Gabriel Bonvalot “Eski Yurt” adı ile Türkçe’ye aktarılan ve 1880’lerde Türkistan’a yaptığı seyahatin notlarından oluşan kitabında karşılaştığı hurafeleri kaydetmiştir:
***
1853 yılında doğup, 1933’de ölen Fransız asıllı Gabriel Bonvalot arkadaşı Capus ile 1881 – 1882 yıllarında Türkistan’a bir gezi yapmıştır. Kendi deyimiyle «ilmi misyonerler» olarak Orta Asya’ya gitmiş, bir yandan bölgeye has bitki, hayvan ve taş örnekleri toplarken diğer yandan Orta Asya’daki Türklerin yaşayışlarını, çalışmalarını, eğlenmelerini ve düşüncelerini öğrenmiştir.
Rusların henüz Buhara ve Hiyve Devletlerini istila etmedikleri bir döneme rastlayan gezisinden bize kalan bu eser, Orta Asya Türklerinin şanlı mazilerine rağmen ibret verici bir cehalet ve taassup içine düşmüş olduklarını belgelemektedir.
M. Reşat UZMEN (Çeviren)
***
Hurafelere Gömülen Türkistan
(…)
Yerli halk aşırı derecede boş inançlara inanmıştı: yalnızca şöhret sahibi olmuş bazı azizlerin elbise ve vücut parçalarının hayırlı kudreti olduğuna değil, bazı duâların yazıların, tabiatüstü kudrete sahip olduğuna da inanmışlardır. Bunlara sahip olmak için, bir akça karşılığında beyaz bir kâğıda siyah ve kırmızı mürekkeple yazılar yazan bir mollaya başvururlar; böylece bir yolculuğun iyi geçmesini, mutlu bir doğum olmasını veya şiddetle arzulanan bir kızın inadının kırılmasını garanti altına almış olurlar. Kırmızı renk iyi bir kehanet demek olduğundan, tılsımlı kâğıdın belirli yerlerinin itina ile kırmızı mürekkeple çizilmesi şarttır; bu şartlar altında ona sahip olan kişiye daha fazla talih getirir. Tılsım genellikle omuz üzerinde, köprücük kemiğinin hizasında khalatın dışından görünebilecek üçgen bir cep içine dikilir. Boyuna asılan özel bir torba içine konan şekli de mevcuttur; katolikler de haçlarını aynı şekilde asarlar. Müslümanlar tılsımlarını, ilâç işleri ile de uğraşan Yahudilerden satın alabilirler. Bunlarda, meselâ kalp hastalığı için mükemmel bir ilâç vardır: bir kese içine konan ve göğüste hasta bölge üzerine sıkı sıkıya bastırılan yeşim taşı.
Tılsım yapımı ve satışından önce ihtiyaç içinde yaşayan ve sonradan birdenbire zenginleşen bir kâtipden bahsedilir. Ticaretine, pazarın bir köşesine, kalemi ve kâğıtları ile bir dilenci gibi oturarak başlamıştı; şimdi eski Taşkent’in en güzel yerinde, parlak renklerle boyalı kapısı önünde bekleşen müşterilerini nazla kabul ediyor. Şöhreti her tarafa yayılmış, kesesi iyi dolmuştur.
Yanımızdaki Kaşgarlı bir solukta, ev sahibinin hizmetkârı için iki büyük sayfa dolusu tılsım yazdı. Genç Ahmed şehrin mutena bir semtinde oturan zarif bir kadının soğukluğundan ümitsizliğe kapılmış, bu durumun ortadan kalkması için her çareye başvurmaya karar vermişti. Yazıcı, kalemini kâh siyah mürekkebe, kâh kırmızı mürekkebe batırıyordu. Ayrıca mübalâğalı ifadelerle son bulan bir af dileğini de güzel kadına ithaf etmeyi ihmal etmedi:
“Ruhumun zarfından yapılmış bu kâğıt üzerinde gördüğün mürekkebi göz yaşlarımla hazırladım; göz kapaklarımın kirpikleri bu satırları çizen kalemi verdiler. Yalvarırım sana, bana müspet bir cevap yolla; cevabını muska gibi boynuma asacağım ve aşktan çılgın bir hâlde dolaşacağım.”
Müşterileri çoğunlukla okuma bilmeyen bu tılsım tüccarları yazılarında hayâl güçlerini tamamen serbestçe kullanırlar. Önemli olan, kırmızı mürekkebi fazla kullanarak yazıya hoş bir görünüm vermektir.
