ise, insanoğlu rahat ve saadet, sevgi ve hakkaniyet göremeyecek bir mah­lûk imiş!

Şu söylediğimizden, bahis konusu medeniyet sâyesinde meydana ge­len keşif ve icatların, mekanik ve teknik ilerlemenin faydalarım inkâr ettiğimiz anlaşılmasın! Hayır, çağımızda demirlerin yağ gibi eritildiğini, çeliklerin ağaç gibi doğrandığını, telgraf ve telefonun haberleşmede, va­pur ve demiryollarının taşıma ve ticarette faydalı olduğunu biliyoruz.

Fakat meyveleri bunlardan ibaret ise, Avrupa medeniyetinin yegâne ve en iyi medeniyet olduğuna inanmıyoruz. Avrupa ve Hristiyan medeniye­ti, bildiğimiz doğru ise, eski komedyanın tâze bir perdesidir. Yani yeni7 bir medeniyet değil, eski medeniyetlerin sonudur. Yeni medeniyet (medeniyet-i cedide) ilerdedir. Her ne kadar bu medeniyetin eskilerden doğ­duğunu Avrupa yazarları inkâr, etmiyor ise de, Avrupa medeniyetinin yegâne bir medeniyet olduğunda hepsi sözbirliği ediyorlar. Buna râzı olamıyorum. Yunan ve Roma medeniyetlerinde görülen esaslar Avrupa medeniyetine de esas olmuştur. Esas bir olunca medeniyet başka olamaz. Ancak rengi, örneği başka olabilir. Gerçekte Avrupa medeniyetinin özü yeni ve başlıca değil ise de, rengi, tüyü tüsü yenidir. Bunu inkâr etmi­yorum…

Konuşmanın ilerisine dalmazdan önce “medeniyet”in ne olduğunu kararlaştıralım. “Medenî” kelimesinin şehirli, “medeniyet”in de “şehirlilik” mânâsına geldiği mâlûmdur. Şehirli bir insan köyde ve kırda yaşayan bedevî bir insandan daha rahat, daha emniyetli, daha güvenli ve ihtiyat­lıca yaşayabileceğinden, “medeniyet” sözünden insanların rahat, selâmet ve emniyet içinde bulundukları bir usul ve yaşayış tarzı mânâsı çıkarı­labilir. Buna göre, bir medeniyet sâyesinde insanlar umumiyetle ne de­rece rahat ve emin yaşarlarsa, o medeniyetin derecesi daha ileri demek­tir. Biz medeniyetin parlaklığını, büyük köyler, kiliseler, kaleler, fabri­kalar, rovelver ve toplarla ölçenlerden değiliz. Medeniyetin ölçüsü her­kesin ondan istifadesidir. Başka ölçü kabul edemiyorum.

Mısır medeniyetinden kalmış piramitler, dikilitaşlar, bir adamın nef­sine ve keyfine milyonlarca âdemoğlunun esir olduğuna delâlet ederler.

Bir şehre ve bir şehrin yalnız önde gelenlerine yarayan, geri kalan­ların hepsi onlara esir olan Yunan ve Roma medeniyetleri de hukuktan nasiplerini almamış bulunuyorlar.

Güzel san’atlar, filozoflar, şâirler ve bunca büyük binalar, falanlar… denilirse, evet bunları inkâr etmiyorum. Yunanlıların ve Romalıların insanlığa hizmetleri olmadı, demiyorum. Fakat medeniyetleri eksik bir medeniyetti. Belki onbin insanın emeğinden bir tek insan istifade ediyordu. Onbin adam hukuk dışında, rahat yüzü görmez, mihnet ve hakaretten kurtulmaz bir halde tutuluyor, biri rahatça yaşıyordu, diyorum ve böyle bir usul ve yaşayış tarzına hiç de hoş bir bakışla bakamıyorum. Av­rupa medeniyeti ise bu medeniyetlerden doğdu. Bunlardan daha yüksek ve parlak ise de, esas itibariyle bunlar bir medeniyet olduğundan, ayni noksanlığı hâizdirler. Romalılar nasıl esir etleri ile havuzlarda beslenmiş balığa doymadan yıkıldılarsa, bunların oğulları olan Avrupalılar da bü­tün dünyanın meyvelerine doyamıyorlar! Kısacası, bugünkü medeniyet, Avrupalıların da dedikleri gibi, yeni bir medeniyet değildir. Eski yaşayış tarzının başka bir şeklidir. Eski bir hikâyenin son sayfasıdır.

