Töre Yazı Ailesi – Röportaj
DOÇ. DR. EROL GÜNGÖR İLE BİR KONUŞMA
KONUŞAN: DENİZ DAĞOĞLU
_______________________________________________________
Yazı ailemizin en güçlü kalemlerinden biri olan sayın Erol Güngör, Türkiye’deki “ilim adamı” boşluğunu, gerek çalışmaları, gerek şahsiyeti ile ve lâyıkı veçhile dolduran nadir kıymetlerimizdendir. Töre yazı ailesi içinde bulunması ile daima iftihar ettiğimiz, alçak gönüllülüğün ve dostluğun timsali olan hocamıza sorularımıza cevap vermek lûtfunda bulunduğu için samimiyetle teşekkür ederiz.
_______________________________________________________
S— Muhterem hocam, kısaca hayatınızdan bahseder misiniz?
C— 1939 yılında Kırşehir’de doğdum. Ailem orada Hacıhafızlar diye bilinir. İlk ve Orta Tahsilimi Kırşehir’de yaptıktan sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girdim. Bir yıl sonra merhum Profesör Mümtaz Turhan’ın teklif ve tavsiyesiyle Hukuk Fakültesi ikinci sınıfından ayrılarak Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’ne girdim ve oradan 1961 yılında mezun oldum. Aynı yıl Prof. Turhan’ın yanında Tecrübî Psikoloji asistanı olarak 1965 yılında doktoramı yaptım. Bir müddet A.B.D.’de Colorado Üniversitesi’nde ihtisas tahsili ve araştırma yaptıktan sonra 1971 yılında İstanbul Edebiyat Fakültesi Tecrübi Psikoloji Kürsüsü’nde doçent oldum. Halen bu kürsüde sosyal psikoloji okutuyorum.
S— İki yıl Amerika’da bulundunuz; Avrupa ve Amerika üniversiteleri ile Türkiye üniversiteleri arasında,
a — İlmî seviye ve ciddiyet
b — Memleket meselelerine karşı tavırlar
c — Yapılan öğretimi, pratik ve nazari değerler bakımından mukayese eder misiniz?
C—Avrupa ve Amerika Üniversiteleri arasında birçok farklar bulunmakla beraber bunlar bizim üniversitelerimizle karşılaştırılınca daha çok benzer tarafları gözümüze çarpmaktadır. Aradaki en büyük ve temelli fark, benim kaııaatımca, batı üniversitelerinin çok eski bir geleneğe sahip olmasıdır. Bu gelenek onları hem idarî bünye, hem de ilmî seviye bakımından bizimkilerden çok farklı kılmaktadır. İlmin ilerlemesi herşeyden önce geleneğe ve muhite bağlıdır, bu iki şeyden mahrum bulunan Türk üniversiteleri ferden parlak zekâlara sahip olsa bile müessese olarak büyük bir varlık gösteremiyor.
Memleket meselelerine karşı gösterilen ilgi bizdeki manâsıyla anlaşıldığı takdirde kendimizi çok ileri sayabiliriz. Batıda -bilhassa İngiltere’de ve Amerika’da- üniversiteler memleket meseleleriyle değil, bu meseleleri çözecek kalitede insan yetiştirmekle uğraşırlar. Türkiye’de talebeye bu istikamette kuvvetli bir eğitim verilmek yerine çok defa onun heveslerine, batıl itikatlarına, hattâ siyasî ihtiraslarına, bazı hocalar da kendilerini uydurmaktadırlar. Bugün Sıkıyönetim Mahkemeleri önüne çıkan üniversite hocalarının çoğu sokaktaki talebe hareketinden sonra ideoloji sahibi olmuşlar, kendi talebelerinin tezgâhında birer çırak durumuna düşmüşlerdir. Üniversitelerdeki ilmî ve idarî müsamahakârlılıkla talebe kendi eksikliklerinin dahi farkına varamayacak kadar mesuliyetsiz bir hale gelmiştir. Benim sınıfımda düzgün Türkçe ile üç cümle yazacak talebe parmakla gösterilir, ama bunların hemen hepsi Türkiye’nin kurtuluşu hakkında kesin formüllü reçetelere sahiptirler.
Amerikan üniversitelerinde Vietnam’a gitmek istemeyenlere bu işin yolunu göstermek üzere kurulan “talebe büroları” üniversitenin bina vesair imkânlarından rahatça faydalanır, ama akademik faaliyete sekte vuranlar, hattâ şahsî sebeplerle üniversite bahçesinde kavga edenler bile süratle üniversiteden uzaklaştırılırlar. Cehalete ve serkeşliğe katiyen müsamaha edilmez.