Dindaşlarının basitliğine gülen bir Tatar hacı bu münasebetle bize şu hikâyeyi anlattı:
«İlkbahar’da bir Buharalı eşeğine binmiş Karşi (Nesef) tarafına doğru yol alıyordu. İlerledikçe kara bulutlar çoğaldı, korkunç bir yağmur tepesinden aşağı boşaldı, adam hayvanı koşturmaya başladı ve şiddetle döven yağmurun altında en yakındaki köyün ilk evine yöneldi ve kapıyı çalarak konuk edilmesini istedi.
«Aralanan kapıdan ev sahibi karısının doğurmak üzere olduğunu söyleyerek başka yere gitmesini istedi. Doğum zor geçtiğinden çatısı altında bir yabancı ile uğraşacak zamanı yoktu.
«Kapı yolcunun suratına kapanmak üzereydi; fırtına da dineceğine şiddetini arttırıyordu. Fırtına diner dinmez gideceğine dair yemin ederek hayvanı ve kendisi için kuru bir yer istemeye devam etti. Fakat köylü ısrarlıydı.
Ne mutlu ki yolcu zor durumlara çare bulan bir adamdı; hemen aklına bir fikir geldi:
“Haykırmasını duyduğum karın için bir tılsım yazayım, doğumu kolay olsun!” dedi.
Ansızın ev sahibinin yüzü değişti:
“Girsene, Allah senden râzı olsun!”
Eşek iyi bir yere kondu, önüne ot verildi, yolcu da ateşin başına geçti, yazı takımını çıkardı ve hayatından memnun olan Özbek’e şu tılsımı yazdı: «Ben kuru yerdeyim, eşeğimin de otu var, ev sahibimin karısı doğurmuş, doğurmamış bana ne.»
Koca hemen tılsımı karısının boynuna astı ve artık sonuçtan emin onu ıstırabı içinde bıraktı. Karısıyla ilgilenmekten vazgeçerek konuğuna hizmet etti ve son damla yağmur düşünceye kadar çay ikram etti. Nihayet yolcu kalktı, eşeğine bindi ve «Allah senden razı olsun!» diyerek yoluna koyuldu.
Öteki kapının eşiğinde yolcunun arkasından bakarak, tam zamanında kendisine böyle aziz bir insanı gönderen Tanrı’ya şükürler etti.
Kaşgarlının yanında bir Tatar molla da gelmiş «Urus Mirza»yı ziyaret etmek istemişti. Yerinde mütevazi bir şekilde oturuyor; etrafında konuşulurken o düşünüp duruyor, zaman zaman gözlerini göğe kaldırıyor ve derin derin iç çekiyordu.
Bu tam bir mutasavvıfdı.
Mensubu olduğu tarikatın felsefesine göre her tarikat mensubu kendisinin Allah’ın manevî şahsiyeti ile birleşmiş görüyordu. Tarikata yeni girenler dıştan tevazu gösteriyorlarsa da. Tanrı ile birleşmiş olmalarından pek de gururlu değillerdi. Eskiden beri tarikatta olanlara gelince, yeni mensuplar tarafından peygamberler gibi saygı görüyorlardı.
Ticarette muazzam bir servet kazandıktan sonra bu Tatar o şöhretli mutasavvıflardan birine itaat etmek için bütün servetini son kuruşuna kadar harcamıştı.
Manevî yöneticisi uğrunda servetinin büyük bir kısmını dağıtmış, geriye kalan kısmını ise gözlerini açan kişinin uğrunda yok etmeye hazır bekliyordu. Bir çoğu onun bu fedakârlığını kınamakta, ama, sizi Tanrı yoluna getiren kimseye ne verilse çok olmayacağını söyleyen diğerleri bu hareketini mâzur görmekteydiler.
Bu dervişlerin önderleri sık sık toplantılar düzenleyerek tarikat mensuplarına, şarkı söyleyerek dans edan dervişlerinkine benzeyen çalışmalar yaptırırlar. Büyük bir salonda veya kapalı bir avluda yeni dervişler daire şeklinde otururlar, hareketsiz durarak bir müddet sükûnetlerini muhafaza ederler: bu sırada tefekküre dalmışlardır. Ansızın başkanları gırtlağının bütün gücü ile bağırır, diğerleri onu taklit ederler, sonra çığlıklarını keserek, ciğerlerinin bütün kuvvetiyle kısa bir cümle söyler, dervişler hep bir ağızdan ve yine en son sesleriyle bu cümleyi tekrarlarlar. Söylediklerine göre, amacı Tanrı’ya yaklaşmak olan bu ibadet esnasında bağırışlar sonunda kendilerinden geçerler ve beşinci, hattâ yedinci kat göğe varırlar. Yaşlı müminler bu mutasavvıfların hokkabazlıkla çevrelerini etkilemek istediklerini öne sürerler. Sâdık sünnîlere kulaklarını bu dervişlerin konuşmalarına tıkamalarını ve sadece Tanrı’ya bağlanmakla yetinmelerini öğütlerler.
