Ahmet B. ERCİLASUN: EROL GÜNGÖR HAKKINDA

EROL GÜNGÖR

HAKKINDA

 

Doç. Dr. Ahmet B. ERCİLASUN

Töre’nin 133. sayısında (Haziran 1982) derginin 12 yılını değerlendirirken «Erol Güngör kültür problemini inceledi. Kültür meselemizin farkına varamadığımız inceliklerini ilmi bir gözle, fakat çok açık bir üslûpla ortaya koydu» cümleleri ile Güngör’ün dergimizdeki yerini belirtmiştim. Onu sonsuzluğa uğurladıktan hemen sonra Yeni Düşünce Dergisi de benden birkaç satır isteyince şunları yazmışım : «Cemiyetimizin bugünkü durumu hakkındaki tahlilleri; bizim düşünüp de ifade edemediğimiz, yahut şuur altından şuur üstüne bir türlü çıkaramadığımız neticeleri herkesin anlayabileceği bir dille ve çok vâzıh bir şekilde ortaya koyuyordu.»

Bir yıl ara ile yazdığım yazılarda Erol Güngör hakkında hemen hemen aynı şeyleri söylemişim. Demek ki bana en çok tesir eden bu iki cephesi imiş: Cemiyetimiz ve kültürümüz üzerindeki bizim farkına varamadığımız, şuur üstüne çıkaramadığımız incelikleri yakalayan tesbitleri, tahlilleri ve üslûbundaki açıklık.

Güngör’ün de çok yakını olan Işınsu’ya yıllar önce çok uzaklardan yazdığım bir mektupta üslûp meselelerine temas etmiştim. Şunları yazdığımı hatırlıyorum : Bence mükemmel bir üslûp hem vâzıh olmalı, hem kesif. Fakat bu ikisini birleştirmek o kadar zor ki.. Vâzıh olsun, herkes anlasın istediğimiz zaman yazıdaki kesafet (yoğunluk) kayboluyor; kesif yazdığımız zaman da yazının anlaşılırlığı azalıyor. Ne olursa olsun vuzuh ve kesafeti birleştirmek üslûptaki en büyük endişemdir…

Galiba o zaman bazı örnekler de vermiştim, şimdi hatırlamıyorum. Erol Güngör işte bu meseleyi halletmiş bir yazardı. En girift meseleleri, en kısa yoldan ve en anlaşılır şekilde ifade etmeyi biliyordu. Kendisini bir yazar ve sosyal ilimci olarak ilk defa tanıdığımız Yol dergisinde bu özelliği ile hemen dikkati çekiyordu. 1960’ların ilk yıllarında çıkan Yol, Türk milliyetçilerinin bugün de örnek almaları gereken, çok üst seviyede haftalık bir dergi idi. Güngör’ün oradaki yazıları marksizmin tenkidi ile ilgiliydi ve o yazılarla beslenen bizler için marksizme kapılmak artık mümkün değildi.

Daha sonra Güngör’ü Töre’nin devamlı yazarları arasında gördük. On yıl öteden yazılarımı aradığım Töre’nin her sayısında onun da imzasını görmek doğrusu bize gurur veriyor. Çağımız Türkiyesinin en büyük mütefekkiri ile aynı sayfaları paylaşan biz Töre yazarları ne kadar gururlansak azdır. Dergimizdeki yazılarıyla Erol Güngör, milliyetçi gençlerin devamlı aradığı bir düşünür yazar haline geldi. Daha sonra pek çoğu «Türk Kültürü ve Milliyetçilik» adlı eserinde toplanan bu yazılarında Güngör; Türk milliyetçiliğinin kültür temellerini araştırıyor, millî kültürün dinamik yönü üzerinde duruyor, kültürümüzden ve halktan kopmuş olan Türk aydınını ilmin teşrih masasında inceliyordu. Aynı yıllarda Türk Edebiyatı dergisindeki yazılarında bilhassa tarih romancılığının şartları üzerinde, bu tür roman yazarlarının dikkatle okumaları gereken ilgi çekici fikirler ortaya koyuyordu. Osmanlı cemiyetinde tasavvuf cereyanlarının rolünü de yanılmıyorsam ilk defa bu dergideki yazılarında araştırmağa başlamıştı.

