Peyami SAFA: Yazının Esasları

Peyami SAFA

ÜSLÛP ÇALIŞMALARI

İşletme ve hareket (fonksiyon) hâlinde bulunan şuur ve umûmiyetle ruh muhtevalarının ifâde şekli üslûbu vü­cuda getirir. Kalıp hâline gelmiş düşünce tarzlanndan do­ğan beylik İfâde şekilleri vardır; Resmî üslûp, kanun ve umûmiyetle hukuk üslûbu, gazete üslûbu… gibi. Bunlar daha ziyâde gayn şahsî ifâde tarzları olduğu için, şahsi ve afektif (teessürı) unsurlara ihtiva etmezler. Belirli ka­lıplardır: “Pencerelerden sarkmak tehlikelidir”, “Buradan çiçek koparmak yasaktır”, “Bu madde hükümlerine aykı- n hareket edenler bir aydan üç aya, kadar hapis edilirler” gibi ifâdelerde şahsi hiçbir temâyül, heyecan, düşünce tarzı olmadığı için, meşhur “üslûp insandır” hükmü bun­lara tatbik edilemez.

Husûsî mektuplarda, hâtıralarda ve her çeşit edebî yazılarda .şahsi bir karakter taşıyan düşünce mekaniz­ması. duygu ve heyecan tarzı ve şiddeti üslûba şahsîlik ve orijinallik verir. Halk tâbirleriyle, basma kalıp üslûp şe­killeriyle, beylik teşbih ve istiarelerle yazılan yazılarda şahsilik ve orijinallik payı azdır. Bunlar edebî değerden mahrum sayılırlar. Alışılmış, kullanılmış, yıpranmış (ru­tin hâlini almış) ifâde şekilleridir. Üslüb-ı âli (yüksek üslûp), Üslûb-ı müzeyyen (süslü üslûp), Üslûb-ı sâde (sâde üslûp) ilh… gibi üslûp nevileri ayıran eski edebi­yat, bu beylik ifâde tarzına da Üslûb-ı âdi .(âdı üslûp) adım verirdi.

Adi fikirlere ve ruh muhtevalarına orijinal bir ifâde şekli vermeğe çalışan suni üslûplar da vardır. Şahsîlik ve samimilikten mahrumdurlar.

Umûmiyetle, klişe hâline gelmiş adi ve lâübali üslû­bu samîmi üslûpla karıştırmak bize mahsus bir hatâ hâ­line gelmiştir. Sohbet ve yârenlik şeklinde yazılan yazı­larda bu âdîliğin samimîlik gibi görülmesi, yeni nesrimiz­de, basma kalıp bir ifâde tarzının revaç bulmasına sebeb olmuştur. Gençlik dergilerinde sık sık rastlanan bu ifâde tarzı şahsiyet farikasından mahrum olduğu için anonim bir “üslûp hâlini almaktadır.

Dünya edebiyatında “üslûp tiryakileri, üslûp merak­lıları, üslûp delileri, üslûp manyaklan” diyebileceğimiz büyük muharrirler vardır. Bunlar yazının ifâde tarzına ve plâstik değerine mânâları kadar  ehemmiyet verirler. Geçen asırda Fransız edibi Chateaubriant ve Gustaye Flaubert bunlardandı.

Chateaubriant meşhur “Atala” sının ölüm parçasını M. de Fontane’a okumuş ve şu cevabı almış: “Olmaz! Olmaz! Bir daha yazınız.”

Muharrir diyor ki:

“Daha iyisini yazacağımı sanmıyordum. Hepsini ate­şe atmak istiyordum. Sabahın sekizinden akşamın on bi­rine kadar masamın önünde kaldım. Başımı ellerime da­yadım. Yazamıyordum. O kadar ümitsizdim.”

Fakat geceyarısına doğru ilham gelmiş ve edebiyat kitaplarına geçen örnek parça yazılmış.

Atala’nın on ikinci baskısı bile her cümlesi tekrar tek­rar gözden geçirilerek, tartılarak, her kelimesi yoklana­rak tashih edilmiştir. Chateaubriant, “Les Martyres” adlı eseri için yedi sene çalışmıştır. Hâtıralarında diyor ki:

“Aynı sahifeyi yüz defadan fazla yazdım, bozdum, yeniden yazdım. Bütün eserlerim arasında dili en ku­sursuz olanı budur.”

Ve ilâve ediyor:

“Gençliğimde, aynı sahifeyi en az on defa yeniden yazmak için masanın başında on iki saat, on beş saat ka­lırdım. Yaş benim bu çalışma kabiliyetimden hiç bir şey eksiltmedi.” N

Akademiye giriş nutkunu da tam yirmi defa yeniden yazmıştır.