Onların ibadet şekillerine inanmayan bir Buharalı bu Tatar ile şiddetle tartışıyor, velîleri tanımadığını ısrarla belirtiyordu.
Buharalı, bir Asyalı için fevkalâde iyi eğitilmişti; Arapça’yı, Türkçe’yi ve Farsça’yı gayet akıcı bir şekilde yazıyor ve konuşuyordu; varlık ve yokluk kavramlarını Avrupalı meraklıların hayranlığını tahrik edecek kadar kolay bir şekilde tartışıyordu. Aristo ve Eflâtun yakından tanıdığı filozoflardı. Üstünlüğünün farkında olduğundan alaycı bir tarzda konuşuyor; rakibini küçümsüyor, cehaletini kolaylıkla ortaya döküyor, onu gülünç durumlara sokuyor ve pek tabiî çevreden kötü bakışları topluyordu.
“Şu akan zaman içinde ne Buhara’da, ne Taşkent’te, ne de başka bir yerde velîye rastlamanız mümkün değildir.”
«Velîler olmasa, eşyanın düzeni altüst olur.» diye Tatar cevap verdi.
“Zavallı cahil! Kim sana bunları diyen? Mutlaka esiri olduğun sözde derviştir!”
«Bir velînin hizmetkârı olmaktan mutluyum.»
“Efendin bir velî ise senin âyetleri bilmen gerekir. Haydi bir tanesini ezbere oku bakalım, molla.”
Tatar bir âyet okumaya başladı.
“He! He! Arapça’yı hiç bilmiyorsun. Farscan ise daha berbat, devam et bakalım.” diye Buharalı Türkçe olarak devam etti.
Tatar, hırsından bembeyaz kesilmiş bir hâlde sustu.
Bir okumuşa yapılacak en büyük hakarete mâruz kalmıştı: Kendisine halkın konuştuğu dille hitap edilmişti. (1)
Rakibi sanki üzülmüş gibi, alaycı bir havayla gülümsedi.
Bu davranış Tatar’ı büsbütün çileden çıkardı; hiddetle bağırdı:
«Allah şahidimdir tıpkı bir keçi gibi konuştun.»
Diğeri hiç gecikmeden,
“Allah şahidimdir, bir eşeğin sözlerini duyuyorum.” dedi.
Konuşma, rakibinin yuhaları arasında Tatar’ın toplantıyı terk etmesine kadar bu nâzik şekliyle sürdü.
Bu Buharalı altmış yaşlarında zayıf bir ihtiyardı. Endişeli ve hareketli zekâsı ile bir yerde uzun müddet yaşayamıyordu; bilginin daima dostlar bulduğu Asya şehirlerinde dolaşarak bilgi aktaran bir göçebe gibiydi.
Devamlı hareket hâlinde olmasını garip bir şekilde açıklıyordu. Her yıl kışı izleyen ilk güzel günlerde “küçük bir hayvan”ın yola çıkıncaya kadar dalağını kemirdiğini söylüyordu. Yer değiştirdi mi, “küçük hayvan”ın ısırması hemen duruyormuş. Kendi kanaatine göre, her ilkbahar içini kemiren küçük bir kurttu.
Son olarak Buhara’da kesinlikle yerleşeceği sanılmıştı. Emir onu huzuruna çağırtmış, yılda bir hayli yüklü bir para karşılığında şehirde kalacağını sanmıştı. Bilge adamın durumu gerçekten kıskanılacak bir durumdu.
Yeni gelen birisine karşı sunulan tercihlerden dolayı kıskançlık duyuyorlarsa da meslekdaşları münakaşa götürmez üstünlüğü karşısında eğiliyorlardı.
Fakat bizim adamın kötü huyları ve zayıf ticarî zihniyeti vardı. Tartışmaktan büyük haz alıyor, daima tartışacak konu arıyor ve en ufak itirazda deli gibi oluyordu.
