Doç. Dr. CAVİT SUNAR: Din Nedir? (1962)

 

DİN NEDİR?

Doç. Dr. CAVİT SUNAR

 

Kavramlarla düşünür, kelimelerle konuşup anlaşırız. Kavramlar muhteva, kelimeler kalıptır, Ne, kelime denen kalıba dökülemiyen bir kavram, ne, kavram denen muhtevadan yoksun bir kelime var sayılabilir. Belli hayat seviyelerinde belli kavramlar doğar, kelimeler meydana gelir. Kültür, bir bakımdan, kullandığı kelimelerin azlığı veya çokluğu ile orantı­lıdır.

Temelde, kavramlar genel, deyim araçları da kelimeler olmakla beraber düşüncelerimizi belli bir kavramdan ziyade o kavramda belli etmek istediğimiz daha belli bir anlam üzerinde toplamak ve bağlamak, o kavramı belli bir maksat için açık ve seçik olarak, dile getirmek iste­diğimiz zaman kullandığımız kelimeler terim adını alırlar. Fakat, kelimeler, temelde bağlı oldukları dış âlemimizden ziyade yüksek duygu ve sezgi âlemi olan iç âlemimizi deyimleme zorunda kaldıkları vakit taşıdıkları gene! kavramlar veyahutta terimler yerlerini kendilerinden daha özel ve daha sınırsızı olanlara bırakmak zorunda kalırlar; bununla beraber yine de bu iç âlemi deyimlemeğe yetersiz olduklarından yüksek heyecanlarla beslenir, hayallerle süs­lenirler. Ancak, kelimelerin, böyle bir deyimde her ne kadar yetersiz de olsalar, gerçek âlem­den aldıkları muhtevalarından kopartılmamaları gerekir. Aksi hâlde, genel olan kavram ve daha belli olan terim iç âlemimize yöneltildiği ve benliğimizden bir şey kavratılmak istendiği nis­pette sırf özel olan heyecan ve hayal âleminin sonsuzluklarında kaybolup gider. Bu yönden, bu beslenme ve süslenme, kelimelerin aslına, yani dış âlemde var olan muhtevasına, mümkün olduğu kadar, gerçek manasına dayanmalıdır. Böyle bir gerçeğe dayandığı müddetçe insanlara yaşama ve ilerleme hamleleri kazandıran bir kaynak, dayanmadığı müddetçe de bir serap olur.

İşte, pek çok insanlarda ve insan topluluklarında, gerçek muhteva ve anlamından bo­şaltılan, yani realiteden kopartılan ve yalnızca özel olan yüksek heyecanlar ve hayallerle şişirilerek görünmez âlemlerde uçurulan kelimelerden biri ve belki de en önemlisi “DİN’ kelimesidir.

Bu makalemizde, bu kelime üzerinde yalnız dil bakımından kısaca duracağız.

Din kelimesi, lugatta “ceza ve ivaz, İslâm, âdet, daimî yağan yağmur, taat, zül, inkiyad, da’ ve maraz, hesap, kalır ve galebe ve isti’lâ, sultan ve melik (bu manalara mastardır), hıikm ve ferman Siyret ve tedbir, tevhid, ve mutlaka Hak Taalâ dergâhına kulluk edasına vasile ve medar olan ibadet (bu manada isimdir), millet ve şeriat, vara’ ve takva, ma’siyet, ikrah, daima mahses bir yere yağmağı âdet edinen yağmur, hâl, kaza (hükm’le aynı manayadır}, hizmet, ihsan aziz olmak, ızz ve zelil olmak, itaat eylemek, isyan eylemek, gerek hayır ve gerek şer bir nesneyi mutad eylemek bir adama maraz isabet eylemek, bir adamı hoşlanma­dığı nesneye hami ve sevk eylemek, râm ve zelil kılmak, kerem vc şccaat makulasi ve âdet (din’î âdet ve şan manasına hamleyleyerek)” anlamlarında kullanılmıştır (1).

Ve yine bu kelime, (âdet, itiyad, ceza, mükafat, insanın Allah’a, kendi nefsine ve insaniyete karşı mükellef olduğu vazifelerin topu) olarak gösterilmiştir (2).

Diğer birçok lugatlarda da itaat, inkiyad, ceza ve hesap anlamlan üzerinde bilhassa durulmuştur (3).

