Erol GÜNGÖR: Milliyetçilik ve Milletlerarası İslâm Dayanışması

Erol GÜNGÖR / İslam’ın Bugünkü Meseleleri

Çokluk İçinde Birlik II

Milliyetçilik ve Milletlerarası İslâm Dayanışması

I

1977 yılına ait istatistiklere22 göre, içinde müslüman cemâati yaşayan ülke sayısı altmışı geçmektedir ve dünyada yaşayan müslümanların nüfusu yedi yüz elli milyondan faz­ladır. Müslümanların çoğunluk oldukları yerlerde -Sovyet ve Çin sömürgeleri hâriç- idâre de müslümanların elindedir. Lübnan dışında bütün Arap ülkelerinde nüfusun büyük ço­ğunluğu müslümandır ve buralarda müslümanlar hâkimdir. Araplar dışında müslüman dünya nüfusunun büyük çoğun­luğunu Türkler (sadece Türkiye Türkleri değil), Pakistanlı­lar, Endonezyalılar, Hind müslümanları, Bangladeşliler ve İranlılar meydana getirmektedir. Sovyet ve Çin idâresindeki Türk sömürgeleriyle Balkanlar’ı da sayacak olursak, bu sıra­da en kalabalık nüfus Araplar’dan sonra Türk müslümanlarındadır. Bütün bunların yanısıra müslümanlar daha ufak kalabalıklar hâlinde Kara Afrikası ve Güneydoğu Asya’ya dağılmış bulunuyorlar.

İslâm’ın ilk devirlerinde müslümanlık Arap dünyası­nın siyasî hâkimiyeti ile bir arada gitmiş ve böylece müslü­manlar siyasî birlik bakımından da aynı çatı altına girmişler­di. Emevî İmparatorluğu ve Abbasî İmparatorluğu bu şekil­de monolitik siyasî bloklar meydana getirmişlerdi. Ancak Abbasîler’in zayıflamasıyla birlikte, görünüşte büyük birli­ğin bir parçası olmakla berâber kendi başına hükümran olan İdarî bölgeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Onbirinci yüzyıldan itibâren İslâm Dünyası doğuda ve Ortadoğu’nun kuzey bölgelerinde Türkler, Mısır’da Fatımî ve Memlûkler, İspanya’da ise Emevîler olmak üzere başlıca üç kuvvet mer­kezi hâlinde parçalandı. Onaltıncı yüzyıl başında ise İslâm dünyası Türk hâkimiyeti ile temsil edilmeye başladı ve bu son birlik yirminci yüzyıl başına kadar sürdü. Türk-İslâm birliğinin tek istisnâsı İran ve daha doğudaki küçük sultan­lıklar ve siyasî hâkimiyeti bulunmayan müslüman cemâatlardı. Hindistan’daki Babür devleti ise, bu birliğin dışında kalmakla birlikte, bir Türk devletiydi.

İslâm dini üniversel bir din olmak itibâriyle insanlar arasında ırk, soy, sosyal sınıf vs. farkları gözetmez. Allah’ın nazarında en kıymetli insan Allah’a -kulluk vazifeleri itibâ­riyle- en yakın olandır. Bütün insanlara hitab eden bir dinin başka türlü tavır takınması zaten düşünülemezdi. Fakat in­sanların gerek fert, gerek kavim olarak Allah nazarında eşitliği, onlar arasında farkların bulunmadığı veya bu farkla­rın tanınmadığı manâsına gelmiyor. Kur’ân’da insanların “birbirlerini tanımaları için şûbeler ve kabileler hâlinde” ya­ratıldıkları bildiriliyor. Bu bizim anladığımız kadarıyla “kül­türlerin farklılığı ve çokluğu” demektir ki medeniyetin geliş­mesi, hattâ bizzat insan soyunun gelişmesi bakımından son derece önemli bir vâkıanın ifâdesidir. Ancak İslâmiyet insanların falan veya filan soya mensup olmakla diğerlerine üstünlük iddiâsını yasaklamaktadır. Bu açıdan İslâm’da “kavmiyetçilik” yasaktır.

İlk İslâm devlet İslâm dininin yayılması ve genel ola­rak “müslümanların” işlerini düzeltebilmek gâyesini güdü­yordu, bu yüzden insanlar esâs itibâriyle müslümanlar ve müslüman olmayanlar şeklinde ayrılıyor, müslüman olanla­rın hepsi aynı muameleyi görüyordu. Buna rağmen kabile esâsına dayanan bir sosyal teşkilâtlanmanın ve ona bağlı âdet ve geleneklerin bir anda değişmesi veya ortadan kalk­ması imkânsız olduğu için, Araplar’da daha ilk devirlerden itibâren kavmiyet iddiâlarının devam ettiği görülüyor. Kureyş’in hâkimiyet iddiâsı hep devam etmiş olduğu gibi, Araplar’la Arap olmayanlar arasında da fiilen fark gözetil- miştir. Hattâ birbiriyle şiddetli mücâdeleye girişen Arap ka­bilelerinin, Arap olmayan hasımlar karşısında birleştikleri görülmüştür; bu birlik şuuru müslüman Araplar’la hıristiyan Araplar arasında da görülüyor ki, bugün dahi aynı şuurun örneklerine rastlanmaktadır.