Flaubert’in meşhur, üslûp titizliği, daha hayret verici­dir. Kalem elinde, yıldırımlanmış gibi ölen bu romancı bütün hayatında kelimelerle boğuşmuştur. En acele yaz­dığı kitabım beş senede bitirmiştir. İlham perisine hiç gü­veni yoktu. Haftada en çok iki sahife yazardı. En küçük bir ahenksizlik, en yumuşak harflerin bile çatışması onu hasta ederdi. “Yüzünde keder hüküm sürüyordu, çizgilerin­de hüzün beliriyordu” veya “ağlıyordu” yerine “göz yaş­lan döküyordu” gibi adilikler onu tiksindirirdi. Aksine, orijinal olmak için aranan süslerden ve yeniliklerden de iğrenirdi. Meselâ, bir nehirden bahsedilirken “saltanatının hudutları” tâbirine rastlarsa haykırırdı: “Kahrolsun sal­tanat!”

Flaubert’in bâzan ‘bir kelime, hattâ bir. virgül için gece yatağından fırladığı, bütün gece, aynı sahifeyi beş altı defa yeniden yazdığı olurdu.

Bundan sonraki yazımda Flâubert’in üslûp çalışmala­rına ait misaller verirken, üslûp meselelerinin incelen­mesine uygun bir zemin bulabileceğimi umuyorum.

II

Madam Bovary ölmek üzeredir. Râhip son duasını oku­mak ve mukaddes yağla onun vücudunu oğmak için baş ucundadır.

Gustave Flaubert bu parçayı beş defa yazmıştır. Her birinde hangi unsurları eksik bıraktığı veyâ fazla buldu­ğu aşağıdaki denemelerinde görülüyor:.

BİRİNCİ YAZILIŞ

“Rahip, duasını okudu ve sağ elini uzatarak Allahtan mağfiret diledi ve gümüş bir kab içindeki yağa sağ elinin baş parmağını batırarak her parçasında günahlarının ye­rini arıyormuş gibi vücudunu uğalamağa başladı: Kapak­larım kapadığı gözler, burun deliklerini, dudakları, el­leri…”

Bu parçada “sağ elini uzatarak”, “gümüş bir kab için­deki” teferruatı fazla bulan muharrir, rahibin hareketle­rinde vücutla günah arasındaki alâkalan belirten işaret­lerin de eksik olduğuna hükmetmiştir.

İKİNCİ YAZILIŞ

“Rahip duasını okudu ve Allahtan mağfiret diledikten: sonra, sağ parmağını mukaddes yağa batırarak bütün vü­cut uzuvlarından günah kirlerini silmek için her birini uğuşturmağa başladı. İşaret parmağıyla göz kapaklarını kapadı. Evvelâ gözlere dokundu. O gözlere ki… Sonra ko­kuların hazzını alan burun deliklerine… Dudaklara, söz­lere ve oburluklara… Âşıklarının saçlarına dalan ve her türlü temastan zevk alan parmaklara…”

Bu yazılışta, beş duyunun hayattaki işleyişini ve gü­nahtaki rolünü eksik bulan muharrir, parçayı yeniden kaleme alıyor:

ÜÇÜNCÜ YAZILIŞ

“Vücudun bütün uzuvlarından günahın kirlerini sil­mek için, evvelâ gözleri, yeryüzünün bütün ihtişam ve . debdebesine iştahlandığı zaman alevlerle dolan uzun göz­lerini, sonra, vaktiyle ıhk rüzgârlar ve aşk kokuları içiıı genişleyen burun deliklerini, daha sonra, yalanların ince oburluğuyla sevgiler kekeleyen, bütün iştahlara iç çeken,, yalan söyleyen ve şehvet çığlıkları koparmak için açılan ağzını, daha sonra, her türlü temasta hisli derisi ürperen ve artık mezar böceklerinin bile gıdıklayamayacakları el­lerini uğaladı.”

Bu parçada da “alevlerle dolan uzun gözler”, “Yalan­ların ince oburluğu ile sevgiler kekeleyen, bütün iştahlara iç çeken, şehvet çığlıkları koparmak için açılan ağzını…” unsurlarım fazla bulan muharrir, ayakları da ilâve ede­rek yazısını şöyle tâdil etmiştir:

DÖRDÜNCÜ YAZILIŞ

“Nihayet Miseratur ve İndulgentiam. dualarını okudu, yüksek sesle Allahtan mağfiret diledi ve. baş parmağım mukaddes yağa batırarak vücudunu uğalamağa başladı: Evvelâ dünyanın bütün debdebe ve ihtişamını arzulayan gözlerini; sonra, bir zamanlar ılık rüzgârlar ve aşk ko- kulariyle genişleyen burun deliklerini; sonra, yalan söyle­yen, kibirden inleyen ağzını; .sonra hisli. derisi. tatlı te­maslarla ürperen ve artık mezar böceklerinin bile gıdık- Jayamayacağı ellerini; sonra onu randevulara koşturan, Jtaldınmlan arşınlayan ve artık yürümesine imkân olma­yan ayaklarım…”