S— Bazı milliyetçi hocalarımıza göre, Tanzimattan bu yana garp kültürü emperyalizmi sol fikirlerin süratle yayılmasına zemin hazırlamıştır. Bu konudaki fikriniz nedir?
C—Batı kültürünün Türkiye’yi istilâ ettiği, bu istilânın da en sonunda solculuğa yol açtığı doğrudur, fakat bu hüküm bir tasvirden ibarettir, yani yapılan müşahedenin bir illiyet münasebeti halinde izahı verilmiş değildir. Herşeyden önce, kültür emperyalizmi tabiri bizim gözümüzü daima dışarıya çevirmekte, dışarıda birtakım düşmanlar aramaktayız. Türkiye’de devamlı bir kültür yıkımı olmaktadır, açılan boşluğu Batı kültürünün, hem de en seviyesiz şekliyle, girmesini tabiî karşılamalıyız. Solculuğu Türkiye’ye Batılılar sokmuş değildir, Türkiye de onu hususi bir suretle ithal etmemişti. Ancak, Türkiye’de sosyal kıymetler nizamı ve fikir seviyesi çöktüğü için, münevverlerimiz daha çok kitle seviyesinde ve ideolojik mahiyette fikirleri benimseyecek hale gelmişlerdir.
S— Son senelerde bir çok yazarın da katıldığı sol propaganda yoğun bir hal aldığı halde halk tarafından benimsenmemiştir. Solcular bunu, “halkın bilinçlenmemiş” olması ile izah ediyorlar, sizin fikriniz nedir?
C—Halkın gücüyle iktidara gelen bir solcu hareket hiç görülmüş değildir; hele Türkiye gibi halkının münevverinden daha kuvvetli sağduyuya sahip bulunduğu bir memleketle solculuk daima küçük bir münevver grubunun işi olarak kalır. Aslında “halkın bilinçlenmemiş olması”nı söylemek de bizdeki marksistlerin ne kadar kalitesiz olduğunu gösteriyor. Marksizme göre bilinçlenmek (şuur kazanmak) sadece burjuva, işçi ilh. gibi sosyal sınıflar için bahis konusudur, halbuki halk bir sosyal sınıf değildir. Yaymak istedikleri ideolojiyi dahi bilmeyen cahil bir okur-yazar kitlesinin Türk halkı gibi en az bin yıllık imtihandan geçmiş bir halkı kandırması elbette düşünülemez.
S— Türkiye’de son yıllardaki anarşi hareketlerini sosyal psikoloji bakımından tahlil eder misiniz?
C—Türkiye’deki sol hareketin sosyal menşeini Töre’deki çeşitli yazılarımda kısmen açıklamaya çalıştım. Bu suali bir mülakat çerçevesinde cevaplandırmak kolay değildir. Şu kadarını söyleyebilirim ki, Türkiye’deki süratli sosyal değişme ve kültür değişmeleri en çok genç nesilleri tedirgin etmektedir, çünkü onlar, olgun bir vatandaş olarak girecekleri cemiyette kendilerini tatmin edecek hiçbir şey bulamamaktadırlar. Batılılaşma hareketleri neticesinde, gençlere örnek diye gösterilen kıymetlerin hemen hepsi de sahte, uydurma veya muhtevasız şeylerden ibarettir. Marksizmin bu boşluğu dolduracak bir kıymette olduğunu söylemek istemiyorum. Önemli olan, gençlerin kendi başlarına çare arayacakları bir boşluğa itilmiş olmasıdır.
S— Türkiye halihazırda ortak pazara geçiş dönemi için uygun bir ortamda mıdır, sizi endişelendiren taraflar var mıdır?
C—Ortak Pazar’a girmemizin iktisadi neticeleri benim ihtisasımın dışında kalan bir konudur. Şimdiye kadar iktisatçılarımızın ve politikacılarımızın da Türkiye – Ortak Pazar münasebetleri hakkında hiçbir ciddî tahliline rastlamış değilim. Hadisenin beni ilgilendiren tarafı, Avrupa karşısına elli-altmış yıllık bir kültürle çıkacak Türkiye’nin millî hüviyetini tamamen kaybetme tehlikesidir. Ortak Pazar’la olan münasebetlerimizin büyük ölçüde gelişmesi muhakkak ki rejim buhranına kesinlikle son verecek, komünizm tehlikesini de ortadan kaldıracaktır. Fakat ben Türkiye adının sadece büyük bir iktisadi işletmenin adı olarak kalmasından ciddi bir şekilde endişe ediyorum.