Milliyet duygusunun temel özelliği ayırdedici olması­dır, yâni insanlar başka cinsten ve kültürden kimselerle kar­şılaştıkları ölçüde bu duygu söz konusudur. Millî hasletlerin bozulması veya kaybolması tehlikesi bu duygusu büsbütün kamçılar. Nitekim müslüman Araplar’da müslümanlığm dı­şında bir Arap milliyetçiliği onların başka kavimlerle iyice karışmaya, anayurtlarından uzaklara yayılmaya başladıkları zamana rastlıyor. Ömer gibi İslâm’a yürekten bağlı bir hali­fenin Araplar’ı kendi kavmî özelliklerini kaybetmemeleri için dikkatle koruduğu, onlara bu yolda telkinlerde bulun­duğu dikkati çekiyor. İslâm ordularının İran ve Türkistan iç­lerindeki fütûhatı sırasında alınan esir ve kölelerin büyük bir yekûn teşkil etmesi ve Arap şehirlerinde âdeta bir azatlı köle -mevâli- milletinin ortaya çıkması onları ciddî endişeye sevkediyordu. Fetihlerin en parlak çağı olan Emevî saltanatı devrinde Arap ve Arap olmayan müslüman farkı devlet idâ- resine resmen hâkim oldu. Emevî devleti, Peygamber ve Dört Halife devrindeki İslâm devleti yerine bir müslüman Arap devletinin geçişi manâsına geliyordu. Azatlıların Arap asıllılarla kıydıkları nikâh bile geçersiz sayılıyordu. Fakat daha sonraları birbiriyle siyasî mücâdeleye giren Arap lider­lerinin mevâlileri kendi saflarında asker olarak kullanmaları Arap olmayanların fiilî durumunu biraz düzeltmiştir. Arap­ların devamlı ordu yerine para ile asker toplama usûlleri ise yabancı kavimlerin yavaş yavaş hâkim bir duruma geçmele­rini sağladı. Özellikle Türkler askerî mahâretleri sâyesinde iyi işler buluyorlar, sonra kendileri yerleşince akrabalarına da haber salarak akın akın onları da getiriyorlardı.

Abbasî hâkimiyeti zamanında Arap olmayan kavim­ler ve bilhassa Türkler büyük mevkiler kazandıkça Araplar arasında bunlara karşı nefret de arttı. Fakat İslâm dünyasın­da hâkimiyet artık Arapların elinden çıkıyor ve Türkler’e geçiyordu. Türk hâkimiyeti çağında Araplar’dakine benzer bir milliyetçilik olayına rastlamıyoruz. Tarihçiler Türkleri Arap hâkimiyeti sırasında bile mağrur, kendi dilini konuşan ve kendi milletinden olanlarla birlikte yaşayan kimseler ola­rak gösteriyorlar. Buna rağmen onlarda ilk halifeler devrin- dekine benzeyen bir İslâm anlayışı vardı ve kendi soyların­dan olmayanlara karşı hiç değilse teorik bir ayrıcalık gözet­miyorlardı.

İslâm medeniyetinin üç büyük unsuru olan Araplar, Türkler ve İranlılar ortak bir medeniyetin ve inanç sistemi­nin içinde yaşamakla birlikte birbirinden ayırdedilebilen ve gerçekten de ayrı görülen milletler hâlinde yaşadılar. Dille­ri, örf ve âdetleri, sosyal teşkilâtları birbirinden ayrı idi. Bu ayrılık İslâm açısından göze batmıyordu, çünkü İslâmiyet’in insanları tek bir millet hâline getirme şeklinde bir davâsı yoktu. Üstelik milletlerin ayrılığı kabul ediliyordu.23 İslâmi­yet’in millî statükoları kabul edişinin en büyük delillerinden biri de İslâm hukukunun örfe büyük ölçüde yer vermiş ol­masıdır. İslâm hukukunun esasa dayanan birtakım temel prensiplerin dışında İslâmiyet’le çatışmamak şartıyla örfleri kabul etmiştir. Böyle bir tavrın -teolojik sebepler bir tarafa bırakılırsa- son derece isâbetli ve gerçekçi olduğu kolayca görülebilir. Nitekim bugün medeniyetin gelişmesi için bü­yük garantinin millî kültürlerin varlığı olduğu kabul edil­mektedir.

Şu hâlde millî hüviyetlerin varlığı ve devamı sosyolo­jik gerçeklere uygun düştüğü gibi, İslâm ile herhangi bir uz­laşmazlık hâlinde de değildir. Modern milliyetçilik hareket­leri ortaya çıkmadan önce İslâm âleminde millî farklar de­vam ederken aynı zamanda ümmet dayanışmasının mükem­mel örnekleri verilmişti. Osmanlı İmparatorluğu böyle bir İslâmî devlet idealinin şimdiye kadarki en gelişkin nümûne- sidir. Ancak ondokuzcu yüzyıl başından itibâren bütün dün­yayı saran milliyet fikri ve millî devlet ideâli bu birliği gitgi­de sarstı, nihâyet İslâm âlemi şimdiki manzarasını kazandı?

Geçen yüzyıldaki milliyetçilik cereyanlarıyla birlikte bunla­rın karşısında ümmetçi cereyanlar da gelişmişti. Milliyetçilik her zaman bir azınlık hareketi hâlinde başladığı için, Os- manlı İmparatorluğu’nda ilk milliyetçiler Türk asıllı olma­yan müslümanlar olmuştu. Bunların arkasından devletin ku­rucu ve hâkim unsuru olan Türkler arasında da aynı cere­yan kuvvetlenmeye başlayınca, İslâm birliğinin Avrupa kar­şısında çözülüp dağılmasından korkanlar milliyetçiliğin Is­lâm’a aykırı olduğunu iddiâ ettiler.24 Fakat öbür müslüman unsurlarda “kavmiyet davâsı” görürlerken onların bu davâlarını İslâm’a aykırı sayan bir gayretleri yoktu. Bu yüzden kav­miyet aleyhinde bulunanlar, reddettikleri millî devlet davâsı karşısında bir başka millî devleti tutamayacaklarına göre, herkesi müslüman olarak tatmin edecek bir İslâm devleti modeli aramaya başladılar. Bunların gözünde Osmanlı İm­paratorluğu da İslâm modeline uygun değildi; hattâ İslâm birliği için en büyük gayretleri sarfeden ve Pan-İslâmist ide­olojisinin şampiyonu olarak tarihe geçmiş bulunan İkinci Abdülhamid’i İslâm’ın hiç tasvib etmeyeceği bir despot sayı­yorlardı. Böylece, İslâm birliğini korumak ve geliştirmek is­teyenler kendi devletleri dâhil olmak üzere bütün millî dev­letlere yabancı gözüyle baktılar. Fakat onları tatmin edecek bir model mevcut değildi ve şimdiye kadar hiç mevcut olma­mıştı. Çoğunun hep Asr-ı Saâdet’ten sözetmeleri bu tatmini Peygamber zamanında aradıklarını hatırlatmaktadır.