Onu 1975’lerde Orta Doğu Gazetesinin baş yazarı olarak görüyoruz. Milliyetçi Cephe hükümetinin kurulmasında önemli rol oynayan ve kaliteli bir günlük gazetenin çok iyi örneğini veren Orta Doğu, bilhassa onun yazıları sayesinde seviyesini asla düşürmüyordu. Erol Güngör bu gazetedeki baş yazılarında günlük politikaya da temas ediyordu, ama onun yazıları o güne kadar alıştığımız politika yazılarına hiç de benzemiyordu. O, ne objektif olma sevdasıyla hiçbir fikir beyan etmeyen, çoğu defa sadece olayları özetleyen yazarlara benziyor; ne de bir politikacıdan farksız davranan yazarlar gibi yazıyordu. Günlük politika meselelerini, sosyal ilimlerin, tarihin ve millî kültürün süzgecinden geçiriyor, sonra da en öz ve anlaşılır bir şekilde yazıya döküyordu. Öyle zannediyorum ki onun milliyetçi geniş kitle tarafından tanınmasını ve bu kadar sevilmesini sağlayan; son yıllarda birbiri ardına çıkan kitaplarıyla ve idareciliği ile birlikte, o günlerde Orta Doğu’da yazdığı yazılardır.

1980’den sonra bütün milliyetçi dergilerde yazdı : Yeni Sözcü’de, Yeni Düşünce’de, Doğuş’ta ve Hamle’de. Her yazısında daima orijinal ve yeni fikirler bulduk. Ben Erol Güngör’de bir fikrin bıktırıcı tekrarına veya kötü ifade edilişine hiç rastlamadım. Pek nâdir de olsa iştirak etmediğim fikirlerinde bile daima faydalı bir taraf gördüm.

1980 yılının son günlerinde Sisav’ın düzenlediği «Türk Dili» Seminerinde beraber bulunmuştuk. O, biz dilcilerin sık sık üzerinde durduğumuz konuya yepyeni bakış açıları getirmişti. Bunlardan çok çarpıcı bulduğum bazı paragrafları buraya almakla onu daha iyi anlatmış olacağımı düşünüyorum : «Türkçenin kaybolması memleketimizdeki. yaygın cehaletin eseridir. Her hangi bir Batı ülkesinde devlet bütün kuvvetlerini seferber etse, yine de masa başında uydurulmuş bir dili kimseye kabul ettiremez; çünkü oralarda böyle bir teşebbüse karşı ilmi, kültürü ve akl-ı selimi temsil eden kuvvetli çevreler vardır. Türkiye’de uydurma dilin yakın zamanlara kadar pek az bir yol almış olması boşuna değildir ve bu dilin yaygınlaşması ile kültür seviyesinin düşmesi arasında kuvvetli bir münasebet vardır. Uydurma dilin şu son yirmi yılda her tarafı sarmış görünmesi, Türkiye’de kitle seviyesinde bir kültürün aydınlarla halk kitlelerini aynı çizgi üzerinde birleştirmesinden ileri gelmektedir. Artık aydınların da kitlelerin de dili öğrendikleri yer, kitle haberleşme vasıtalarıdır, herkes televizyon dilini konuşur hale gelmiştir… Bu dile bakılırsa, Türk milletinin mazisi cumhuriyete kadar bile dayanmaz; Türk milleti her on yılda bir hafızasını kaybeden bir hasta durumuna düşürülmüştür. Bu dil hareketinin altında milliyetçilik duygusunun bulunduğu söyleniyorsa, ki gençlerimizin çoğu maalesef böyle zannetmekte ve bu duygularla kapılmaktadır, bu herhalde Türk milliyetçiliği olamaz. Çünkü millet olmanın en bariz vasfı insanları zaman ve mekân içinde birleştiren ortak noktaların bulunmasıdır. Dili tasfiye edenler henüz rejimi de sımsıkı ellerinde tuttukları bir zamanda uydurmacılık yerine, meselâ mevcut Batı dillerinden birini resmî dil olarak kabul etseler, bütün yeni nesilleri o dille yetiştirmeye çalışsalardı belki bu kadar vahim bir kültür buhranı içinde olmazdık. En az kırk yıl uğraştıktan sonra henüz istikrarlı, yani on yıl sonra devam edeceğinden emin bulunduğumuz bir dil kurmuş değiliz; öyle olsa bile bu dilde okuyup istifade edeceğimiz bir tek değerli eser mevcut değildir. Bu dilin tarihi, edebiyatı, folkloru, ilmi, felsefesi, metafiziği, hiç bir şeyi yoktur. Bu dilin sahibi olan bir millet, insanlığın binlerce yıllık macerasına yeni başlıyor demektir: Şimdilik bir takım sesleri alfabe işaretleriyle yazmayı öğrenmiştir, eğer bir gün bu sesler ve işaretlerin mânâları konusunda memleket çapında bir anlayış sağlayacak olursa ondan sonra bir edebiyat kurmak yolunda ilk adımları atabilir ve belki bin yıl sonra okunmaya değer bir eser de yaratabilir.»