Müsteşrik B.D. Mac Donald ise, bu kelime hakkında şu açıklamada bulunmuştur:

“DİN. DİN, şeklinde yazılan kelime için arap lügatçıları bir çok manalar vermekte (bk. Lane, Lexicon, s. 944) olup, bu manâ kargaşalığı içinde, birbirinden ayrı, 3 dîn kelimesi seçilir:

  1. ârâmî-ibrânî dilinden arapçaya geçmiş olan ve “hüküm” manâsına gelen kelime,
  2. halis arapça olup, “örf ve âdet” manâsına gelen ve 1 işaretli kelime ile karabeti olan kelime (krş. ibrânîce mişpât veşâphât.)
  3. “din” manâsı ifade eden ve farsça vasıtası ile gelen din ( (daenâ) kelimesi (Nöldeke, ZDMG, XXXVII, 534, not 2 ve Gruııdr. de Iran. Phil., I, ı, s,107, 270; I, 2, s. 26, 170; II, 644).

Vullers, asıl arapçada din kelimesinin varlığına itiraz ile, mânası “din” olan farsça din’in islâmiyetten evvel de arapçada kullanılmış olduğunu gösterek, “örf ve âdet” mânasının bundan çıkmış olduğunu iddia etmiştir. (Zeitschr. f. Assiriol., XIV, 351)….” (4)

Vullers’in işaret etmiş olduğu mânası “din” olan farsça din hakkında da yine İslâm Ansiklopedisi’nin aynı sayfasında “DİN: DÎN, kalemi muhafazaya müvekkel melek ile İran takviminde her ayın 24. gününe verilen isimdir. İranlılar arasında bu günde çocuklarını mektebe vermek ve evlenmek uğurlu addedilirdi. Bk. Tercüme-i Burhan -i Kâti’, krş. bir de Vullers, Lexicon Persico-latinum ve Steingass, Parsian. Englislı Dictionary.)” denmektedir ki bunun Tercüme-i Burhân-ı Kati’daki şekli şöyledir: “Din, sin vezninde bir ferişteh ismidir muhafaza-i kalem üzre me’murdur ve her ayın yirmi dördüncü gününe de denir ol gün etfâli mektebe vermek ve nikâh ve tezevüç emri farisiyan indlerinde mu’teberdir ve arabîde resm ve rah ve âdet ve inkiyad ve itaat ve ceza ve şan ve şevket ve rütbe ve malik ve padişah manalarınadır ve dal (d)’ın fethiyle yine arabîde karz ve borç mânasınadır” (5).

Macdonald ve Vullers’in iddiaları üzerinde tartışmayı bu alandaki yetkililere bırakmakla beraber ulusların birbirleriyle zorunlu bağlılıkları ve kaynaşmaları sonucu olarak birbir­lerinin dillerinden kelimeler aldıkları ve almakta oldukları bir vakıadır. Ancak, kelimelerin dilden dile veya dillere geçişlerinde, harflerinin olsun muhtevalarının olsun, bazan hiç değiş­medikleri fakat, bazan, değişikliğe uğradıkları, ve hatta, lehçelerde ayrılık, anlayışlarda uzaklık bulundukça bu her iki hususun daha büyük ve daha açık olarak değişikliğe uğrayacakları da şüphesizdir. Fakat, insanlar birbirlerine yaklaştıkça, bilhassa, hayatî önemi olan kelimeler, çoğu zaman, ya olduğu gibi yahut pek küçük ayrılıklarla dilden dile geçer ve dolayısiyle, kelimelerin taşıdıkları anlamlar da yine ya olduğu gibi yahut küçük ayrılıklarla kafalardan kafa­lara akar durur. Bu sebeple, bu yoldaki görüşlere de bir hakikat payı ayırmak hiç te yanlış olmaz.

Netekim, Bursa’lı İsmail Hakkı, Kur’an’da “sakın ilâhlarınızı hele Vedd’i, Suva’ı, Yagus’u, Yauk’u ve Nesr’i asla bırakmayınız” (6) mealindeki ayetin tefsirinde bu putların, Asya’nın doğusunda, Adem’le Nuh arasında yaşamış büyük kişiler olduğu ölüm­lerinden sonra adlarına heykeller dikilip Tanrılaştırıldıklarını ve daha sonra, bu heykellerin araplara geçtiğini ve arapların da bunlara taptığını bildirmektedir (7).