Birinci Dünya Harbi’nden sonra Osmanlı toprakla­rında çok sayıda müslüman devletler ortaya çıktı. Mısır da­ha önce İmparatorluk’tan -İngiliz işgali ile- ayrılmıştı; kör­fezdeki eski emirlikler varlıklarını devam ettirdiler, Arap yarımadasında Yemen ve Suudî Arabistan devletleri, kuzey­de Irak ve Suriye, Akdeniz kıyısında Lübnan, Kudüs etra­fında da Ürdün devletleri kuruldu. Bu devletlerin hudutları­nın galip devletler ve özellikle İngiltere tarafından çizildiği doğrudur; bunların Osmanlı birliği içindekinden daha me­sut ve müreffeh olmadıkları da söylenebilir. Fakat bu ayrı ayrı kuruluşların son yüzyılın kompleksi hâline gelen milli­yetçilik duygularını tatmin ettiği muhakkaktır.

Osmanlı İmparatorluğumun dağılışından sonra Tür­kiye bu parçalanan topraklar üzerindeki bütün iddialardan hukuken ve fiilen vazgeçti; o kadar ki, böyle bir mirâsı taşı­mayacağına dâir beyânda bulunmamış olsaydı Türkiye’ye tanınan müstakil devlet statüsü bile tehlikeye girebilecekti. İkinci Dünya Savaşı’nm sonuna kadar bütün Arap devletleri Batıkların doğrudan veya dolaylı ıdâresi altında kalmaya devam ettikleri için, onlardan da İslâm birliği politikası et­rafında birşey beklenemezdi. İkinci Dünya Savaşı bitince bu ülkeler himâyeden kurtuldular. Arap milliyetçiliğinin asıl geliştiği dönem de işte bu iki dünya savaşı arasındaki dö­nemdir. Osmanlı devrinin sonlarında Arap milliyetçiliği, çok eski devirlerdeki Arap kavmiyetçiliğinin bir devamı hâ­linde, idâreci zâdegân tabakasında vardı. Bunlar kendi halk­larını istiklâl uğruna ayaklandırmaya çalıştılar. Ancak istik­lâl için emrine girdikleri Avrupalı devletler oralarda bir sö­mürge idâresi kurunca, Araplar’da milliyetçilik bir sosyal cereyan olarak o zaman gelişti, ikinci Dünya Savaşı bütün dünyada sömürgelerin istiklâle kavuştukları bir ortam yarat­tığı için Araplar da birer ikişer müstakil devlet statüsü ka­zanmaya başlamışlardı. Bu dönemde eskiden Türkiye’ye ait olan yeri, diğer müslüman ülkeler içinde en gelişmiş görü­nen Mısır doldurmaya çalıştı. Mısır’ın siyasî emelleri ile Arap milliyetçiliği fikri bir arada yürüdü. Daha sonra Mısır ihtilâliyle birlikte Nasırizm patenti altındaki bu milliyetçilik bütün Arap ülkelerinin birleşmelerini gâye ediniyordu.

Arap milliyetçiliği Türk milliyetçiliğinden önemli bir noktada ayrılır. Türkler’in hepsi de müslüman oldukları için, Türk milliyetçiliği aynı zamanda bir İslâmî hareket hâ­linde gelişmiş, İslâmcılar -İmparatorluğun dağılma villan hâriç- bu harekete hiçbir zaman doğrudan cephe almamış­lardır. Buna karşılık Arap milliyetçiliği müşterek Arap dik etrafında doğan kültürü esâs aldığı için, bu birlik içinde müslüman Araplar kadar, müslüman olmayanların da yeri vardır. Bu yüzden Arap milliyetçileri ile İslâm birliği mili­tanları dâima birbirlerine düşman olmuşlar, bu düşmanlık Nasır’m İhvân-ı Müslimîn liderlerinden çoğunu idâm ettir- meşine kadar varmıştır. Bugün de Arap milliyetçiliğinin temsilcisi durumunda bulunan Baas hareketi ile İslamcılar şiddetli bir mücadele içindedirler.

Arap milliyetçiliğinin dil esâsına dayanması aslında bir mecburiyetin eseri olmuştur. Bugün Arap dünyası ola­rak bilinen ve Fas’tan Bahreyn’e kadar uzanan bölgelerde Arapça konuşan halkların çoğu soy bakımından birbirlerin­den ayrıdırlar. Arapların asıl vatanı Arap yarımadasıdır, onun dışındaki Arap ülkeleri fetih ve istilâlar sırasında Araplar’la yerli halkın karışmalarından, daha doğrusu Arap devletinin oralarda hâkim olmasından meydana gelen birer halitadır. Bu ülkelerde çoğunluk yerli halklarda olmakla birlikte bunlar dil ve kültür itibariyle Araplaşmalardır ve kendilerini Arap sayarlar. Ancak bu soy ve bölge farklılıkla­rı her zaman önemli birer ayrılık unsuru olmuştur. Bu yüz­den Arap soyuna dayanan bir milliyetçilik fikri tutunamaz­dı. Öte yandan İslâmiyet de bu topluluğun ayırdedici vasfı değildir. Arap olmayan pekçok müslüman milletler bulun­duğu gibi, Arap bölgesindeki halk içinde aynı dilden hattâ soydan olduğu hâlde müslüman olmayanlar bulunmaktadır. Özellikle hıristiyan Araplar, sayıları az olmakla birlikte, Batılılarla kuvvetli temasları bulunan, entelektüel ve İktisadî bakımlardan müslüman Araplar’a nisbetle daha gelişmiş olan bir grup teşkil ettikleri için, Arapçılık politikasında on­ların önemli yerleri vardır.

