Namık KEMAL: MAÂRİFE DAİR

MAÂRİFE DAİR BİR MAKALE*

Namık KEMAL

VIII

“en-Nâsu imma âlimun ev müteallimun ve’l-bâki hemecun”[2] Dünyada şeref-i insaniyet feyz-i marifetten ibarettir. Yoksa nisâb-ı ilme mâlik veya tahsiline sâlik olmayan avâmm hevâ- mmdan hiç farkı olamaz. Bir kere meziyyât-i insaniyeyi düşü­nelim!

Herkesi Hâlık’ıyla vazife-i hilkatinden haberdar eden maârif değil midir?

Fıtratımızdaki istidâd-ı kemâli bi’l-fîil izhar eden maârif de­ğil midir?

Mevcudât-ı zemini ekser havâssıyla beraber benî nev’imize hizmetkâr eden maârif değil midir?

Dünyanın, bir köşesindeki ni’am-ı fevaidi diğer köşesinde bulunanların pâyına isâr eden maârif değil midir?

Tufan-zede-i fena olan bunca akvâm-ı sâlifenin meâsir-i ir­fanını cihan-ı medeniyette dâimiyyü’l-istikrar eden maârif değil midir?

Hakikat dünyada marifetten büyük ne meziyet tasavvur olun­sun?

Marifet Hakk’ın ecel-i lutf-ı sübhanîsidir izzetin hâmisi, mâmuriyetin binişidir Dâim eyler zahir u bâtında takîb-i umûr Sanki ahkâm-ı şuûnun sâni’-i sinisidir.

Maârif sayesindedir ki Avrupa’da herkes mebûsân-ı ahâlînin tayin ettiği menâfi’i vikâyeye kâfil olur. Hâlbuki Asya’da hiç kimse mebûsân-ı İlâhînin tayin ettiği şerâyi’i himâyet edemez!

Maârif sayesindedir ki İngilizler bir küçük ordu ile üç yüz milyondan ziyade nüfûsa mâlik olan Çin hükümetinin payitah­tına dâhil olur.

Hâlbuki o koca Çin hükümeti bir küçük fırka-i âsiyenin bile üzerine varmaya cesaret edemez!

Maârif sayesindedir ki birkaç günde Avrupalı birkaç bahr-i muhîti geçerek dünyanın öbür köşesine vâsıl olur.

Hâlbuki birkaç milyon Tatar birkaç yüz senede bir dîvârı aşmağa kesb-i kudret edemez!

Maârif sayesindedir ki daire-i medeniyet içinde hakikati çeşm-i idrake nihân olan bunca ‘ilel-i mühlikenin tedavisi kabil olur. Hâlbuki bedeviyet sahralarında hiç kimse vücudu mey­danda olan sibâ’a karşı def-i mazarrat edemez!

Maârif sayesindedir ki Paris’te bir edib-i kâmil üç beş ay ça­lışarak bir hikâye tertib etse müddet-i ömründe zaruret görme­yecek kadar servete nâil olur. Hâlbuki İstanbul’da bir allâme-i bî-mu’âdil müddet-i ömründe telif edeceği kitapların mahsu­lüyle üç beş ay istifâ-yı hâcet edemez.

Bir kerre nazar-ı im’ân ile bakılsın ki maârif bildiğimiz akvâm içinde intişar edeli ne kadar âsâr-ı bedî’a meydana getir­miştir!

Tabîîyyâtın birkaç şubesi tedvin olundu. Kendi kuvvetiyle büyücek bir gülleyi tahrîkten âciz olan bir hakîmi “Eğer hâriç- de bir nokta-i istinad bulsaydım zemini yerinden oynatırdım” farz-ı imkânîyesiyle müftehir eyledi.

Fenn-i siyasetin bazı kavâidi tayin olundu. Mülkü iki üç eyalete münhasır olan bir hâkimi az müddette feth için cihan içinde cihan teharrîsine muktedir eyledi.

Zuhûr-ı İslâm mekârim-i ahlâkı itmâm eyledi. Bir iki asır içinde kıta’ât-ı selâsenin ekser cihetleri kânun-ı adi ü hak olan şeriate münkad edildi.

Ulema-yı kiram kavâid-i akl ü naklin tetkikine ikdam eyledi. Dünyayı Firdevs-i mamuriyet eden medeniyetin esbâb-ı külli- yesi i’dâd edildi.

İçlerinde hâkimler zuhûr etti ki, seyf-i adaletleri maşrıktan mağribe resân olurdu.

Hâkimler vücûda geldi ki, telifât-ı adîde ve keşfiyât-ı cedi- deleriyle her biri kudret-i Sâni’in kemâline burhan olurdu.