Bu parçada da bâzı hayâlleri fedâ eden muharrir, ni­hayet şu beşinci ve son metinde karar kılmıştır:

BEŞİNCİ YAZILIŞ

“Rahip, Miseratur ve İndulgentiam dualarını okudu, sağ elinin baş parmağını yağa batırdı ve uğuşturmağa başladı. Evvelâ dünyanın ihtişam ve debdebesine çok iş­tahlanan gözlerini; sonra ılık ve hafif rüzgârlara ve aşk rayihalarına bayılan burun deliklerini; sonra hepsi yalan için açılan, kibir ve azametten inleyen ve şehvetten hay­kıran dudaklarım; sonra zevk verici temaslardan hâz du­yan ellerini ve nihayet, bir zamanlar arzularının tatmini- jıe koşan ve artık yürümesine imkân kalmayan ayaklan­dım altını uğaladı…”

Bu son metinde cümleler daha fasih, daha hareketli ve günahlarla vücut parçalan arasındaki münasebetler daha aydınlıktır. Evvelki metinlerdeki parazit hayâllerin çoğu burada fedâ edilmiştir.

Fakat muharrir, her râhıbin her vücut parçası önün­de ona mahsus günahı âdetâ jeometrik bir intizamla dü­şünmek yapmacığından bu metinde de kurtulabilmiş değildir. Uğuşturma fiiline refakat eden tasvirler bu kadar net ve düzgün olmaz. Tedâî hâdisesi bu kadar hendesî değildir. Fakat bu psikolojik hatâlara dünyanın bütün ro­mancılarında tesadüf edilmektedir.

Bâzı muharrirler cümleyi zihinlerinde tamamiyle ha­zırladıktan sonra yazarlar. Bunların müsveddelerinde tas­hih ve ilâve pek azdır. Temize çekmiş gibi çiziksiz yazan­lara da rastlanır. Bunlar her türlü tereddütlerini ve kont­rollerini yazıdan evvele aldıkları için, hazırlık sırasında .geçirdikleri ruh mâcerâsını müsveddelerinden anlamak zordur.

Bâzı muharrirlerse kalemlerini rûhun veyâ düşünce­nin ilk hareketine teslim ettikleri için, yazmadan evvel kontrole alışmamışlardır. Müsveddeleri’ çiziklerle, haşiye­lerle, ilâvelerle doludur. Bunlar cümlelerini rasyonel (akli) nizam altına almaktan kaçan, ruhun serbest fışkılarına tâ~ bi olan muharrirlerdir.

Her iki çeşit muharrirler arasında, Chateaubriand ve Flaubert gibi, yazılarında kelime tashihi ile doymayan ve bütün parçayı yeniden ve birkaç defa yazanlar da vardır. Üslûp çalışmalarında dikkat,, ısrar ve titizlik en çok bun­larda görülür.

Bu muharrirlerin kendi yazılarını düzeltmek için ara­dıkları hatâlara (tekrarlara, kelime ve tâbir uygunsuz­luklarına, âdiliklere, yapmacıklara, ahenksizliğe, kelime­lerin sesleriyle mânâları arasındaki nisbetsizliklere) dik­kat ederken birçok psikolojik hatâları gözden kaçırdıkla­rına şâhit oldum. Şekil titizliği onların daha ehemmiyetli hatâlara dikkatlerini perdelemiş olsa gerektir.

*

İyi bir nesrin vasıflarını tâyin etmek zordur. Evvelâ ifâde edilen fikrin veya ruh hâlinin doğruluğu, orijinalli­ği, derinliği… bakımından kazandığı değer şekle ve üs­lûba âit olanların dışında kalır. En üstün değer budur. Ancak iyi düşünülen bir fikrin vâzıh ifâde edilebileceğini iddia eden klâsik edebiyatçılar her zaman haklı değildir­ler. Vuzuh (bir yazının aydınlık oluşu) yazıya değil, ya­zı ile okuyucunun seviyesi arasındaki münâsebete âit bir hâdisedir. Bâzılarımıza çetrefil gelen bir ibâre, başkaları için pek vâzıh olabilir. Herkese veyâ çoğunluk için vâzıh üslûblarm çoğunda da basmakalıp tâbirlere veyâ anla­şılması kolay, basit ve âdi fikirlere rastlanır. Vuzuh ve­yâ ibham (yazının müphem oluşu) başlıbaşına bir değer değildir.