S— 1960 hareketinden sonra, değişik bir devreye girmiş bulunuyoruz. Bu devre bir çok istismarlara konu olmuştur ve bunun en son örneğini de Cumhuriyet Halk Partisi vermiştir. Sizce Türkiye’nin bugünkü durumu, bu yönde nasıl bir grafik çizmektedir? Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinde bulunduğu dönem, Türk siyasi hayatına ne gibi bir etkide bulunacaktır?
C— Cumhuriyet Halk Partisi Türkiye’nin çoktan geride bıraktığı bir zihniyetin ve organizasyon tarzının eseri olarak ister-istemez tasfiyeye uğrayacaktı. Bu tasfiyenin dışarıdan bir müdahaleye lüzum kalmadan kendiliğinden olması Türkiye’nin siyasi geleceği bakımından ümit verici bir işarettir. Şimdi bu partiden geriye kalan gruplar partinin uğradığı akıbete yanlış teşhis koymakta devam ederlerse siyasi hayatımızda başarılı bir rol oynayamazlar. Halk Partisi’nin tarihî mirası üzerinde yapılan kavga iki tarafa da büyük zarar verecektir, çünkü asıl tasfiye edilen şey şu veya bu grup değil, bizzat bu tarihî miras denilen şeydir. Üstelik bu tasfiye fiilen 27 Mayıs hareketiyle yapıldığı halde, resmiyete intikali oniki yıldır gecikmiş bulunuyordu.
S— Türkiye’nin istikbâli hakkında hem çok iyimser, hem çok kötümser olanlar mevcuttur, acaba sizin görüşünüz nasıldır?
C— Türkiye hakkında kötümser olanlar çok defa kötümserliğin bütün şartlarını kendileri yarattıktan sonra geriye çekilip “bu millet adam olmaz” demişlerdir. Ben onlar gibi düşünmek için bir sebep görmüyorum. Türk milleti bundan daha ızdıraplı fetret devirleri geçirdiği halde daima silkinip çıkmayı bilmiştir.
S— Sizin, Türk tarihi içinde Osmanlı İmparatorluğu dönemine, Cumhuriyetten bu yana aydınlarımızda görülenin dışında bir alâka ve bakışınız var. Tarihi hakikatler yönünden anlamı olan bu görüşün yaygınlaşması nasıl mümkün olur?
C— Benim Osmanlı Tarihi’ne bakış tarzım pek orijinal sayılmaz, ama münevver ekseriyetinin görüşünden çok farklı olduğu doğrudur. Osmanlı Tarihi’ne karşı ilgi memleketimizde gittikçe artıyor. Şimdilik bu ilginin en kuvvetli saiki, maalesef, içinde bulunduğumuz hal ve şartların verdiği sıkıntıdır, imparatorluk bütün dünyaya karşı yüzyıllarca ayakta kaldığı halde biz şu barış ve ittifaklar çağında bile her an devletimizin yıkılacağı endişesi içinde yaşıyoruz. Büyük çoğunlukla seçimleri kazanan bir iktidar, bir avuç komünist talebe ile başa çıkamadı. Üstelik, ileri gelen siyasî liderler ve yüksek mevkilerdeki münevverler halâ başarısızlığın sebebini başarı şansı olarak görmekte devam ediyorlar. Benim kanaatimce İmparatorluk’u iyi anlamadan Türk milletini iyi anlamaya imkân yoktur. Ben şimdiye kadar bu anlayışı erişmiş pek az münevver gördüm; bunlar arasında en kıymetlileri olarak Yahya Kemal’i ve çağımızın tanımaya fırsat bulamadığı merhum Dündar Taşer’i sayabilirim. Biz Yahya Kemal’i sadece bir şair olarak tanıyoruz, Dündar Taşer ise ancak kendisini yakından tanıyan bir avuç kişiyi aydınlığa kavuşturduktan sonra genç yaşta aramızdan ayrıldı. İmparatorluğa duyulan ilgiyi bir siyasî hareket sayacak vehimli kimseler bulunabilir, ama biz bilgiyi daima vehimden üstün tutmalı ve tarihin bu en büyük destanını bütün mısralarıyla öğrenmeliyiz. Bu bilgi aslında Türk kültürünün ve Türk medeniyetinin bilinmesi demektir. Ben bu konuyu Taşer’in büyük hatırasına ayıracağım bir makalede işlemek istiyorum.