Bazı ehl-i sanat basmayı icad etti. O zamana kadar havâssa münhasır olan kemâlât-ı akliyenin ta’mîmiyle fevâid-i medeni­yetin gördüğümüz dereceye vusûlüne medar oldu.

Birtakım erbâb-ı marifet seyâhat-ı bahriyeyi i’tiyâd etti. O vakte kadar umman-ı havâda kalmış olan bir kıta-i uzmâ daire-i temeddüne alınarak haiz olduğu ‘atâyâ-yı Kudret’ten umûm insaniyet hissedar oldu.

Birkaç hâkim istidlâlât-ı nazariyenin tatbikat-ı hâriciyeye ih­tiyacını teyid eyledi. Bu ihtiyacın sübutu füyuzât-ı tabiâtten istifadeyi belki bin derece tezyîd eyledi.

Usûl-i heyet ve kuvve-i câzibe kânunları ve havâs-ı anasır gibi birtakım havâyâ-yı Kudret’in idrakiyle efkâr-ı beşer ihâtası kabil olmayacak kadar vüs’at bulduğu müsellemdir. Bu keşfi – yâttan saadet-i hâlimizce hâsıl olan netâyic-i nâfi’aya ise pîş-i nazarımızdaki masnu’ât-ı bedî’anın her biri bir delil-i munta- zamdır.

Meâsir-i sâireden kat’ı nazar akla göre buhar kuvvetiyle seyyâle-i berkiye hâssasımn keşfinden büyük ne hizmet olabi­lir? Bunlar terakki-i medeniyet için iki vasıta-i uzmâdır ki biri ruh kadar bedî’ü’l-eser, biri hayal gibi serî’ü’s-seferdir. Biri te- dârik-i ihtiyacât için hizmetkâr olmuş, o vasıta ile yirmi milyon nüfûslu bir memlekette dört yüz milyon nüfûs kuvveti bir daki­ka ârâm etmeksizin imâl-i levâzım iştigalindedir.

Diğeri teâti-i muhaberât için tatar olmuş. O rabıta ile küre-i zemin ebnâ-yı cinsimiz için bir meclis-i ülfet hâlindedir.

Biri ne garip vasıta-i kudrettir ki, tuğ-ı siyahını takınıp taht-ı revânına süvar oldukça karada, denizde icrâ-yı meram ile rüzi- gâra infâz-ı ahkâm eylediği için hem hâkime-i dünya hem mâli- ke-i derya unvanıyla tavsif olunsa ahrâdır!

Diğeri ne acıb mucize-i fıtrattır ki bârika-i seyyâlesinin mecrâ-yı nakli olan teller sürat-i intikal-i bârikasmm hayat-ı şu’â’ma benzer. Aksâ-yı şarkın vukûâtım müntehâ-yı garbe îsâl için muhtaç olduğu müddet bir dakikadan bile ednâdır!

Mâ-hasal-i mûy u ezfâr gibi tasallut-ı ağyâr ve germ u serd-i rûzigârdan tahaffuz edecek vesâitten bile âri olarak harabe-zâr- ı zemine gelmiş olan benî nev’imiz dört bin seneden beri bunca bârân-ı belâ ve hûnâbe-i istilâ tufanlarına uğramışken esrâr-ı tabiatı idrâk ve hafâyâ-yı marifeti istidrâke sarf ettiği ikdâmât-ı fevkalâde sayesinde öyle bir mertebe-i i’tilâya vâsıl olmuştur ki tasavvuru akıllara hayret verir!

Ya nasıl hayret vermesin! Öyle bir mahlûk-ı zayıf ruy-ı zemi­ne hâkim ve tabiat-ı külliye irâdet-i cüziyesine hâdim olmuştur!

Basit-i âlemde medâin-i azîme inşâsıyla revâbıt-ı ictimâ-ı teşyîd ediyor.

Muhit-i a’zâmda sefâin-i cesime peydasıyla vesâit-i intifâ’ı tezyîd ediyor.

İ’dâd ettiği edevât ile sebbâh gibi mevc-i deryada sair olu­yor. Fıtratı ise o mahiyetten müberrâdır.

İcad ettiği âlât ile zî-cenâh gibi evc-i havada dâir oluyor. Hasleti ise o hâssiyetten mu’arradır.

Cismi hakir ama efkârına eb’âd gibi hadd ü inhâ bulunmaz.

Ömrü kasîr amma âsârına a’dâd gibi hadd ü ihsâ tasavvur olunmaz.

Mekmen-i Kudret’te mestur olan serâir-i tabiatı pîrâye-i ef­kâr etmektedir.