Bu dediğime karşı iki türlü itiraz olunabilecektir: Her ne kadar Avrupa medeniyeti eski medeniyetlerden doğmuş ise de, onlarda bulun­mayan bir ruh ile taze can bulmuştur! Bu da Hıristiyanlıktır, deniliyor. Evet! Avrupa medeniyeti Hristiyanlık ile yanyana devam etmiştir. Velâkin Hristiyanlık insanların hayatına ve birbiri ile olan muamelesine ta­ze bir esas getirebilmiş mi? Getirebilmiş ise medeniyet taze bir medeni­yet olmuş olur. Hristiyanlığın başlangıcı insan tabiatına aykırı bir hayli ahlâk kaidesinden ibarettir. Sonradan bu kaideleri yayanlar kilise bey­liği teşkil ederek, değil eski medeniyete tâze can ve esas vermek, ken­dileri eskilerin yaşayış tarzlarına uydular. Tarih ve hadiseler şahidimdir.

Roma zâdegânı yerine baronlar, şövalyeler ve şato sahipleri geldiği gibi rahipler yerine kilise erbabı yerleşti. Umumun ise, Roma medeni­yetinin yıkılarak Avrupa’nın güya yeni medeniyetinin doğduğundan hiç haberi olmadı. Yine eski hukuksuzluk, bahtsızlık, kararsız mihnet ve zahmetten umum kurtulamadı. Aletler, usuller, örnekler değişti, velâkin netice ve semere eski halinde kaldı.

Bir de deniliyor ki: “Evet, Avrupa’nın şimdiki medeniyeti, eksik bir medeniyettir. Fakat tabiatıyla geçen zaman ile düşünce ve ahlâkın iler­lemesi sayesinde eski medeniyetlerden aldığı bazı esaslardan vazgeçerek parlak bir seviyeye ulaşır.” Evet, aksak yanlarını bırakır, yeni bir temel üzerine kurulursa bu medeniyet kemâlini bulur ama, buna taze medeni­yet denilir ise de Avrupa veya Hristiyan medeniyeti denilmez. Bu meşhurenin nâmı ve zamanı geçmiş olur. Benim dediğim de bu.

Çok ertelere dalmayalım. Avrupa’nın medenî hâli ne idi ve şimdi ne­dir? Pek çok resimlerle gözlerimizi, pek çok vâkıalarla zihnimizi bozmaya hâcet görmüyorum. Avrupa’nın hangi bir tarafına bakılırsa koca bil’ vilâyet ve bir milyon ahâli zulme duçar, bir dük ve beş baron ve onbeş şövalye ve kırk papaza esir ve hakkı olmayan hayvan gibi onlara âlet ve geçim vâsıtası değil mi? Ve bu da tâze medeniyete tâze can veren Hristiyanlığın en parlak, en güçlü, en nüfuzlu zamanında değil mi?

Gelelim bugüne: Bu ondokuzuncu ve meşhur asra ki, sâyesinde kıt’alar ayrılıp deryalar deryalara katıldı. Gökyüzüne değmiş dağlar açılıp insanoğluna yol verdiler. Gelelim bu-asra… Maksadımız ondokuzuncu as­rın tarihini yazmak değil, medeniyet eserlerine bir göz atmaktır.

***

Buyurun, ister Paris’e, ister Londra’ya, ister diğer bir medeniyet merkezi olan şehrin birine fikren seyâhat edelim. Meselâ Londra’ya var­mış olalım. Londra’da ne göreceğiz? Dağlar gibi beş altı kat taştan bi­naları mı? Büyük demir köprüleri mi? Yer dibinden, Thames nehri al­tından yapılmış demiryollarını mı? Beş, on bin amele çalıştıran fabri­kaları mı? Hükümdar sarayları gibi olan okulları mı? Dünyaya siyaset ve adalet örneği sayılmış parlamentoyu mu? Hayır, yalnız bunlara, bu apaçık medeniyet eserlerine dikkat edersek ve bu hayatın içyüzüne dik­kat etmezsek bir şey anlayamayız. Ancak kudretlerine, akıllarına şaşıp kalacağız. Yaşayışın içyüzüne dikkat edelim. İşte beş yüz bin liralık bir taş bina… Yalnız içersini süsleyen mermeri, ipeği, billuru, çinisi, fağfuru akçaya çevrilirse Doğu ticaretine büyük bir sermaye olabilir. Bu bina bir adamındır. Zeminden yukarda bir âile oturuyor. Üç beş adamdan ibaret bu âilenin akşam yemeğinden sonra sofrasına taşınan nâdir mey­venin ve içkilerin değeri olan para ile Doğu ülkelerinde on âile on gün rahat geçinebilir. Servet böyle toplanmış, geçim böyle bollanmış. Bu me­deniyete uymamak mümkün mü?