S— Kültürümüzün büyük bir unsuru olan Türk musikîsi, son zamanlarda yeniden münakaşa konusu oldu. Sizce Türk musikisinin millî hayatımızdaki yeri ve istikbali nedir?
C— Musiki bir millî kültür’ün özünü teşkil eder, bu yüzden de bir kültürden diğerine aktarılması en zor olan unsurlardan biridir. Nitekim Türk müziğinin aleyhinde bulunanlar hep şu veya bu şekilde Türk kültürünün dışında yetişenler arasından çıkıyor. Bunların aleyhtarlığı sanat endişesinden değil, batılı olma ve ya batılı görünme heveskârlığından doğuyor. Ben batılı müzikologlar arasında bizim klâsik müziğimizi değersiz bulan tek kişiye rastlamadım. Sanattan anlayan bir kimse zaten “ya Türk müziği ya batı müziği” diye dogmatik bir tercih yapmaz. Meseleleri böyle siyah – beyaz tercihi halinde ele alanlara psikoloji’de biz “kapalı zihin” adını veriyoruz. Türkiye’deki batı hayranı kozmopolitlerle devrimciler işte böyle kafalarını mantıkî düşünceye ve yeni bilgilere kapalı tutan bir zümre teşkil ediyorlar. Nitekim bunlar Türk müziğinin aleyhinde bulunurlarken “Atatürk böyle istedi” demek dışında hiçbir ciddî ve ilmî delil göstermiş değillerdir. Türk müziğinin istikbali genellikle Türk kültürünün istikbaline bağlıdır. Türkiye’de millî bir kültür devam ettikçe Türk müziği de devam edecektir. Hakikatte, Türk müziği Türk okullarından ve Türk radyosundan çıkarıldığı zaman Türk kültürünün gücü onu yine yaşatmıştır. Yahya Kemal’in şu mısraları, müziğimizle milliyetimiz arasındaki münasebeti çok güzel ifade ediyor: “Çok kimse anlamaz eski musikîmizden; ve ondan anlamayan birşey anlamaz bizden”.
S— Yirminci yüzyılda Türk ve müslüman kalmak şartı ile kültür ve töre bakımından çağın medenî icaplarına uydurmak mümkün müdür, nasıl?
C— Bu sual yanlış sorulmuştur. Esasen Türk ve müslüman olmak medenî olmakla eş manâdadır. Ancak, çağın medeni icaplarından ne anlaşıldığının açıkça belirtilmesi gerekir. İlericilerin bize medeniyet diye gösterdikleri şeylere uymak için Türklük ve müslümanlıktan değil, alelade insanlıktan da çıkmak gerekir; ama insanlara daha çok huzur ve refah verecek bir yaşama seviyesine ulaşabilmek için Türk ve müslüman oluşumuz en büyük avantajımızı teşkil ediyor.
S— Türk fikir hayatında, bugüne kadar dergilerin mühim rol oynadığı düşünülürse, TÖRE’nin bu sahadaki yeri ve hizmeti akla geliyor, sizce bu hizmet yeterli midir, daha mükemmel nasıl olunabilinir?
C— Töre’nin yazarı olduğum halde şimdilik onun tesir sahası ve başarısı hakkında yeterli malûmata sahip değilim. Ben kendi hesabıma, sosyal hadiseleri ilim zihniyetiyle inceleme yolunda birkaç mütevazı örnek vermeye çalışıyorum.
S— Efendim, genç arkadaşlarda gördüğünüz eksiklikler nelerdir? Tavsiyeleriniz… Mutlaka okumaları icap eden bir kaç kitap ismi verebilir misiniz?
C— Genç arkadaşlarıma Türk kültürünü kendilerine öğretecek bütün eserleri okumalarını, bilhassa bu eserleri okuyabilecek bir Türkçe bilgisi kazanmalarını tavsiye ederim. Yahya Kemal’in bütün eserlerini, Dündar Taşer’in toplanacak makalelerini dikkatle okuyarak üzerinde düşünmelidirler. İdeoloji yerine fikir sahibi olmayı tercih ederlerse kendilerinden beklenen hizmeti yapabilirler.
TÖRE, Eylül 1972, 16:26-30.