Yine de, Hıristiyan Araplar’ın müslüman kitle içinde oldukça küçük bir azınlıktan ibâret bulunduklarım unutma­malıyız. Hıristiyan Araplar’m Arap müslüman birliğine kar­şı engelleyici bir kuvvet meydana getirmiş olması onların sa­yılarından çok siyasî coğrafya bakımından bulundukları yere ve dış ilişkilerine bağlıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun par­çalanışı sırasında Arap ülkelerine Batılı müttefikler tarafın­dan çizilen sınırlar bu ülkelerde çoğunluk idârelerinin ku­rulmasına engel olacak tarzda tecellî etmiştir. Irak’ta bir sünnî Arap idâre vardır, buna karşılık Irak hudutları içinde ne Araplar, ne de sünnîler çoğunluktadır. Irak’ta Arap­lar dan başka Türkler, Kürtler, İranlılar vs. vardır ki bunlar Arap’tan çok olduğu gibi, şiî olanlar da sünnîlerden daha çoktur. Suriye’de Araplar, Ermeniler, Türkler, Di’ırzîler var­dır; idârenin başında bir Dürzî olduğu hâlde halkın çoğu sünnî müslümandır. Lübnan’da hıristiyanlarla müslüman Araplar yanyana yaşamaktadırlar, idâreyi de paylaşmış du­rumdadırlar. Mısır’da Nâsır hareketine kadar idâre edenler­le idâre edilenler hem soy, hem hayat tarzı ve dünya görüşü bakımından birbirinden tamamen farklıydı. Kısacası, Orta­doğu’daki Arap ülkeleri gerek din ve mezhep, gerek soy ba­kımından mütecânis birer kitle teşkil etmekten çok uzaktır.

Bütün bu farklılıklara bakınca, Arap dünyasında bir­leştirici bir güç olarak İslâmiyet’in en tesirli ideoloji olduğu akla gelebilir. Lübnan istisnâ edilirse, diğer Arap ülkelerin­de çoğunluk müslümanlardadır ve İslâmiyet üzerinde birleş­me Arap dünyasının pekçok meselesini halleder gibi görün­mektedir. Fakat İslâm birliği fikri Arap milliyetçiliğinin önüne geçtiği takdirde bütün Dünya müslümanlarmı içine alacak bir ideoloji şeklinde ortaya çıkmak zorundadır. Nite­kim diğer müslüman ülkelerde olduğu gibi Arap dünyasın­da da bu ideolojinin izlerine rastlıyoruz. Hiçbir zaman kesin bir şekil kazanmamakla birlikte, büyük kalabalığın hislerine daha yakın olan bu birlik fikri Arap idârecileri tarafından hep müsbet karşılanmıştır. Buna karşılık sâdece Arap birliği değil, İslâm birliği fikrinin karşısındaki en büyük engel bu­günkü hâkim zümreler, yâni idâreci azınlıklardır. Arap ül­kelerinin hiçbirinde, daha doğrusu Türkiye dışında hiçbir müslüman ülkede, demokratik idâre yoktur; oralarda idâre­yi elde tutan ve bırakmamak için her türlü çâreye başvuran grupların varlığı, milletlerarası teşebbüslerin dâima şüphe ile karşılanmasına ve kısa zamanda engellenmesine yol aç­maktadır.

Bugün İslâm birliği fikrinin gerisindeki en büyük mo- tiv, İslâm ülkelerinin gerek Batı dünyası, gerekse komünist dünya karşısında zayıf ve dağınık bulunmasıdır. Dünya miis- lümanlarınm önemli bir kısmı esir hâlinde yaşıyor, geri ka­lan büyük çoğunluk ise kendi başına ayakta duracak sağlam bir İktisadî ve siyasî olgunluğa erişmekten çok uzak bulunu­yor. Türkiye dışındaki müslüman ülkelerin askerî güç bakı­mından çok zayıf olmaları, her türlü malzeme ve teçhizâta sâhip bulunmakla birlikte yine fecî mağlûbiyetlerden kurtu- lamayışları birlik fikrini büsbütün kamçılayan bir unsur ol­muştur. Bâzı Arap ülkelerinin ve İran’ın ne kadar süreceği bilinmeyen bir petrol geliri dışında hiçbir İktisadî kudretle­rinin bulunmadığını biliyoruz. Bu zayıflık şimdiye kadar Is­lâm devletlerinin şu veya bu büyük güç istikametinde bir politika tutturmasına, hattâ bu yüzden çok defa diğer İslâm devletlerinin aleyhinde bir tavır takınmasına yol açmıştır. İs­lâm ülkelerinde iktisadî ve siyasî çıkmazdan kurtulmak üze­re girişilen ideolojik teşebbüslerin hepsi de başarısızlığa uğ­ramış bulunuyor. Bu başarısız ideolojilerin İslâm’ı geri plân­da tutan birer nasyonalist veya sosyalist hareketi temsil et­mesi de İslâm’a yeniden itibar kazandırmaya yaramıştır.

İslâm birliği tâbiri çok değişik manâlara gelebilir. Bâ- zıları bundan İslâm ülkeleri arasında sıkı bir siyâsî ve İktisa­dî işbirliği yapılmasını, bâzıları bütün İslâm ülkelerinde or­tak İslâmî prensiplerin hâkim olmasını, bâzıları ise -daha çok Araplar için- millî hudutların ötesinde bir İslâm devleti­ni anlıyorlar. Araplar arasındaki birlik teşebbüsleri başarısız kalmıştır ve öyle kalmaya da mahkûm görünmektedir. İslâm ülkeleri arasındaki yakınlaşma ve birlikte hareket etme fikri ise çok geniş bir kamuoyunun desteğine sâhip bulunmakla birlikte, bu fikrin gerçekleşmesini engelleyen çok ciddî du­rumlar mevcuttur. Pratikteki en büyük engel, bugünkü müs­lüman ülkelerden hiç birinin öbürlerini bir dayanışma içine sokacak güçte olmayışıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük avantajı buradan doğuyordu; Osmanlı’nın elde ettiği kudret sâyesinde öbür İslâm devletleri ya ona katılıyor, ya­hut onun manevî niıfûzu altına giriyordu. Bugün hiçbir İs­lâm ülkesi, karşısında kendisi için ideâl edineceği, hayranlık duyduğu bir devlet göremiyor. Böyle bir devlet mevcut ol­saydı, tıpkı Batı dünyasındaki Amerika ve sosyalist bloktaki Rusya gibi İslâm dünyasında da bir kuvvet merkezi teşekkül eder, birlik ve dayanışma meselesi büyük ölçüde halledilmiş olurdu. İslâm devletlerinin zayıflığı onları kendi dışlarında teşekkül eden politikalardan birini veya öbürünü kabul et­meye zorlamaktadır ki, çok defa birbirine zıt dünya görüşle­rini temsil eden bu politikalar İslâm ülkelerini yaklaştırmak şöyle dursun, onlar arasında husûmetler doğmasına yol aç­maktadır.