Şu binanın zemin katından aşağısına da bir bakalım. Üç beş ayak merdiven ile indik. Odalar insan dolu. Pen­cereler tavan dibinde. Duvar rutubetli, yerden de rutubet geliyor. Hava yok gibi… Kokudan, insan terinden burnunuz varacak yer bulamaz, ses­ten, gürültüden kulaklar sağır olur. Gördüğünüz pislikten, işittiğiniz edepsizlikten vicdan ayağa kalkar. Ufakça bir oda, sekiz on adam hapsolunmuş gibi, kadın, kız, yaşlı genç, halsiz, sarhoş, ağlayan, gülen hep bir yerde, birbirini görmez ve işitmez gibi yaşamaktadırlar. Bunların değil evleri, bir odaları bile yoktur. Bir odada ancak kiralanmış bir ya­tak yerleri vardır. Yatak da kendilerinin değildir. Oturdukları, yattık­ları yer kira iledir. Bir kazana, bir çanağa sahip değillerdir. Yedikleri lokantadan, içtikleri tavernadan, meyhanedendir. Alem yanarsa hakika­ten bir hasırı yanmayacak olanlar bunlardır.

Şu milyonluk binanın üç, beş katı bir âileye mekân olup, yer aşa­ğısı, alt katı bir iki yüz insana mekân ve istirahat yeridir! Yukarı katta oturan âile bir kaymakamlık kadar mülke, beş on milyonluk servete mâ­lik! Aşağı katta yüz, iki yüz kendi cinsinin başım koymaya bir yastığı, örtünmeye bir yorganı, su içmeye bir bardağı yoktur! Yukardaki aile yüz yıl hiç bir iş yapmadan yeyip içse malı tükenmez, aşağı katta yüz adam iki üç gün iş bulmazsa ne itibarı kalır, ne yiyeceği!

Buyurun, büyük bir fabrikaya girelim: Üç, beş yüz at kuvvetinde olan bir buhar makinası üç, beş yüz çeşitli âleti hareket ettiriyor. Üç beş bin amele sabahtan akşama kadar azdan on, on iki saat hüner ve kuv­vetlerini, sabır ve gayretlerini ortaya koyup çalışıyorlar. Üretilen mal nerde ise bir kasabayı kaldırır gibi büyük vapurlarla dünyanın her ta­rafına taşınıyor ve satılıyor. Fabrikanın hesap defterini tutanlar, büyük bir devlet dâiresindeki memurlardan çoktur! işte bu fabrika ki öz başı­na ufacık bir âlemdir, ufacık bir medeniyet topluluğudur, bunca hüner ve çalışma semeresiyle hâsıl olan neticeden o topluluğu teşkil edenlerin istifadesi nedir? Rahat yaşamak, gereğince yeyip içmek, ailesi ile be­raber ferah ve zevk içinde olmak, yaşlılıkta yoksulluk ve muhtaçlık çek­memek, öyle mi? Hayır fabrikanın çalışma meyvesinden bir âile veya üç, beş aileden mürekkeb bir kumpanya faydalanır. Kalan üç, beş bin in­san tıpkı hayvan gibi boğaz tokluğuna hizmet eder. Rahat nerede ki, ancak tabiî bir uyku için vakitleri kalır! Bir saat fazla uyursa o gün karnı doymaz. Ferah nerede ki, işten ve açlıktan çoluğu çocuğu göz açamaz! ihtiyarlıkta yoksulluk nerede ki, diri ve sağ vaktinde beş gün işsiz kalırsa beş aya kadar hesabını bulamaz!

Bir iki sene Amerika’dan pamuk, Avustralya’dan yün gelmezse ve­ya Hindistan ahâlisinin İngiliz mallarını almaya gücü ve ihtiyacı olmazsa, biliriz ki medeniyet merkezi ve yeryüzünün güneşi ne hâle gelecektir; Yedi sekiz milyon fabrika işçisi, iki üç milyon kömür işçisi, bunların sâyesinde yaşayan beş on milyon başka işçi yersiz ve aç kalacaktır. Londra’­nın, Birmingham’ın, Mançester’in ve başka şehirlerin o büyük binaları ve koca koca sarayları kapı pencere kapatarak bu biçarelerin hiç birini içe­riye almayacaktır!

Her ne sebepten olursa olsun, makine ocakları bir iki sene tütmez­se, otuz İngiliz’den yirmidokuzu yastığı bırakıp başını taşa koymaya ve yorgan bulamayıp kamış yaprak örtmeye ve âlemin sofralarından çe­kilip ağızlarını havaya açmaya mecbur olacaklardır. Yirmidokuzu bu halde iken otuzuncu kardeşleri bunca mal ve emlâk ve para toplamıştır ki bunları hayli vakit doyurmaya muktedirdir… Peki onlar esir midirler? Esir olsalardı işler daha iyi, daha şerefli ve daha kolay olmaz mıydı?