Ve bu ayette adı geçen putlardan bilhassa Yauk’un, Asya’lı büyük bir Türk olan (Yalnğuk) (8) veya (Yalguk) olduğunu ve arap lehçesi üzre Yauk şeklinde ta’rib ve tahfif edildiğini de ileri sürenler olmuştur. Kaldı ki tarihler, İslâmiyetten önce Türkistan, Horasan, Harezm hülâsa, neyhun’un aşağı taraflarındaki Tiirklerin İran’lılarla yalnız komşuluk yapmakla kalmayıp onlarla pek ziyade kaynaştıklarını, onları, kendi büyükleriyle bir hayli zaman idare ettiklerini de göster­mektedir. Ve yine, Türklerin de asılda eşit tutulan ruh ve beden, yani nefs ve nefs bilgisi ve terbiyesinin deyimi olarak bazan (den, din), bazan (ten, tın), bazan da (tin) ve en nihayet Oğuz’ların diliyle (din) kelimesini kullandıkları sabittir.

Bu bakımdan, şekilde ve anlamda gösterdiği ayrılıklar ne olursa olsun, aslında insan terbiyesinin gerçek anlam ve ruhunu taşıyan, dolayısiyle de bu yönden, ileride açıklayacağımız düşüncelerimize dayanak olacak olan bu kelimenin-ve bununla ilgili diğer bazı kelimelerin-her şeyden önce, bazı Türk dillerindeki seyri ve anlamları üzerinde kısaca durmak faydalı olacaktır.

tın=ruh, nefes, soluk. (Uygur, Altay, Teleüt, Lebed, Şar, Sargay, Koybal, Kaç-Kaş-, Kiierik, Kazak-Kırgız, Koman, Kazan diyalekleriyle: Caferoğlu’nun Uygur sözlüğü; Paul Pelliot’nun, Toung Pao-1914-iki kardeş hikayesinin Uygurcası; Müller-v. Gabain’in, Ugu- rica I IV sı; Radloff-MaloPun, Uigurische Sprachdenkmaler’i; Abu Hayyan’mn, Kitab-al- İdrak…’i; İbn Mühenna lügati; Radloff’un, Versuch einess VVörterbuchas der Türk-Di Dialekte) si” (9).

tınıg=nefes alma, soluk alma (10).

tin=yular, dizgin (11).

ten=vücut. (Azerbeycan, Çağatay, Karayim, Koman, Kazan, Taıançı, Tobol, Uygur diyelekleriyle) İbn Mühenna lügati, Abu Hayyan ve Radloff’un “tın” maddesinde adı geçen eserler (12).

tin-Uygur-isim-soluk, nefes, dem, ruh, can; buğu. (13)
ting, tinç-sıfat-dinç, sâkin.

Altay — tin-ruh, can; nefes, soluk, tindu-zîhayat, canlı, tim-huzur, sükûn, dem.

Yakut – tin-dem, nefes.

Çuvaş — tin-ruh; mânâ; vicdan, hissi derunî.

tinla-hatırlamak, yad ve tezkâr etmek.

Koybal – ten-nefes, soluk.

tin- Çağatay-isim-soluk, nefes, dem.

tem, dem- Çağatay-dem, nefes, soluk, can, ruh, buhar, buğu, tine,

tinç- sıfat-sağ, diri, dinç; âsude, sâkiıı; müsterih.

tin- Çağatay-mef’ul’ü anh edatı: den, dan.

din, tin- Çağatay-mef’ul’ü anh edâtı: den, dan. andın-andan, ondan, mundın-bundan, mindin, sindin, bizdin…………

dyn, dun- Garp isim mehcur-ışık. ziya.

tin, din- Uygur meful’ü anh edâtı: den, dan. andin-andan, ondan, mendin- benden.

tin- Garp-zarf.

den- Garp-mef ul ii anh edâtı; lâhık olduğu kelimelere şu manaları verir: sebep; menşe’, müverrid; rüchân; vesatet; başlangıç, ibtida’.

den- Azerî-isim-saç ve sakala düşen kır ve aklık,

dan- Kazan—isim-ad, şöhret.

dan, din, den- Kazan-mef’ul’ü anh edâtı: den, dan.

Yakut – tin-subh, fecr, tan yeri ağarmak.

tau- Garp-İsim-mehcur-hayret, taaccüp; şek, şüphe.

taqra, taqri, tiqra- Uygur-isim-etraf, çevre, muhit.

tan—tan- Garp-isim-gök, sema; göğün güneş çıkan tarafı, matla’ul-fecr, sabah vakti, sabah.

Tanrı-tan’da yani gökte alan-Çinliler gibi semaperest olan eski Türklerin ta’birleri- Allah.

tang, Tanğn- Çağatay-, tanğ, Tanğn—Azeri-,

tan- Çağatay-mePul’ü anh edâtı: den, dan (bk. din, tin).

tan, tang- Uygur-isim, zaman-tan, fecr, sabah, aydınlık, hayret, taaccüb.