Millî hudutların ötesinde bir İslâm birliği fikrine ge­lince, bu romantik birlik ideâli dâima taraftar bulmuş ol­makla birlikte hiçbir zaman siyasî sâhada kendini hissettire­cek bir güce erişememiştir. Milliyet farklarını hesaba alma­yan bir İslâm düşüncesi, kaynağını İslâm dininden ziyâde, bâzı siyasî durumlardan almaktadır. Bu manâda İslâmcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtemeyen etnik azınlıkların ideolojisi olmuştur. Bunların maksadı İslâm ülkeleri arasında birlik sağlamaktan ziyâde kendi yaşadıkları ülkedeki milliyetçi po­litikayı nötralize etmektir. Bu azınlıklar ayrılıkçı bir politika tâkip edecek kadar kalabalık ve güçlü olduklarını hissettik­leri ân kendi istikametlerinde bir milliyetçilik hareketi aç­maktan hiç geri kalmazlar; böyle bir güce erişmedikleri müddetçe İslâm davâsmm şampiyonu olarak görünürler.

Siyasî birlik hâlinde bir Pan-İslâmizmin kuvvetli bir fikrî ve siyasî cereyân uyandıramayışmın başlıca sebeplerin­den biri de, bu konuda doktrinde herhangi bir dayanak bu­lunmayışıdır. İslâm doktrininde hiçbir zaman tek devlet fik­ri (tek devlete ilk rakiplerin çıktığı son Abbasî saltanatı dö­nemi hâriç) işlenmemiştir. İslâm’ın esas gayesi hep Allah’ın emirlerine uygun ve kulların haklarına riâyetkâr bir devlet nizâmının esaslarını göstermek olmuştur; bu esaslara uy­mak suretiyle din açısından herhangi bir İslâm devletiyle öbürü arasında fark gözetilmez. Ancak İslâm devletlerinin birbirleriyle olan münâsebetleri de, müslümanların münâse­betleri gibi, şeriate uygun olmak zorundadır.25 Bunun dışın­da müslümanların bir tek siyasî bayrak altında toplanmaları dinin bir emri olmadığı gibi -elbette bunun aksine hüküm de yoktur-, doktrinde bu konu ciddîye alınarak işlenmiş de değildir.

Günümüzde “İslâm’ın uyanışı” denen hâdise İslâm ülkelerinin iktisadî veya askeri bir kuvvet olarak dünya sah­nesine çıkmasını değil, bu ülkelerde İslâm’a alternatif ola­rak ortaya çıkmış olan ideolojilerin başarısızlıkla sahneden silinmesini işâret etmektedir. Islâm ülkelerinde Batılı ide­olojiler veya onlardan alman ilhamla kurulmuş yarı yerli-yarı yabancı sistemler çökmüştür; bunlardan bâzıları res­men ilân edilmemekle birlikte fiilen silinmiş bulunuyor. İşte İslâm ülkelerini “İslâm Dünyası” adı altında bir birlik hâlin­de gösteren şey bu ortak vasıftır. Her yerde başarısız kalan sistemler karşısında İslâm’ın temel değerlerine dayanan ye­ni siyasî ve sosyal organizasyonlar kurma fikri büyük kitlele­ri kendine çekiyor. İran’daki Humeynî hareketi -çok tartış­malı bir şekilde de olsa- İslâm devleti fikrinin gerçekleşebi­leceği hakkında büyük ümitler uyandırmış bulunmaktadır. Mısır’ın Nâsırizmden dönmesi, Pakistan’ın İslâmî esaslara daha çok yer vermesi, Afganistan’da komünist idârecilere ve Sovyet Kızılordu’suna karşı başarılı bir cihâd açılmış ol­ması, Suriye ve Irak’ta askeri diktatörlüğe dayanan Baas re­jimlerinin sallanmaya başlaması yine aynı istikametteki ümitleri kuvvetlendiriyor.

II

İslâm devletlerin arasındaki herhangi bir siyasî birli­ğin bahis konusu olmadığını, buralardaki İslâmî gelişmenin millî çizgiler tâkip edeceğim yukarıda açıklamaya çalıştık. Fakat İslâm’ın üniversel bir sistem olduğunu, aynı sisteme dâhil olan ülkeler arasında önemli ölçüde dayanışmayı ge­rektirdiğini akıldan çıkarmamalıyız. Bir “İslâm uyanışı” var­sa, elbette bunun birtakım asgarî siyasî neticeleri de düşü­nülmelidir.

İslâm ülkeleri arasındaki münâsebetleri, birbiriyle alâkalı olmakla birlikte dâima aynı istikamette olmayan iki temayül açısından ele almalıyız. Bunlardan birincisi idâreci zümrelerin yâni devlet temsilcilerinin siyasî seviyedeki mü­nâsebetleri, diğeri ise İslâm milletlerinin birbirlerine karşı tutum ve davranışlarıdır. Hepimiz biliyoruz ki en demokra­tik ülkelerde bile devletlerin dış politikaları onların kamu­oyunu aynen yansıtmaz. Vatandaşın görüş açısından millet­lerarası münâsebetlerle devlet açısından aynı münâsebetler çok defa farklı olagelmiştir. Devletler arasında “çıplak men­faat” dâima ön plânda geldiği hâlde halkın sevgi ve nefretle­ri, hesap ve menfaat düşüncelerini çok defa geride bırakır. Bugün müslüman ülkelerde -Türkiye hâriç- idâreci elitlerin demokratik usûllerle iş başına gelmedikleri düşünülürse, devlet politikası ile kamuoyu arasında dâima önemli farkla­rın olabileceğini peşinen kabul etmeliyiz.