1982- 1983 yıllarında Devlet Plânlama Teşkilâtının bazı komisyonlarında da beraberdik. Umumiyetle fikir birliği içinde olduğu arkadaşlarıyla bir arada bulunmak ona haz veriyordu. Yılların ortak birikimini yansıtan raporlar üzerinde fazla konuşmuyor, ancak çok önemli bulduğu noktalara bir iki cümle ile temas ediyordu. En çok merak ettiği, bizimle bulunamıyan fikirdaşlarımızdı. Öğle tatilinde hemen, onlardan haber alacağımız mahfillere uğrardık.

Sekiz aylık rektörlüğü, bizler için âdeta efsaneleşmişti. Onun Konya’da sekiz ayda yaptıklarının yankılarını merak edenler, şimdi köylüsüyle, kasabalısıyla Konyalıların nasıl yandığına baksınlar. Töre dergisinin son sayılarından birinde (Haziran 1980) «Küçük Şeyler» adlı, nedense bana sevimli, fakat biraz da burukça gelen bir yazısı vardır. Orada aydınların, hattâ milliyetçi aydınların halkla bütünleşememelerinin küçük gibi görünen sebeplerini anlatır. «Gözle görülebilen davranış normları» dediği bu küçük sebepler için bir de örnek verir: «İçki meclisinde küple rakı devireni hoş gören insanlar (halk), akşam üzerleri lüks bir otelin lobisinde yarım kadeh viski içen biriyle kendileri arasında dağlar kadar fark görürler.» Bu çok açık ve sade satırlar, onun kendi ilim sahasının mevzûudur. Doçentlik tezinde şahıslar arası ihtilâfların psikolojisini incelemiş, bu konuda vardığı neticeler İngilizce olarak da neşredilmiş ve ilim dünyasının ilgisini toplamıştır. Sosyal psikolojinin böyle kompleks bir meselesini bu kadar sade örneklerle anlatabilen Erol Güngör, galiba «Küçük Şeyler»e de dikkat edebilen bir aydın olduğu için Konyalıların bu ölçüde sevgisini kazanabilmiştir. Onun bir cazibe merkezi olarak Selçuk Üniversitesinde meydana getirdiği kadro, sekiz ayda hepimizi imrendirecek bir seviyeye ulaşmıştır.

Erol Güngör, çeşitli yönleriyle uzun uzun üzerinde durulması ve tahlil edilmesi gereken bir muharrir, âlim ve mütefekkirdir. Günlük yazıları, cemiyetimizin bugünkü meselelerini tahlil edişi, millî kültürümüz ve tarihimiz üzerindeki düşünceleri, milliyetçiliğin fikir tarihi üzerindeki yazıları, bugünün şartlarında İslâmiyet ve tasavvufun meseleleri hakkındaki görüşleri, marksizmi tahlil ve tenkid eden makaleleri, sosyal psikoloji alanındaki meslekî çalışmaları, tercümeleri ve nihayet uslûbu ayrı ayrı üzerinde durulması gereken konulardır. Bunlar üzerindeki münferit tetkikler, onu kendisinden yaşça pek de uzak olmayan yeni nesillere daha iyi tanıtacaktır.

KAYNAK: TÖRE, (Haziran 1983) 145: s.4-7