Bir gün dinî konularda yapılan tartışmanın en kızgın anında Emir’in aile büyüklerine küfür etmişti. Diğerleri bunu fırsat bilmişler, sünnî inanışının temellerini yıkmaya çalıştığını ileri sürmüşler, nihayet Emir ona destek olmaktan vazgeçmiş, aylığını kesmiş ve sonunda en kısa zamanda o yöreden kaybolmasını tavsiye etmişti.
O da, daha önceden tanıdıkları olduğu Taşkent’e gelmişti. Bir medreseye yerleştikten sonra çevresine kısa zamanda bir sürü öğrenci toplamakta gecikmemiş ve onların getirdikleri armağanlarla refah içinde yaşamaya başlamıştı. Fakat «küçük hayvan» yine dalağını kemirmeye başlayınca öğrencileri bir sabah geldiklerinde hocalarını yerinde bulamamışlardı. Ancak üç ay sonra yeniden ortaya çıktı.
Öğretimden sıkıldığından, bizim Buharalı şehirlerden uzakta yaşamaya ve herkese münzevi bir hayatın seyrini verecek kırda bir yer aramaya karar vermişti.
O yüzden Taşkent’in bir kaç kilometre uzağında bir köye yerleşmeye gitmişti.
Camiden hiç çıkmıyor, vaktini nefsine eziyet etmek ve duâ okumakla geçiriyordu. Müminlerin sadakalarıyla yaşamaya devam ediyordu. Zamanla gerçek bir aziz olduğu hakkında söylentiler yoğunlaştı.
Fakat bu tekdüze hayat da onu yormaya başlamış, içini sıkıntı basmıştı; münzevi hayatından ayrılmaya ve sağlam doktrinler öğretmeye karar verdi. Önceleri her şey iyi gitti; sonra mizacınım gerçek yüzünü göstermekte gecikmedi; giderek yaşlanıyordu; genç kızları topluyor, onlara aşk şiirleri okuyordu. Sahte vakarını kaybetmiş, anlamsız fikirlere kapılmış daha serbest görüşlü olmuştu. Kâfirle aynı yemeği yiyen Müslümanın günâh işlemeyeceğini ileri süren o değil miydi? Bu imansızlık örneği düşüncesi kulaktan kulağa dolaşıyor, müminler hoşnutsuzluklarını belirtiyor ve ona karşı gösterdikleri körükörüne güveni terk ediyorlardı. Her fırsatta ona danışmaktan vazgeçiyorlar ve çocuklar artık eteğini öpmek için birbirlerini çiğnemiyorlardı. Çevresinde doğan bu soğukluk onun için bir kurtuluş işareti olmalıydı. Maalesef böyle olmadı. Halk arasında bile edepsiz hareketlerinden kaçınmıyordu. Namaz kılarken gerektiği gibi hareketsiz durmuyor; hareket ediyor ve afyon topağını yutmak için ibadetini kesiyordu. Hatta cemaatle namaz kılarken son derece terbiyesiz bir davranışta bulunduğu da öne sürülüyordu.
Bu uygunsuz hareketleri kısa zamanda verilen ve kazançlı olabilecek kutsallığının temelini bir anda yıkan darbe oldu. Artık kendisine eskisi gibi saygı gösterilmiyor, armağanlar verilmiyor ve yiyecek maddeleri satılmıyordu; ona, gitmekten başka çare kalmamıştı.
Bir gece Taşkent’e varmak üzere yola çıktı ve orada felsefe öğretimi yapan molla hüviyetine büründü. Bu maceralar, sükût-ı hayaller mizacını bir nebze olsun değiştirmemişti; inançlarında kararsız kalıyor ve içinde bulunduğu ruh hâletine göre ya çok mutaassıp bir Müslüman, ya da acınarak derecede şüpheci bir mutasavvıf olarak gözüküyordu. Bugün oruç tutuyor ve kesiksiz ibadet ediyor; ertesi gün velîlerle alay ediyor, Hz. Muhammed’i eleştiriyor, Kur’an tarafından yasaklanmış içkileri içiyor ve Rus votkasının etkisiyle Tanrı’nın İlâhî meziyetleri, hatta varlığı üzerinde kuşkularını dile getiriyordu.
Kendisini hiç terk etmeyen öğrencilerinden birine o zaman «Allah nedir?» diye sormuştu.
«Allah, esirgeyen, bağışlayan, kâinatın efendisi, mahşer gününün hükümdarıdır.»
«He! he! bundan emin misin?»
Öğrencisi bu hakaret karşısında şaşkına dönmüştü.