İslâm devletleri arasında Pakistan ayrı bir tarih için­den geldiği için onun İslâm dünyasına karşı tavrı hep müsbet olmuştur; başka hiçbir İslâm devletiyle hoşnutsuzluğa yol açabilecek herhangi bir münâsebeti de olmamıştır. Hin­distan müslümanları İngiliz istilâsı altında yaşarken, İngiliz – ler’in karşısında bulunan İslâm devletine, yâni Osmanlı İm­paratorluğuna büyük bir yakınlık ve bağlılık göstermişler­dir. Millî Mücâdele sırasında Hind müslümanlarının Türki­ye’ye siyasî ve malî yardım için kurmuş oldukları “Hilâfet Cemiyeti”nin Türkler ve Türkiye lehindeki faaliyetlerinden daha önce bahsettik. Hind müslümanlarmın büyük bir kısmı Pakistan devleti hâlinde istiklâl kazandıktan sonra da aynı sıcak ilgiyi ve sevgiyi göstermeye devam etmişlerdir. Bunla­rın dışında Uzakdoğu’nun ve Afrika kıtasının birçok müslü­man toplulukları, özellikle İkinci Abdülhamid’in hilâfet si­yaseti sâyesinde, Türkiye ile manevî bir irtibat hâlinde bu­lunmuşlardı. Ancak, İmparatorluğun siyasî hâkimiyeti için­de yaşamış ve yakın zamanda ondan ayrılmış bulunan müs­lüman ülkelerde oldukça farklı bir tavra rastlıyoruz. Esas itibâriyle Araplar’dan meydana gelen bu İslâm toplulukla­rından bâzıları, henüz milliyetçilik cereyanlarının her tarafı sarmadığı bir zamanda AvrupalIların istilâsı vâsıtasıyla İm­paratorluksan ayrılmışlardır, kı meselâ Kuzey Afrika ülke­leri bunlar arasındadır. Buralarda öbür İslâm devletlerine ve özellikle Türkiye’ye karşı bir husûmet sözkonusu değil­dir. Buna karşılık Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler le iş­birliği ederek imparatorluksan kopan Arap ülkelerinde Türk aleyhtarlığı önce Ingiliz sömürge İdâresinin, sonra da yerli hükümetlerin ısrarla üzerinde durup teşvik ettikleri bir konu olmuştur. Sonradan istiklâl kazanmış bütün ülkelerde olduğu gibi buralarda da milliyetçiliğin en önemli unsurla­rından biri daha önceki siyasî idârenin aleyhinde bulunmak, memleketin talihsizliklerini onlara yüklemektir. Özellikle bu ülkelerin Osmanlı birliğinden çıkmaları ile Avrupalı mandasından kurtulmaları arasında geçen uzun zamanda (yâni Birinci Dünya Savaşı sonu ile İkinci Dünya Savaşı so­nu arasında) kültür faaliyetine Avrupalıların hâkim olmala­rı yüzünden, Araplar onların yazdıkları ve kendi düşkünlük­lerinin yegâne sebebi olarak Türkleri gösteren tarih kitapla­rıyla yetişmişlerdir. Bu kitaplar hâlen ortadan kalkmış de­ğildir. Cumhuriyet devrinde Türk yöneticilerinin Avrupacı politikası ise onların İslâm dünyasından yüz çevirdikleri intibâını uyandırmış ve bu propagandanın bir parçası olarak kullanılmıştır.

Araplar nasıl Türkler zamanını bir sömürge devri olarak görüyorlarsa, Türkiye’de de Araplar’la bir arada ol­duğumuz günlere karşı düşmanlık, modernist aydın tabaka­nın en belirgin özelliklerinden biri olmuştu. Türkiye’de bu yönde yapılan şiddetli propagandanın tesiriyle, bugün bâzı aydınlarımız arasında Araplar’ın bizi dil ve din yoluyla “Türklüğümüzden ayırdıkları” şeklinde bir kanaat yerleşmiş­tir. Bir taraftan Batılılaşma hasreti, bir taraftan ilk cumhuri­yet idârecilerinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki bâzı Arap li­derlerinin ihânetinden duymuş oldukları dehşet, özellikle okumuş tabaka arasında Arapları sevimsiz hâle getirmiş bu­lunuyor. O kadar ki, bugün Türkiye’de pekçok aydın Suudî Arabistan’ın İngilizler’le işbirliği edip Türkleri arkadan vu­ran bir âilenin ülkesi olduğunu zanneder; halbuki bu ihânet Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları tarafından yapılmış olup, Suudî Arabistan’ın kral âilesi onları mağlûp ederek Arabis­tan’a hâkim olmuş bulunmaktadır.

Aradan geçen zamanla gerek Arap ülkelerinde Türk düşmanlığını teşvik eden idârelerin, gerek Türkiye’de İslâm dünyasına sırt çevirme politikası güdenlerin başarısızlıkları su yüzüne çıktıktan sonra bu tavırlarda önemli ölçüde değiş­meler görülmektedir. Bu arada bâzı Arap ülkelerinin petrol zenginliği dolayısiyle onlarla diğer müslüman ülkeler ara­sındaki yakınlaşma mecburiyetinin de bu değişmeyi hızlan­dırdığı muhakkaktır. Fakat devlet politikaları dışında İslâm ülkelerini birbirlerine bağlayan çok derin ve yaygın bir cere­yan vardır ki bu da her ülkenin İslâmcı aydınları tarafından İslâm’ın bütün meseleleri hakkında yapılan yayınların uyan­dırdığı düşünce atmosferidir. Hükümetler arasında zaman zaman yakınlaşma veya uzaklaşma, yahut kayıtsızlık gibi ta­vırlar birbirini tâkip ederken, bunların gerisinde dâima da­ha fazla yakınlık ve sempati yolunda gelişen bir duygu ve düşünce birliği görülmektedir. Bir İslâm ülkesinde yazılan veya Batı’da İslâm hakkında yazılan bir kitap kısa zamanda bütün İslâm ülkelerinde yankılar uyandırıyor, her ülkenin kamuoyunda diğer İslâm ülkeleriyle münâsebetlerin gelişti­rilmesi için kuvvetli temâyüller ortaya çıkıyor.