Mahzen-i fıtratta matmur olan cevâhir-i marifeti sermaye-i bâzâr etmektedir.

Kâh zamanın en dakîk olan vekâyi’inden istidlâl-i netâyic eyliyor.

Kâh zeminin en ‘âmik olan mevâzı’mdan istihsâl-i havâyic eyliyor.

Kıtaları ayırıyor, deryaları birleştiriyor. Beyâbân dâhilinde sular, ummân sahilinde karalar peydâ ediyor. Alemin her lezze­tinden, tabiatın her kuvvetinden müstefid oluyor. Bu istifade çoğaldıkça meşakk-ı tabiat nâ-bedîd oluyor. Her illetin devâsını arıyor. Her hâcetin esbâb-ı istifâsını buluyor. Devletler teşekkül etti ki, mülklerinin hududunda güneş gurûb etmiyor. Memle­ketler teessüs eyledi ki güneşin gurûbuyla içlerinden aydınlık gitmiyor.

Sabah-ı marifet dünyayı tuttu. Biz ne zamana kadar böyle girân-hâb-ı fütûr olup duracağız?

Lisân-ı müdâhaneden işittiğimiz efsanelere kapılmaktan ise bir kerre gözümüzü açalım, derece-i marifetimize im’ân-ı na­zar edelim. Milel-i mütemeddineden evvelîn-i pâye-i terakkide olanların bile avâmında lâ-ekal nısfı okumak yazmak bilir. Hâl­buki milletimizin binde biri namını tahrir ve belki kıraatten âcizdir.

Havâssın tahsili ise avâmdan ziyade şâyân-ı teessüf görü­nür. Mekâtib-i askeriyeden başka tesisât-ı İlmiyemizin hangi­sinden bir âdem yetiştiyse her türlü müşkülâta galebe şanından olan fetânet ve gayret-i fevkalâde sayesindedir. Bununla bera­ber onlar da mühendis ve müderris ve kâtib ve zâbit gibi birkaç sınıf memurdan ibaret görünür.

Marifetin fâidesi yalnız umûmun hân-ı ihsanına mihmân ol­mağa vesâtat mıdır? Elbette değil. Zîrâ görüyoruz ki, servet ve mamuriyetine gıbta-keş-i tahassür olduğumuz Avrupa’da iğne­den ipliğe varınca [ya] kadar ne varsa mahsulât-ı medeniyet var ise en büyük dest-gâhı mekteb ve en birinci üstadı marifettir.

Ya hâl böyle iken bizim tezyîd-i maârifte olan ihmâlimize ne sebep bulunabilir?

Acaba bazı mutaassıbların “marifet is’âf-ı din eder” yollu il­tizam ettikleri bâtıl zehaba mı itibar olunuyor? Bu bir akide-i dâlledir ki mu’tekidleri “utlubu’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lahd”[3] fermanıyla memur olan furuk-ı Islâmiye arasında cehele-i ‘inadiyye unvan-ı mürekkebiyle tavsîf olunsa lâyıktır.

Diyanet, fünûn-ı şettadan ibaret bir zübde-i marifet iken ilim ile din arasında nasıl mübâyenet tasavvur olunabilir? Eğer bu mübâyenet tahsîsen ma’kûlâta hasr edilmek istenirse o da ne sûretle kabul olunur? Hikmet ki mevmû-ı ma’kûlâta şâmil bir ilimdir. Nass-ı kerim içinde hayr-ı kesîr unvân-ı şerifine mashariyetle mükerremdir.

Bundan başka bir mesele akl ü nakl teâruz edince huccet-i bâliğa-i Kudret olan aklın hükmü evvel ve nakil onunla müevvel olduğu için ulemâ-yı şeriat iştigal-i ma’kûlât ile mükellef oldu­ğu umûm erbâb-ı dâniş indinde müsellemdir.

Mantık gibi, hendese gibi isbat-ı hakikat eden berâhîn-i ma’kûleden itikadca mazarrat tevehhüm etmek tehlîs arasında tevhid arayanlara yakışır.

Acaba Avrupa’da birtakım mütegallibin “Maârif nizam-ı devleti ihlâl eder” tarzında meydana koydukları zu’m-i fâsid mi nazar-ı dikkati celb ediyor? Marifet herkese hak ve vazifesini bildirdiği için ahkâm-ı hürriyeti ikmâl eder, yoksa nizam-ı dev­leti [hiç] bir vakit ihlâl etmez.

Halkın hukukunu idrakte iktidarına kim kâil olamaz? Me­ğerki menşûr-ı hükümeti esaret-i umûmiye penciği zanneden­ler ola.