Anladığımız kadarıyla bu Buharalı rastladığımız diğer bütün mollalardan çok daha aydın bir kimseydi. Meslekdaşlarının pek çoğunda görülen aptalca hurafelere asla itibar etmiyordu. Bir karpuz yere düştüğünde yarılırsa zelzele olacağına inanmazdı; gök gürültüsünün yukarda -halısını veya karılarının içi taş dolu şalvarlarını silkeleyerek bir ihtiyarın çıkardığını kabul etmezdi; geçen aralık ayında meydana gelen ay tutulmasında korkudan titrememiş, dam üstüne çıkarak, ayın ışığını kapayan ve onu yemek isteyen canavara engel olmak için Allah’a yakarırken, teneke çalmamıştı; bütün bunlara rağmen doğrudan doğruya kendisi söz konusu olduğunda bir çocuk kadar saf gözükürdü. Ölmekten büyük korku duyar ve gerçekten dehşete düşmüş bir insanın sağlam inancı ile «uzun ömür» duâsını okurdu; bu dua ona yüz yirmi yıllık bir ömür sağlamıştı. Bu duâyı dostu Urus Mirza’ya nakletmiş, bu reçeteyi dikkatle saklamasını öğütlemişti.
Mirza şüpheciydi; o duâyı bana gülümseyerek nakletmişti. Duânın amacı göz önüne alınınca onu daha veciz sanırdım. Halbuki şöyleydi:
“Allah’ım beni kazalardan ve hastalıklardan koru, beni yüz yirmi yıl yaşat.”
Günde iki defa bu şekilde duâ etmek gerekmekteydi; sonuç bekleyişi aldatmayacaktı. İstenmeyen kaza ve hastalıkları saymak da yararlıydı.
Türkistan’da çok yaygın bir inanca göre dünya Hicretin 1300’üncü yılı yok olacaktı. Yer açılacak, başta Taşkent’in genelev mahallesi olmak üzere her şey yok olacaktı.
Felâket tarihi yakındı, müminler endişelerini saklamıyorlardı. Birbirlerine üzüntülerini anlatıyorlar, karşılıklı kötülüklerini, yalanlarını, ahlâk dışı davranışlarını yüzleştiriyorlardı. «Davranışımızın uygunsuzluğu “İlâhî Hiddet”i üzerimize çekti; artık düşünmek ve daha iyi davranmak vakti gelmiştir.»
Bu serzenişlere rağmen sefahat ve aldatmaca dolu hayatlarını sürdürüyorlardı, zira kâr ve eğlenceye âşıktılar.
Yerli halk arasında savaş, istila veya karışıklık havadislerinin yayılması ender değildir. Bu bölgede sık olan yer sarsıntısının sadece yapıları değil, beyinleri de sarstığını düşünmek pek de yanlış olmasa gerek. Acaip de olsa bir haber hayal güçlerini harekete geçiriyor, giderek önem kazanıyor ve bazen onları gülünç davranışlara itiyordu.
Bir kaç yıl önce Mekke’den gelen bir hacı bize son derece garip gelen bir kehanette bulunmuştu. Kutsal şehirlerde rastladığı bir derviş Türkistan’da bir tavuğun yumurtlayacağı yumurtadan bir yılan çıkacağını ve bu yılanın bütün insanları yiyeceğini söylemişti.
Söylenti süratle yayılmış ve Rus istilası altındaki Türkistan’da halk tavuktan başka bir şey yemez olmuştu.
Bölge kumandanı tavuk katliamını öğrenince yerli önderleri toplamış, bunların dindaşlarına tavuk yumurtasından daima piliç çıkacağını, bu kehanete inanmanın bir anlamı olmadığını ve zavallı hayvanları öldürmekten vazgeçmelerini anlatmalarını istemişti.
Ak sakallılar köylerine dönmüş, fakat ne derlerse desinler katliam durmamıştı. Bölge kumandanı ne tedbir alacağını şaşırmıştı. Nihayet aklına parlak bir fikir geldi: bir tavuk öldüren bir koyun parası kadar bedel ödeyecekti. Karar kesin oldu ve tavukların katliamı durdu; şimdiye kadar hayatta kalan tavuklar yılan çıkaran yumurtayı yumurtlamayarak öldürülen kardeşlerinin intikamını almadılar.
(…)
_____________________
(1) Türkçe’nin ihmal edilişinin ve hor görülmesinin Türkistan’daki örneğine okuyucunun dikkatini çekeriz. (Çev.)
KAYNAK: Gabriel Bonvalot, “Eski Yurt”, Tercüman 1001 Temel Eser, s.62-72