Devletler seviyesindeki siyasî münâsebetlerde deği­şen siyasî ve İktisadî konjonktür önemli rol oynadığı hâlde, bu ülkelerdeki kamuoyunun daha köklü ve devamlı motiv- lerle hareket ettiği muhakkaktır. Bunların petrol temini ve­ya dış pazar gibi endişelerden çok İslâm dünyasının bir bü­tün olarak güçlenmesi üzerinde durduğu görülmektedir. Ni­tekim İslâmcı yayınlarda politikadan ziyâde kültür ve mede­niyet meseleleri işleniyor, İslâm dünyasının Batı ve komü­nist blok karşısında tek tek milletleri aşan umumî problem­leri ele alınıyor. İslâm ülkeleri öyle iki yabancı dünya ara­sında kalmışlardır ki, bunların birine veya öbürüne asimile olmaları imkânsızdır. Komünist bloka girmenin ölüm oldu­ğunu artık herkesin anlamış olması gerekir. Batı dünyasına gelince, müslümanlar bu dünyanın da ya marjında, ya tamâ- miyle dışında kalmışlardır. Batı ayrı bir dünyadır; tarihî ge­lişmesiyle, sosyal organizasyonuyla, manevî temelleriyle, İk­tisadî ve siyasî kaderiyle hep ayrı bir dünya olmuştur. Müs­lümanlar bu iki yabancı âlem karşısında müstakil bir hüviyet taşımanın şart olduğuna inanmaktadırlar, bu hüviyet ise İs­lâm Dünyası diye ayrı bir blokun teşekkülü hâlinde sözko- nusu olabilir. Müslümanlar bu yönde bir siyasî şuurun gelişmesini İslâm kültür ve medeniyetinin şahsiyet kazanması için şart görüyorlar, zira ancak bu birlik şuuru içinde daya­nışma ve ortak eserler vücuda getirme imkânı doğacaktır.

Biz sosyal ve kültürel meselelerle ilgilendiğimiz için meselenin siyasî taraflarını konu dışı bırakıyoruz. Ancak bu ikisinin, yâni kültür ortaklığı ile siyasî yakınlaşmanın birbi- riyle pek yakından ilgili olduğunu, çünkü karşımızda siyasî hudutları aşan bir problemin bulunduğunu unutmamalıyız. Bu açıdan İslâm dünyasındaki siyasî liderlik konusuna kısa­ca da olsa dokunmak gerekiyor. Devletler arasındaki bir po­litika, elbette o politikaları yapan kimselerin kaliteleriyle sı­kı sıkıya bağlıdır ve İslâm dünyasının meselelerini bu açıdan düşünerek liderlik yapabilecek çapta devlet adamlarının yolduğu dâima şikâyet konusu olmuştur.

İslâm’daki siyasî “kaht-ı ricâl” muhakkak ki bir iki se­bebe bağlanarak izâh edilemeyecek kadar girift bir hâdise­dir, fakat en az kırk yıldır İslâm dünyasında bu dünyanın meselelerine hakkıyla vâkıf olan ve onları üstlenebilecek bir siyasî ufka, bir yüksek basîret ve mahârete sahip liderlere rastlamadığımızı kolayca söyleyebiliriz. Özellikle Arap dün­yasında zaman zaman hiçbir itimâd uyandırmayan, hiçbir ciddî intibâ vermeyen kimselerin iktidâra geldiği görülmek­tedir. Bu gibi kimselerin ayrıca milletlerarası teşebbüslere kalkışmaları ele alman meselelerin ciddîyetiyle uzlaştırıl­mayan bir mâcerâ görüntüsü yaratıyor. İslâm davâsı ile or­taya çıkanların bu davâya dayanak olmak üzere ortaya sağ­lam tıkirler ve sağlam şahsiyetler yerine para ve petrol koy­maları gerçekten ümit kırıcıdır. Fakat öyle anlaşılıyor ki İs­lâm âlemi siyasî bakımdan anakronik bir hayat yaşamakta­dır ve bu hayat devam ettiği müddetçe liderlik buhrânı de­vam edecektir. Bütün dünyanın demokratlaştığı bir çağda geleneksel siyasî müesseseleri ayakta tutmaya çalışmak pek büyük fedakârlıklar isteyen birşeydir ki, hiyerarşinin tepe­sinde bulunanların kalitesizliği bu fedâkârlıklar arasında sa­yılabilir.

Rejimin anakronizmi İslâm’ın milletlerarası mesele­lerinin ele alınması için çok gerekli olan liderler bakımın­dan sıkıntı doğurduğu gibi, siyasî liderlik seviyesinin dışında bu meselelerle ilgilenecek şahıs veya teşekküllerin çalışma­sına da engel olmaktadır. Demokratik olmayan bir rejimde iktidardaki elit kendi dışında hiçbir organize kuvvete imkân vermediği için, kendi başına halledemediği meselelerin baş­ka kanallardan ele alınmasına da müsâade etmez. İslâmcılık konusunda devletin resmî bir politikası vardır, bu politikayı yürüten elitin dışında ferden bâzı fikirler öne sürenler belki bulunabilir, ama teşkilâtlı bir gayrete hiçbir zaman müsâade edilmez. Türkiye çok partili hayata geçerek bu safhayı atlat­mış bulunuyor, ama onun dışındaki İslâm ülkelerinin he­men hepsi ya askerî inkılâp hükümetleri veya hânedanlar tarafından idâre edilmektedir ve bu tip rejimler her türlü plüralizme engeldir.