İfâde edilen fikrin veya ruh hâlinin kendine has de­ğerinin dışında, iyi- bir nesrin vasıflarını tâyin etmek lâ­zım gelirse, mümkün olduğu kadar az hatâya düşmek şansı içinde, şu prensipler ileriye sürülebilir:

  1. Tekrarlardan (fazla kelime ve cümlelerden) kaçın­mak. (Ne bir kelime eksik, ne bir’ kelime fazla) sağlam bir ifâdenin ana prensibidir.
  2. Halk tâbirlerinden, atâsözlerinden, beylik ifâde şe­killerinden, basmakalıp üslûptan kaçmak.
  3. Adilikten kaçarken yapmacığa düşmemek.
  4. Kuvvetli, kendi kendine yeten bir düşünceyi ve­ya ruh hâlini imajlarla (teşbih, istiare vesair edebi sa­natlarla) desteklemekten kaçınmak.
  5. Mânâyı en sâde şekline irca ederken basitliğe düş­memek.
  6. Yazının inceliklerini anlaşılır olmasına fedâ etme­mek.
  7. Basit mânâyı karışık ve karışık mânâyı basit şekil­de ifâde etmekten kaçınmak.
  8. Mânâya en uygun kelimeyi bulmak.
  9. Kelimelerin sesleriyle mânâları arasındaki münâ­sebeti gözden kaçırmamak. .
  10. Fakat mânâ inceliklerini âhenge fedâ etmemek.
  11. Bir cümle yapısiyle o cümleyi yüksek sesle oku­yanın teneffüs ritmi arasındaki münasebeti gözden kaçır­mamak (içimizden okuduğumuz yazılarda bu münasebetin değeri aynıdır.)
  12. Fakat mânâya ait derinlikleri bu münasebete fe­dâ etmemek.

Bu prensiplerden bâzıları onlardan daha üstün de­ğerlere fedâ edilebilir. Yazının şahsîliğini ve orijinalliğini vücuda getiren de, her muharririn kendine has bir değer sistemine sahip olmasıdır.

Yalnız, gece yanlarından sonra, köşe başlarında bekliyerek en yabancı adama en mahrem bakışlarla gözlerini süzen kadının renksiz ve kabuklu dudağı; yalnız bir ma­cunun, bir virane çocuğuna sürdüğü kırmızı ibikli şeker; yalnız bardağı kırk paraya satılsa bile kâr getiren ve rengi taklit ettiği meyvadan daha kırmızı sakarinli şerbet boyalı değildir. Asli maddelerinin sefaletini katmer katmer boya tabakaları altında gizlemeye yeltenen elvan yazılar da vardır.

Bunlann içinde bilgi ve zekâ malzemesi kıt olduğu nisbette, edebî hayallerin en aşağı cinsleri, hiç bir sağ­lam ve şahsî fikirde müeyyidesini bulmamış sıra sıra teş­bihler ve semboller, cılk ve abraş renklerle ifâdenin sat­hini kaplarlar.

Ekseriya bayağı orijinalitesi muharriri tarafından ıkı­na sıkma aranan bu yazıların teşbih kalabalığı altında tek fikre tesadüf edemezsiniz. Meselâ bu muharrir gaip­ten bir adamı kasdederek aleyhine sebepsiz veriştirir. O’- nu çürümüş yumurtaya, ham ayvaya, yelkeni patlamış gemiye, kaburgası çürümüş tekneye ne bileyim, şimşek yu­tarak göbeği çatlayan bir leyleğe, daha bir şeylere, bir şey- Jere benzetmeye uğraşır. Bütün bu boyaların altındaki fi­kir küfürden başka bir şey değildir. “Bu adamın gözü kör olsun” demek ister. Kimdir bu – adam? Pek belli değil. Niçin gözü kör olsun? Hiç belli değil.

Kendisine fikir mes’elelerini haysiyetli bir dille yaz­ması yasak edilmiş gibi bir mazlum tavrı takınarak, Tür­kiye’de —ilmi olmak şartiyle— her sisteme ait yazı, hattâ cilt cilt kitap neşredildiğini görmezlikten gelen bu açık­göz idealistin yazısındaki boya kabuğunu kaldırırsanız, fikir diye sürmeye çalıştığı şeyin seksen senedir milyon­larca defa tekrar edilmiş ve bütün Türkiye’de bile ter­cümeleri birkaç kere basılmış kitapların eksik, anlayışsız ve kaba hülâsalarından başka birşey olmadığını anlar­sınız.

Aptalların hayranlığını avlayan ve eskilerin “Teşâur” diye ayıpladıkları boyalı cümlenin müşterisi azaldıkça te­lâşı artan yazıcının, seksen milyonuncu tab’ı yapılmış fi­kirlerden ibaret sermayesi de tükendiği için, miskin iman­lara veyâ açıktan küfürlere kadar gitmesi kaleminin son deprenişidir.

KAYNAK: Peyami Safa, Sanat, Edebiyat, Tenkid, İst, 1970