Tanrı-Allah. (tan’da yani gökte olan).

Garp – tan tan atmak; dınlık (aydınlık).

Altay – tan-tengere, tenğri-gök.

Yakut – tangara gök; Tanrı; ting-fecr, sabah kızıllığı,

Koybal – tang-tan; den, deyn, tanen- -Tanrı.

Çuvaş – tura, tur-Allah; uluhiyet.

tan- Azerî isim-tan, tan yeri, dan – Azerî-dan yeri.

Tangrı- Mogolca-gökteki mukaddes mahlukat.

Tangrı kelimesi-gök-mânasına olarak Hiyung-nu dilinde de vardır.

Çince -tiyen-gök ve unsur’u aslî ve ibtidâî demektir. Eski Türklerin Çinliler gibi Tangrı’ya yani göğe taptıkları da bundan anlaşılır.

Çinlilerin tiyen şan yani Allah dağları dedikleri meşhur silsile-i cibâl, Türkler arasında- Tangrı dağ-anılır…

Altay — tan tenyere-Tanrı; gök.

Yakut — tanara-gök; Allah.

tin-tan yeri ağarma, subh, fecr.

Koybal  tan-, Tanrı-(daan, dayan, tapan).

Acemlerin (Allah) mânasına gelen (Tengbar) ta’birleri de Türklerin (Tangrı) larından alınmış olmak lâzımdır.

Diğer bir Çin lehçesinde (Tangre) gök mânasına geldiği gibi (Teng) Tibet dilinde (yüksek, âlî ve ulvî) demektir. (Tonri, Tiyang ve Yang) kelimeleri de Şark lehçelerinde bu manada kullanılır.

Çağatayca’nın (Tongur) kelimesi de bu lisanda (peri, hayalet) demektir.

tan. tangh-Uygur-isim-gibi; nîzam, tertib, düzen; denk, mütevazin, düz, müstevî.

Kırgız        – ting, tigiz, tig-denk, düz, hemvar.

Garp          — denk, denklemek…denlu; denemek; değmek; değişmek,

Altay          — ting-hemvar; gibi, denlu.

Yakut        — tang-denk.

Koybal — teg-gibi. teng, deng; misil ve nazîr,

Çuvaş – tigiz, tan-denk, mümasil.

tan- Kazan-isim—hayret, taaccüb; acîbe, garibe; inkâr,
tan- Çağatay-isim-tan, hayret, taaccüb; inkâr, red; şüphe, şek.
tangsiz- sıfat-tertipsiz, intizamsız; gayr’i mevzun; denk ve mütevazin olmıyan.
tan- Çağatay-isim-tan, fecr.
ten- farisî isim gövde, beden; cisim,
ten – Çağatay ve Garp-isim-ses ve gürültü ile akan su.
ten- Azerî-Farisî-sim vücut, gövde.
ten-Azerî-sıfat-müsavi, muadil, müsazî” (14).

tin- ruh.

dın- nefes.” (15).

dın- Din.T..T.n.8.46=Sog. Den,” (16).

 

_________________________________

1- Firuzâbâdî; çev., Ahmet Asım; Kamus Tercümesi; c.4; s. 622; İstanbul, 1304.

2- Hüseyin Kâzım Kadri; Büyük Türk Lügati; c. 2; s.701; İstanbul, 1928.

3- Bilhassa Bk. Ragıb Isfehanî’nin (Müfredât)ı, Nişabûrî’nin (Tefsir)i, Şehristâni’nin (Milel ve Nihâl)i

4- Millî Eğitim Bakanlığı; îslâm Ansiklopedisi; c.3; s.590; İstanbul, 1945.

5- Hüseyin b. Halef; çev., Ahmet Asım; c.2; s.305; Matbaai Âmire, 1287.

6- Kur’an; 71/23 ;s. 572; Ve kalû lâ tezerune âlihetekum ve lâ tezerunne Vedden ve lâ Suva’an ve lâ Yeğuse ve Ye’uka ve Nesran.