Devlet ve milleti idâre usulünün en akıllısı, en parlağı, en adâletlisi sayılan Parlamentoya girelim: Parlamentonun elinden gelen iş ve adâletin yalnızca hükümdarlardan sâdır olduğu çok görülmüştür. Ve bâzı parlamentoların zulmünün cihanın belâsı olan cihangirlerin adım unut­turduğu görülmüştür. En meşhur parlamento, İngiliz parlamentosu de­ğil mi? Şu parlamentonun yüce fikri ve toplanma gayesi elli milyon sâir kavmi otuz milyon İngiliz’e ve hepsini bir arada bir milyon kadar asilzade ve zenginin rahat ve keyfine âlet etmekten ibaret değil midir?

Buyurun üniversitelerinden birine girelim: Neler okutulmuyor! Akıl dışı gibi… O ne olgunluk, o ne anlayış, o ne fikir! Firavunların nizâmnâ­melerinden asır asır Mösyö Gladston’un bâzı tekliflerine gelinceye kadar hukuk ilmini ezberlemiş olan avukatlar, bin atın kuvveti yetişmeyecek işi bir yük yer kömürüne işleten makineciler, beş on gram ecza ile koca dağı havaya uçuracak kimyagerler, denizler üstüne köprü kuracak ) mühendisler bu ilim ve fen yurtlarında yetişiyorlar. Onlara hayran olmamak mümkün mü? Evet! Avrupa’nın üniversiteleri ve diğer terbiye müesseseleri gerçekten hayret vericidir. Fakat bunca fen ve dünyanın bü­tün ilimlerinin öğretilip de insan için en gerekli ve çeşitli ilimlerin en şe­reflisi olan bir ilmin görüş dairesinin ve öğretimin dışında bırakılmasına daha çok şaşıyorum. Bu ilim, bir kaç bin yıldan beri çökmüş olan, sü­rüklenerek bugüne kadar gelen Avrupa medeniyetinin tanımadığı “ahlâk ve tam hakkaniyet”ten bahseden yüksek ilimdir.

Avrupa’nın her ne­resi olursa olsun, dış görünüşünün parlaklığı pek çok kimseyi aldatabi­lir. Zannedersin ki terbiye ve rahat, zevk ve nezaket, adâlet ve bahtiyar­lık dünyanın her tarafından kalkmış da yalnız buraya toplanmış! Hey­hat! Parlak olmasına parlak ama, parlayan eşyanın hepsi altın ve gü­müş değildir. Bir terazi alalım da Avrupa’da göreceklerimizi tartalım: Hesaba ve çekiye gelir mi acaba? Roçild gibi on, onbeş adamın yüz milyonlarla servetine mi şaşalım? On, onbeş milyon ahalinin ölümlük iki arşın toprağı olmadığına mı şaşalım? Londralı bir leydinin, Parisli bir hanımın terbiye, letafet ve nezaketine mi hayran olalım? Londra ve Pa­ris caddelerinde vücut ve ırzını satılığa çıkaran (deftere kayıtlı) yüzelli bin fâhişe hanımlara mı dikkat edelim ? Bir ineklerinin bizim on inek ka­dar süt verdiğine mi âferin diyelim? Yüzde doksan dokuzunun bir ineğe sahip olamadıklarından mı ibret alalım? Milyonlar sarf ederek dünyanın her tarafında Hristiyanlık propagandası yapılışına mı bakalım? Av­rupa’nın içinde, kilise ve İncil’e iman kalmadığına mı hayran olalım? Güya insan hürriyeti adına yaptıkları savaşları mı seyr edelim? Alsas-Lören’in biçare bakire kızlarının Paris’de elli franga kadar satılmış oldu­ğunu mu insaf terazisine vuralım?..

Kısacası bir bakıma Avrupalının hayat ve medeniyeti gayet süslü, ziynetli ve güzel bir kadına benziyor. Fakat biraz dikkât edince fark edi­yorsunuz ki bu kadının dişleri uydurma, saçları takma, o dolu dolu göğüsleri kabartma pamuk… Ve bir de o canfes elbiseler soyulunca yara­lardan ve dikişlerden geçilmiyor.