EK

Milletlerarası İslâm dayanışması İslâm toplulukları­nın müstakil devletler hâlinde birbirleriyle münâsebette bu­lunması demektir. Bugün böyle bir dayanışma yolunda pek büyük adımlar atıldığına şâhit oluyoruz. Fakat İslâm dünya­sının oldukça büyük bir kısmı henüz bu dayanışma dâiresine katılacak bir hüviyetten mahrum bulunuyor. Dünyada kabîle topluluklarının bile siyasî istiklâl kazandığı bir zamanda millet çapındaki İslâm topluluklarının esâret hayatı yaşama­ya devam etmesi, insan hakları adına utanç vericidir. İşin daha kötüsü İslâm dünyası zamanla bu yolda kayıplarını azaltacak yerde artırmıştır. Daha dün müstakil bir devlet olan Afganistan, Rus ordularının işgâli altına girdi; Habe­şistan müslümanları ve Filipin müslümanları en ağır esâret zincirleri altında, hattâ katliâm hâlindedirler. Filistin müslü- manları vatanlarından sürülmüş, sefâlet içinde mücadele ediyorlar.

Bütün bunlar İslâm’ın vicdânına acı veren durumlar­dır. Fakat bir şeyin ıztırâbını çekmek, hiç değilse o derdin farkında olmak ve bir çâre düşünmek manâsına gelir. İslâm dünyasının âdeta unutulmuş bir büyük kitlesi bu ilgiyi bile görmekten mahrum bulunuyor. Bunlar Sovyet işgâli altında yaşayan Türk topluluklarıdır. Sovyet müslümanları denince akla bunlar gelir, çünkü Sovyetler Birliği’nde resmî rakam olarak bildirilen kırk üç milyon müslümanın pek büyük kıs­mı Türk müslümanlarıdır.

Sovyet müslümanları ihtilâlden sonra Kızılordu işgâline uğradıkları zaman önce mukavemeti denediler, fakat bu onlara çok kan ve cana mal oldu. İçlerinden bir kısım ileri-gelen aydınlar kendi ülkelerinde sosyalist rejim kurmak suretiyle müstakil varlıklarını devam ettirmek istedi, hattâ bâzıları (Mir Sait Sultan Galiev ve Necmeddin Efendiev gi­bi) Pan-Türkist, Pan-İslâmist bir sosyalizmin savunuculuğu­nu yaptı. Fakat Stalin devrinde bunların hepsi tasfiye edildi­ği gibi, memleketleri de Sovyet Cumhuriyeti adı altında doğrudan doğruya Moskova’nın emir ve direktiflerine bağlı birer sömürge bölgesi hâline getirildi. Bütün bunlar herke­sin bildiği gerçeklerdir.

Sovyetler Birliği idârecileri uzun zaman Türkler ara­sında milliyet ve din duygularını ortadan kaldırmak için ate­izm propagandasından sünneti yasaklanmaya, hocaları idâm ettirmeye, câmileri kapatmaya kadar herşeyi yaptı. Fakat İs­lâm Dünyası ile olan münâsebetlerini düzeltmek, dışarıdaki müslümanlara Sovyet müslümanlarının “ileri” (yâni sanâyileşmiş) hayatım göstererek onları imrendirmek maksadıyla eskisinden oldukça değişik bir politika uygulamaya başla­mıştır. Şu anda Sovyet müslümanlarının dinî liderleri, dinî merkezleri ve birkaç tane açık câmileri vardır; dış müslü­man ülkelerden sık sık heyetler dâvet edilerek bu merkezler ve liderler onlara gösterilir, Sovyet idâresi altında din hürri­yetinin pekâlâ bulunduğu isbât edilmeye çalışılır. Sovyet hü­kümetinin maksadı bu yollardan Sovyet komünizmini öbür müslüman ülkelere ihrâç etmektir. Fakat öyle görülüyor ki bu temaslardan asıl etkilenenler dış müslümanlardan ziyâde Sovyet müslümanlarıdır. Şimdi onlar İslâmiyet etrafında ay- n bir şahiyet sahibi bulunduklarını, bu şahsiyetleri itibâriyle ülke dışında milyonlarca insanla kardeş olduklarını daha iyi görebilme durumundadırlar. O kadar ki, Sovyetler’in yerli halkla daha iyi temas kurabilme maksadıyla işgâl ordusu içinde Afganistan’a gönderdiği müslüman-Türk askerlere, karşılarında dinden çıkmış sapık düşmanlarının bulunduğu anlatılmaktadır. Buna rağmen bu askerlerden gerçeği farkederek İslâm mücâhitleri saflarına katılanlar görülüyor.

Sovyet müslümanlarının en büyük tâlihsizlikleri, hiç­bir kıpırdamaya imkân vermeyecek kadar sert bir boyundu­ruk altında bulunmalarıdır. Karşılarında isyân etmekle kur­tulabilecekleri cinsten bir kuvvet olmadığı gibi, bu kuvvetin karşısında herhangi bir dış destek ve yardım, hattâ ilgi göre­cek hâlde değildirler. Bu vaziyette en çok başvurdukları bir yol, içeride din birliği vâsıtasiyle daha geniş bir dayanışma grubu teşkil etmektir. O kadar ki, bunların bir kısmı sırf müslüman kitlenin büyüyerek kuvvetlenmesini temin açısın­dan Güney Azerbaycan’ın ve Kuzey Afganistan’ın da Sov­yetler Birliği’ne ilhâk edilmesine taraftardırlar.

Sovyet müslümanları başka bir milletin toprakları üzerinde yaşayan azınlıklar değildir; bunlar Rusya tarafın­dan devletleri yıkılmış ve ülkeleri işgâl edilmiş insanlardır. Müstakil müslüman devletlerin bugünkü dünya şartları al­tında onların hürriyeti için bir kampanya açması düşünüle­mez, fakat bu halkların kendi kaderlerini bizzat tâyin ede­bilmeleri için onlarla ilgilenmesi İslâm dayanışmasının asga­rî şartı sayılmalıdır.