Acaba maârifte görülen rağbetsizliğe servet-i umûmiyenin noksanı mı sebep tutulur? Tahsil uğrunda buhl etmek nasıl caiz olabilsin? Bir devlet taklîl-i mesârifle hattâ idâre-i umûmi- yesindeki israfâtm tamamıyla önünü alamaz. Fakat tezyîd-i ma­ârifle cihan hâzinelerini yağma eder.

İspanyollar vaktiyle âlemin en zengin altın madenlerine mâ­lik olmuş iken maârifde olan noksanları cihetiyle ellerinde bir şey kalmadı. İngilizler mahsulü demir ve kömürden ibaret bir mülkte sâkin oldukları hâlde maârifde olan kemalleri hasebiyle memleketlerini dünyanın hazine-i serveti hükmüne getirdiler.

Zaten cevher-i servetin madeni maârif, sermaye-i saâdetin mahzeni yine maâriftir.

Bu hâlde maârifin terakkisini servetin tezâyüdünden bekle­mek vâlidenin kerimeden doğmasına intizar hükmünde kalmaz mı?

Acaba maârife mülkçe bir ihtiyaç mı mücerrah tutulur? Eğer öyle ise ihtiyacâtın hangisidir? Biz zarûrîyât-ı idâre içinde u- mûr-ı askeriyeden mühimini göremiyoruz. Maamafih onu dahi maâriften mukaddem tutamayız.

Evet, bir millet ki kılıcı sayesinde kâim olur, makamında kı­lıca dayanarak dâim olur. Haddizâtmda dahi seyf-i şecaat mâlik-i rikâb-ı âlem olmuş bir cihangirdir ki cihangirler hükmüne esirdir. Fakat o da bazu-yı tedbirin kabza-i teshirinde olursa sahib-i tesirdir.

Evet, bir kılıcın hasm-ı davada olan hükm-i kât’ını görenler: “el-Mecdü li’s-seyfi leyse’l-mecdü li’l-kalemi”[4] derler imiş. Şimdi topun tenvîr-i müdde’âda berk-i sâtı’ım seyredenler: “el- Fevzü li’l-ilmi leyse’l-fevzü li’l-âlemi”[5] kavlini itiraf ediyorlar.

Maârife iktizâ eden sermaye-i satvet-i askeriyenin tezyidine sarf etmek insana kendi beynini yedirmekle kuvvet vermeye ça­lışmak kabilinden olmaz mı? Hâsılı bu bahanelere i’tizârlara hiç mahal yoktur.

Zamanımız durulacak zaman değil. Bütün cihan-ı insaniyet kemal-i şevk ü şitâb ile tarîk-i terakkide kat’ı-mesafâta başladı.

Teveccüh olunan kâbe-i kemâlât ise bu dâr-ı mihnet içinde bir diyar-ı saadettir. Bu diyar-ı saâdete vüsûl için azm u ikdâm etmek her âkile göre farîza-i zimmettir. Farîza-i zimmet bu iken vay o kavme ki betâlet döşeğinde me’lûf-i hâb-ı gaflettir. Hâb-ı gaflette kalan halkın elbette karargâhı sahra-yı vahşettir. Sahrâ-yı vahşetin her mahsulü bir nev’-i zehr-i meşakkâttir. Zehr-i meşakkâtin netice-i tesiri bi’t-tab’ helâk ü nedâmettir. Helak ü nedâmetten bir cemiyeti tahlîs edecek vasıta ise mücerred gayret ve marifettir.

Âkil isek biz de bu yolda kimseden geri kalmamağa gayret edelim. Gayret edelim ki bir saat evvel bir kadem ileri gidelim.

 

[1] [Ebuzziyâ] Tevfik Bey, “Mektepsizlikten Görülen Belâ ve Mekteple­rin Vücûb-ı Islâhı”. İbret. No: 15. s. 1-2.

[2] (Yay. Haz.: Nergiz Yılmaz Aydoğdu, İsmail Kara), Dergâh Yay., 2005, s. 516-521; Ebüzziya Tevfik, Salname-i Hadîka, İstanbul: 1290/1874, s. 10-12; Emin Osman, Hadikatü’l Übeda I, İstanbul: Matbaa-i Aramyan, 1299, s. 20-30; Darüşşafaka, Cüz: 3, 1 Ağustos 1325/1909, s. 97-104; Ebüzziyâ Tevfik, Numune-iEdebiyat-ı Osma­niye, İstanbul: Matbaa-i Ebuzziyâ, 1330, s. 388-398.

“İnsanlar ya âlim (hoca) yada müteallim (talebe) dir, gerisi sürüdür.”

[3] “Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz.”

[4] “Şeref kılıçtadır, kalemde değil.”

[5] “Kurtuluş ilimledir, âlemde değil.”