Avrupa’nın yaşayış tarzının ve medeniyet şeklinin aksak ve çürük esaslara dayandığı Avrupa’da dahi pek çok kimse tarafından biliniyor. Bu yaşayış tarzının insan aklının ve insafının son yapısı olmadığı gün­den güne sür’atlice anlaşılıyor. Kırk, elli yıl önce bu medeniyetten yüz çeviren yüzde bir, iki ise bugün hemen hemen yüzde otuz vardır! Bun­lar herşeyin değiştirilmesini isteyen çeşitli partilere mensup sosyalistler­dir. Sosyalistlerin düşünceleri az veya çok herkesçe bilinir, zannederim. Maksadımız sosyalizmin fikirlerini tenkit ve ölçmek değil, ancak aslı esası hakkında burada bir iki söz söylemekten ibarettir.

Avrupa’da sosyalist tâbiri türlü türlüdür. Bizce sosyalistler demek, Avrupa’nın şimdiki yaşayış tarzından ve medeniyetinden bütün bütün ümit keserek yeniden ve yeni esaslar üzerine yeni bir medeniyet kurmak düşüncesinde olanlardır. Bunların fikirlerine göre tam değişikliklere ve inkılâplara lüzum vardır. Mülkiyet, miras, âile, sermaye hakları ve sair esaslar üzerinde düşünerek mülk, mal, ticaret, sermaye, iş, hatta kadın ve çocuğun müşterek olmasını istiyorlar. Bu yol ile herkes işinden, ça­lışmasından eşit derecede istifade edecek ve dünya lezzetlerinden mah­rum kalmayacak imiş! Kiminde çok çok, kiminde hiç yok olmayacak imiş!

Sosyalizm fikirlerine dair Avrupa edebiyatında pek çok eser vardır. Owen, Fourier, Saint-Simon ve başkaları koca kitap dolusu tasavvur ve sistemlerini anlatmışlardır. Şöyle ki, bunların yazdıkları güya uygulanır­sa dünyada hiç bir bahtsız kalmayacak, insanlar eşit derecede umumen çalışacak, rahat görecek, safa ve zevk edecek. Dünyadan herkes bir de­recede istifade edecek vesâire vesâire… Sosyalizme dair ileri sürülen bu fikirlerin ahlâk dışı bir takım hayallerden ibaret olduğunu söylemeye bilmem lüzum var mı? Zannetmem. Eski usulü bırakacak olan sosyalistler sudan kaçıp ateşe uğrayanlara benziyorlar. Tam eşitlik imiş! Maddî ve mânevî. İnsanlar yaratıldıkta eşit yaratılmıyorlar ki! Bazısında kuvvet, bâzılarında zihin ziyade oluyor. Miras olmayacak imiş! Ne demek? Baba nefsinden esirgeyerek çocuklarına bir şeyler toplayacak, fakat bu orta­ya konularak herkese paylaştırılacak! Bunun eşitlik ve adâlet neresinde? Ama âile de olmayacak, baba çocuklarını, çocuklar babalarını tanımaya­cak, o zaman mirâsa ne hâcet? Sözün kısası, ülke ve insan topluluğu bir kışlaya dönecek, ahâli boru ile kalkacak, boru ile işe güce gidecek, boru ile umumî sofraya çağrılacak, boru ile zevk ve safâ edecek, boru ile birer kadın alarak istirahata çekilecek… Aferin sosyalistler! Ne iyi bir mede­niyet, ne iyi bir yaşayış tarzı kuracak imişsiniz!

Sosyalistlerin fikirlerinden ziyâde dikkat olunacak şey, bunların Av­rupa’nın her yerinde çokluğu ve taraftarlarının günden güne çoğalmasıdır. Milyonlarca köylü ve şehirli işçi, hep sosyalizme meyl ediyorlar. Zannolunmasın ki, sosyalizmin bâtıl fikirleri vaktiyle red ve def’ olunur. Bu fikirlerin meydana çıkmasının sebebi durdukça, bu fikirler sönmek şöyle dursun, günden güne meydan alacaklardır. Tabiidir ki bir insan halinden hoşnud olmazsa ve hâlinin perişanlığının etrafın zulmünden geldiğine ina­nırsa, durumunu değiştirmekten başka fikri ve isteği olmayacaktır. Av­rupa’nın şimdiki medeniyeti ve yaşayış tarzı, bir adamı güldürüp mesut ettiği, yüz adamı ağlatıp nahoş ettiği müddetçe sosyalizme ölüm yoktur.

Avrupa’da ve belki cihanda bu mesele en büyük meseledir. Müthiş inkılâplar sosyalizm yüzünden gelecektir. Otuz yıllık muhârebeler, Fran­sız Büyük inkılâbı müthiş sosyalizm inkılâpları karşısında oyuncak de­recesinde kalacaktır. Avrupa’nın istikbaline karşı toplanmakta olan bü­yük belâ budur. Avrupa medeniyeti sosyalizm dalgalan içine gömülecek­tir. Avrupa’nın sömürgelere aşk ve muhabbeti bu derdin zorundan; vahşilere ve yan medenîlere karşı hamiyetinden değil ya!