وَقَالُوا لَا تَذَرُنَّ آلِهَتَكُمْ وَلَا تَذَرُنَّ وَدًّا وَلَا سُوَاعًا وَلَا يَغُوثَ و يَعُوقَ وَنَسْرًا

7- Bursalı İsmail Hakkı; Tefsir’i Ruh’ul-Beyan; c.10; s.181; İstanbul, 1926.
[Zemahşeri tefsirinde bu ayet şöyle izah edilmiştir: Nuh, 71/ 23. “Sakın tanrılarınızı bırakmayın!.. Asla terk etmeyin Vedd’i, Süvâ’ı, Yeğûs’u, Yeûk’u ve Nesr’i!..” dediler. “Asla terk etmeyin Vedd’i…”
Adı geçen putların, Nûh kavmi nezdinde en büyük putlar olduğu anlaşılıyor. Bu sebeple “Sakın tanrılarınızı bırakmayın!” sözünden sonra özellikle bunları zikretmişlerdir. Bu putlar Nûh kavminden Araplara intikal etmiştir. Vedd Kelb kabilesinin, Süvâ‘ Hemezân kabilesinin, Yeğûs Mizhic kabilesinin, Ye‘ûk Murad kabilesinin ve Nesr Himyer kabilesinin putu idi. Bu sebeple Araplar çocuklarını Abduvedd, Abduyeğûs… diye isimlendirmişlerdir. Şu da söylenmiştir: Bunlar bir kısım salih insanların isimleri idi. Bir diğer görüşe göre ise bunlar Âdem’in çocuklarından bir kısmı idi. Öldüler.

İblîs, onlardan sonra gelenlere “Keşke onların heykellerini yapsanız da onlara baksanız!” dedi. Onlar da denileni yaptılar. Bu kimseler ölünce bu kez İblîs onlardan sonra gelenlere, “Atalarınız bu putlara tapıyorlardı.” dedi, onlar da putlara tapmaya başladılar.
Rivayete göre; Vedd adam suretinde, Suvâ‘ kadın suretinde, Yeğûs aslan suretinde, Ye‘ûk at suretinde, Nesr de akbaba suretinde imiş. Vedd kelimesi Vav’ın zammesiyle vudden şeklinde de okunmuştur. A‘meş (v. 148/765) Yeğûs ve Ye‘ûk kelimelerini munsarif olarak yeğûsen ve ye‘ûkan şeklinde okumuştur; fakat bu kıraat problemlidir. Çünkü bu iki kelime ister Arapça olsun ister yabancı olsun, her ikisinde de(kelimeyi) gayr-i munsarif kılan iki sebep vardır. Bu iki sebep ya ma‘rifelik ve fiil vezni veya ma‘rifelik ve yabancı kelime olmaktır. Belki de A‘meş, yeğûs ve ye‘ûk kelimelerinin kardeşlerinin Vedden, Suvâ‘an ve Nesran şeklinde munsarif olduklarını gördü de aralarındaki yakınlık sebebiyle bu iki kelimeyi de munsarif olarak okudu. Tıpkı (Güneş’in aydınlığı) kelimesinin, imâle ile okunan kelimelerle birlikte gelmesi sebebiyle imâle ile okunması gibi.]

8- Dîvanü Lugat’it—Türk’te Yalnğuk, insan, kişi, insanlara verilen genel ad; Adem; Adem Atamız; ve Yalnğus, yalnız, kimsesiz, vahîd, münferid anlamlarındadır, Bk. Kaşgarlı Mahmut; T.D.K.; Dîvanü Lugat’it- Türk; 1.44,195, 230,333,395; II. 303,315,335; III. 65,133,141,222,262,384,385; 1943.

9- Kaşgarlı Mahmut; aynı eser; 1.339: Dizin, s.616. Bu kelime için ayrıca bk: aynı eser; 11.28 III.111,138.

10- Kaşgarlı Mahmut; aynı eser; 11,40.

11- Kaşgarlı Mahmut; aynı eser; 1.339; III.138.

12- Kaşgarlı Mahmut; aynı eser; Dizin, s.598,

13- Ayrıca bk: Hüseyin Namık Orkun; Eski Türk Yazıtları; aynı maddeye (takat, iktidar); İstanbul, 1941.

14-Kâzım Kadri; aynı eser; İT. 103,104,110,111,112,i 13,247,248,694,703,770,832,111.391.

15- Abu Hayyan; (doğrultan ve yayınlıyan) Caferoğlu Ahmet; Kitab’ul-îdrâk l’i-Lisan’il-Etrâk; S-40,50; İstanbul 1930,

16- Caferoğlu Ahmet; Uygur Sözlüğü; s. 49; İstanbul, 1934.
====================================
KAYNAK: Sunar, C. “Din Nedir”. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 10 (1962): 65-70