İstatistik ilmi her ne kadar ilerlemiş ise de daha çok noksanlı bir ilimdir. Velâkin Avrupa’da ne kadar sermâye ve mal sahibi olduğu ve ne kadar işsiz ve mekânsız amele bulunduğu, halinden hoşnud ve nahoş olan­lar ile olmayanlar, sosyalistler ile sosyalist olmayanlar hesap edilebilsey­di ve bunların yıl yıl değişmesi bilinseydi, Avrupa’nın kaç yıl sonra bü­yük inkilâplara uğrayacağı kolayca hesap olunurdu.

Geçmiş asırların karanlık deryasına dalarak insanlığı bugüne kadar gözden geçirirsek, insanların birbirleriyle, cemiyetin cemiyetle, kavmin kavimle muamelesinin hep bir esas üzerine kurulmuş olduğunu görürüz, insanları, cemiyetleri, hey’etleri hareket ettiren nedir? Hareketten maksad nedir? Akşam sabah gönlümüzü, aklımızı istilâ eden nedir? Bana göre (şahsî menfaat ve faydadan) hiç birisi değil. Eski Yunanlı, yeni Avrupalı, Atina Cumhuriyeti, Belçika kraliyeti hep bir maksada hizmet edi­yorlar? Hareket sebepleri, davranış esasları birdir. Bu da fayda, fayda ve faydadır. Herkes maddî ve mânevî faydasını arıyor, ona çalışıyor, ona çabalıyor, Ahlâk, terbiye, hukuk hep bu umumî meslek üzerine kurul­muştur. Dünyaya ne için geldin? Ne için yaşıyorum? Özüm için! Niçin okuyorsun? öz faydam için! Ne istiyorsun? Faydalanmak! Ne arıyorsun? Fayda! Bu gayret neye? Faydam için! işte insanları hareket ettiren hep faydadır, başka bir şey değil. Evet yaşamanın gayesi, hareketin sebebi ve insanlar arasındaki muamele faydadan başka bir isteğe bağlanamaz.

İngiltere’nin ve belki zamanımızın büyük yazarlarından John Stuart Mill, “Utilitarizm” başlığı ile yazdığı bir risâlede bu meseleyi tartışıyor. “Utilitarizm”, (Faydacılık) demek oluyor. John Stuart Mill’in inancma göre, insanların davranışlarının sebebi ve gayesi olan (Fayda) ahlâk kaidelerine aykırı değildir. Bilâkis akla uygun bir temel duygudur. An­cak herkes kendi faydasını ararken başkasının faydasına zarar ve ziyan vermemek gerekiyor. Saygıdeğer filozof şurasını düşünememiş ki, bir kere insanoğlu “fayda”yı esas alınca ve buna göre hareket edince yal­nız kendi faydasını düşünüyor, diğer insanların faydasını gözetmeye çok vakti kalmıyor. Herkes öz faydasını gözetmeden gözü boşalmıyor ki başkalarının faydasını gözetsin.

Her ne kadar çeşitli âlet ve usul, sanâyi ve ma’rifet sâyesinde Av­rupa medeniyeti hesapsız servet toplanmasına yol açmış ise de bu ser­vetten herkes istifade edemiyor. Bundan dolayı şimdiki medeniyetten nef­ret edenler tabiî olarak o müdhiş sosyalist inkılâpları tasavvur ediyor­lar. Bunun Batı ülkelerini nasıl çok tehlikeli bir duruma düşürdüğünü söyledik.

Batı medeniyeti sâyesinde yaşayan insanların hareketlerinin esası “fayda”dan ibaret olduğu ve bu umumî “faydacılık” kaidesine karşı Av­rupa’nın hemen yarısı olan taze adamların, yani sosyalistlerin insanoğlu­nun en mukaddes ve tabiî hukukları olan âile, mülk, şahsî hürriyet gibi şeyleri inkâra kalkıştıkları malumumuz oldukta, eskilerin bir çıkmaz so­kağa saptıkları gibi, tazelerin de başka bir çıkmaz sokağa saptıkları ben­ce şüphesizdir.

Medenî bir topluluğu teşkil edenlerin bir kısmı ardına önüne bak­madan “Her ne varsa hepsi bizimdir.” dâvasında olursa, geri kalanların, azıcık gözleri açılınca: “Hayır! Durunuz efendiler, öyle değil, her ne varsa hepimizindir, çıkarınız meydana, herkese bölüştüreceğiz!” dâvasında bu­lunacakları tabiîdir.

İşte Avrupa medeniyetinin ondokuzuncu asra yetiştiği esnada mey­dana çıkardığı mesele budur. Çözsünler bakalım! Diğer ülkeler Avrupa’­nın bu halinden ders alabilecekler mi? Almazlarsa Avrupa’nın yakalan­dığı sosyalizm belâsına ilerde onlar da uğrarlar.

Avrupa’dan diğer ülkelere sanâyi ve teknik ile beraber yaşayış tarzları ve kaideleri de taşınacak olursa, şüphe yok, bu yaşayış tarzı Asya’ya da sosyalizmi yayacaktır.        

Yeni bir güzel hayat ne yüzden gelecek ve bu hayat hangi esaslar üzerine kurulacak? İlerleme yoluna girmiş İslâm ülkeleri ve kavimleri geleceklerini hangi örneğe uyduracaklar? Avrupa’nın peşinden giderek sonra da sosyalizm belâlarına uğrayacak isek, yazık gayret ve emeğimi­ze! Okuya okuya “sivilize” olup Frenkler gibi olacağız diyorsak ve mu­kaddes bir hayat gayesi edinemeyecek isek yazık bizlere! İnsanların bir- birleriyle olan münâsebetlerinde “fayda ve faydadan” önce gözetecek ‘ bir şey yok mudur? Vardır. Bu da ‘‘Hakkaniyet*1 tir. İnsanların birbirleriyle olan muâmelesinde “Hakkaniyet”ten evvel gözetilecek bir şey yok­tur. İnsanoğlunun hayatının esası, “Hakkaniyet”ten başka bir şey ola­maz. “Hakkaniyet” üzerine kurulacak bir hayat en temiz hayat olacak­tır. Bu hayatın dâiresinde olan insanlar rahat yaşayabileceklerdir. Çün­kü insanların her hareketi ‘‘Hakkaniyet”e dayanacak olursa zulüm or­tadan kalktığı gibi mazlum da bulunmayacaktır. Nefs ve zulüm meydan­dan çekilince “Hakkaniyet” sayesinde meydana gelen durum ve hayata hangi insan karşı gelebilir ve düşman olabilir?

Eski medeniyetlerin noksanı odur ki, “Hakkaniyet”, hayatın dışın­da bırakılmıştır. Tasavvur edelim ki medenî bir cemiyeti teşkil eden in­sanların hepsi işlerini ve hareketlerini tam “Hakkaniyet”e bağlamış ol­sunlar. “Hakkaniyet”e sığmayan “Fayda”yı bıraksınlar. İnsanlar bir­birinden nâ-râzı, birbirine karşı kıskanç, birbirine emniyetsiz olabilirler mi? Birbirinin varlığına kasdedebilirler mi? Birbiri hakkında kötü niyet ve kötü kasıt meyli kalır mı? Evet, kalmaz! Kimsenin hukukumuz aley­hinde olmadığına kani isem ve kendim kimsenin hakkına tecavüz etme­miş isem kim benden nahoş olacak ve ben kimden nahoş olabilirim? Hiç!

İlim, fen, mekanik, teknik sâyesinde insanlar kolaylıkla yaşamaları için gereken şeyleri toplayabilirler, fakat “Hakkaniyet” dışında bunlar­dan insanoğlu rahat rahat istifade edemez. Çünkü herkes hissesini arttır­maya gayret eder. Kuvveti ziyade olan hissenin ziyadesini kapar ama hakkı ziyade mi bakalım?

Bilmem, düşüncelerimi anlatabiliyor muyum? Fakat bu defa fazla bahsetmeye vakit kalmıyor.

Gelelim bahsimizin neticesine:

Yeni medeniyet “Hakkaniyet” üzerine kurulan bir yaşayış tarzının meyvesi olacaktır. Bu yeni medeniyeti meydana getirmeye İslâmlardan ziyade sermayeye sâhip bir millet görmüyorum. Bu sermayemiz ise “Kur’an”dır ki hükmünün özü “Hakkaniyet”tir. Toprak ve mülk, ser­maye ve fâiz, fert ve cemiyet, ticaret ve kâr, çalışma ve gayret, hayır ve hayrât hakkında öşür ve zekât küllî kaideleri insanları bahtiyar ede­cek hakikatlerdir. Sermâye-mülk-ticaret ve kâr hakkındaki Kur’an kai­deleri Avrupa’ca hukuk ve ahlâka esas tutulabilmiş olsa idi dehşet ve­rici sosyalist fikirlere hemen hemen yer kalmazdı. Çünkü az veya çok herkes mülkten, sermayeden ve çalışmasından istifade ederdi. Servete esir, faize ömrü boyu bir hizmetçi olmazdı ve bunca hoşnutsuzluğa mey­dan açılmazdı.

İslâm hukukunun yüksek derecesini başka bir tasavvur ile daha zi­yade ortaya koyalım: Meselâ ondokuzuncu asrın Avrupa’sı, insanlığın yaşayışı hakkında Kur’an’ın kaidelerini kabul etmiş olsun. İlkin her se­ne hâsıl olan bunca gelirin zekâtı, yâni kırkta biri muhtaçlara tahsis olunacaktır, istatistiğe başvuralım: Kaç milyon eder! İkincisi, milyarlar­ca nakit sermaye ki milyonlarla insanları esir etmiştir. Faizsiz işlemesi lâzım gelecektir. Yani itibarî kuvveti ile insanlara galebe edemeyerek, başka şekle dönüşerek, sadece sahibine değil, pek çok insana faydalı olacaktır. Üçüncüsü, Koca İngiltere dört, beş bin, koca Fransa beş, on bin adamın mülkü olamazdı. Olmuş bulunduğu halde bile bu ülkelerin topra­ğından herkesin istifadesi herkes için daha kolay olurdu.

Artık Avrupa’yı bırakalım. Her ne kadar Avrupalılar kendi dâvâlarına kendileri mümeyyiz olup medeniyetlerinin en üstün ve en son me­deniyet olduğuna hükmederek dünyanın her köşesine yaymak için ceb­re kadar varıyorlar ise de bu merhametin başlıca sebebi marş ile gel­mekte olan haksızlık, açlık ve korkunç inkılâplardır. Bundan böyle ge­leceği temine çalışırken ölçme tartma yolunu tutalım.

Avrupa bir ihti­yardır, tecrübesi çoktur. İhtiyarlığına karşı saygı duyayım. Tecrübesin­den hisse alalım. Fakat hatalarını tekrar etmeyelim. Okullarım, üniversi­telerini bizler de kuralım. Fakat fenlerle akıllarımızın ışıklandırdığımız kadar yürekleri de “Hakkaniyet” ile doldurmaya çalışalım. Avrupa’da ne görürsek çocuk gibi alıp kaçmayalım. Aklı başında insanlar gibi, “Ne­dir? Sonu neye varacak? Vicdan ve hakkaniyete uygun mu?” diye ölçüp tartalım. Avrupa medeniyeti tartışmasız kabul olunabilecek bir şey ol­muş olsaydı, bu medeniyete Avrupa’nın yarısı düşman olmazdı.

Bir daha tekrar ediyorum: Yeni fenlerin, keşiflerin ve -icatların faydalı hizmetlerini inkâr etmiyorum. Ancak İslâm âleminin islâhât ve terakkiye ihtiyacı olduğu bir sırada ölçmeden, tartmadan Avrupa’yı tak­lit etmesini akıllıca bir iş saymıyorum. Rusya Pan-islavistleri Rus âlemi için Avrupa medeniyetinin özlenilmeğe değer bir şey olmayacağım iddia ederlerken İslâm âleminin de kendine göre bir ilerleme yolu ve başlıca bir medeniyet araması lâzım gelmez mi?

(Tercüman gazetesi yazarı Bahçesaraylı Gaspıralı İsmail)

 

***

İLAN

Kırım’da Bahçesaray şehrinde haftada bir defa açık ve sâde Türk dilinde yayınlanmakta olan (Tercüman) adlı gazeteye İstanbul’dan ve Osmanlı vilâyetlerinden abone olacak kimselerin İstanbul’da, Okçularbaşı’nda “Kıraathâne-i Osmanî” müdürü Sarrafian Efendi’ye müracaat eylemeleri.         

(Tercüman) dış ve iç durumlar ile maârif ve edebiyattan bahseder ve Rusya müslümanlarının ilerlemesine mahsus gazetedir. Osmanlı ha­yatına ve basınına dâir muvâzene (tenkit, tartışma) yollu kaleme alın­mış görüşler ve düşünceler tefrika olunacaktır.

Yayınlanmak için lütfen idaremize gönderilecek yazı ve mektuplar olursa açık ve sade türkçe olması lâzım gelir.

(Tercüman) her Cuma yayınlanıp Pazartesi Sivastopol postasıyla İs­tanbul’a yetişecektir. Posta ücreti ile senelik abone bedeli kırk kuruş­tur. Bu Mayıs başından Aralık sonuna kadar otuz kuruştur.

(İmtiyaz sahibi ve yazarı: Gaspıralı İsmail)