Dr. Emel ESİN: Hazret-i Türkistan

Hazret-i Türkistan

Dr. Emel ESİN

Arife günü, Taşkent’ten trenle Türkistan şehrine yani eski Yas’a hareket ettik. Ti­mur devrinin büyük mimari âbidelerinden olan Hoca Ahmed Yesevi camii’ni ziyaret etmek istiyorduk. M. Xl.nci asırda, Yas’ da doğan Ahmed Yesevi’nin, Türklerin İslâmiyeti kabul etmesinde tesiri olmuş. “Türkedir imanım” diyen büyük şair ve sufinin, Orta Asya halkının mânevi haya­tında mevkii yüksekdir. Yesevî tesirleri Türkiye’de de, Bektaşi, Halveti ve Nakşibendilik gibi tarikatlarda müşahede edi­lirdi. Tasavvuf an’anesinde Türk ırkından olan sufilerin, ruhi miraçlarının bir safhasında, Hoca Ahmed’e muhak­kak rastladıktan rivayet edilirmiş. Şalı İsmail’in, mağlûb ettiği Özbek ordusu, felâket ve tehlike anında, “Türkistan’da mezar buldum mena” diyen şairin tür­besi yanında melce aramış. “Hazret-i Türkistan” tesmiye edilen velinin yattığı Yas şehrine, asırlardan beri, sadece Tür­kistan denmektedir. Bugünkü Türkistan halkı kendisinden “Hazreti Sultan” diye bahseder.

Hoca Ahmed Yesevi divanı esrarlı bir eserdir. Şair hayatının safahatını, hattâ ölümünü anlatır. Bu son nokta, muhtelif surette tefsir edilmiş. Divan’ın Hoca Ahmed’in kendisi tarafından yazıldığı farzedilen kısmının mütalâasından sonra, şöyle bir tefsir de mümkün görüle­bilir: Bütün eski sufiler gibi, Hazreti Muhammed’e mânen yaklaşabilmek için, Peygamber’in geçdiği ruhî hallerden, Hoca Ahmed’in de geçmiye gayret ettiği anlaşılır. Netekim, fakirlik, riyazet, mer­hamet, tevekkül ve hicret, Hoca Ahmed’in de hayatının merhaleleridir. Hoca Ahmed, mürşidi Aslan Baba rüyada görünüp kendisini vatana geri çağırıncaya kadar, gurbetde hasret çektiğini anlatır. Şair, 63 yaşına, yani Hazreti Muhammed’in öldüğü yaşa varınca, onun matemini tutmak için, yer altına kadem basdığını söyler, ve ölümün öte­sindeki vukuatı hikâye eder. Yesevi der­vişlerinin yer altında çile doldurduğu hakkında malûmatın bazı el yazmala­rında görüldüğünü, müsteşriklerimizden Dr. Tahsin Yazıcı’dan öğrendim. Böy­lece, Hoca Ahmed’in “ölüm” tesmiye ettiği vaziyet, yeraltında çileye girmek olabilir. Bu faraziye takib edilirse, divanda anlatılan bad’el-mevt hadisele­rin, çile esnasında karanlıkda cereyan ettiği düşünülebilir. Hazreti Muhammed’ in, “Ölüm size gelmeden, ölünüz” hadî­sini tatbik eden bir kimse, esasen dünyevi düşüncelere ölmüşdiir.
“Mezar”da dahi, Hoca Ahmed Tür­kistan halkını düşünmüş. Onları bir İslâm cemaatı şeklinde toplamıya gayret ederken, bazan yeise düşdüğü Divan’da okunur. Bir şiirinde, mezarda iken baş ucuna gelen Hazreti Muhammed, kendi­sine şöyle der:

“Ümmet dedin, eya ferzend, nerde ümmet”?

“Ümmet dedi, içim doldu dağ ve hasret.”

Türkistan şehri, Taşkent’in 270 kilo­metre şimalinde, Kazakistan Cumhuriye­tindedir. Mavi dağların çerçevelediği bir ovada, ekseriyeti kerpiç olan evlerden müteşekkil, 15 bin kadar nüfuslu bir kasabadır. Trenimiz, Türkistan’a bayra­mın ilk günü, sabahleyin erkenden vardı. Bulunduğumuz vâsi ovada, Hoca Ahmed âbidesi, yüksek piştak ve kubbe- lerile en uzaklardan görülüyordu. O gün bayramın ilk günü olduğu için çok kim­seler Bayram namazını Ahmed Yesevi’ nin yanında kılmağa, uzak yerlerden günü birlik gelmişler. Cami kapalı oldu­ğundan, binanın etrafında yayılan ovada, gün doğarken, 16000 kişi Bayram nama­zını kılmış. Erkek, kadın, ihtiyarlar ve gençler varmış. Gençler, bütün sene namaz kılmadıkları halde, Bayram namazını kaçırmazlarmış.

İstasyonda bulduğumuz eski bir oto­mobilin şoförü, “Hazreti Sultan’a mı?” diye sordu. Kasabayı aşıp, sahra ortasında yükselen “Hazreti Sultan”a yaklaştığımız zaman, Timur devrinin tamamen ayakta kalan nâdir eserlerin­den biri olan bu binanın heybeti önünde hayrette kaldık. Boz tuğladan inşa edil­miş, kısmen çini ile kaplı, müstakil bir bina idi. İki kule ortasında yükselen, 40 metre boyundaki pıştakm azameti, Ktesi- fon ile ölçüşebilirdi. Sivri kemerli bu tâk, âbidevi bir medhal teşkil ediyordu. Bina­nın mihveri üzerinde iki kubbe vardı. Tâkın arkasında kavun şeklindeki büyük
kubbe mescide aiddi. Öbür uçtaki, daha küçük ve dilimli kubbe ise Türbe’nin üze­rinde yükseliyordu.

Büyük tâk çini kaplı değil, boz tuğla­dandı. Binanın bu cebhesinin tezyini bitirilememişti. Fakat, iki uzun cebheyi teşkil ederi duvarlar, lâciverd ve mavi renkte şırçalı tuğladan mozayiklerle tezyin edilmişti. Motifler, bermutad, hendesî şekillerin içinde kûfi yazılardı. “El-Mülkülillah”, “El-İzzulülah”, “Subhanallah” ve “Elhamdülillah” ibarelerini okuyabildik. Yan cephelerin altındaki küçük pencerelere, aralan boş bırakıla­rak dizilmiş sırlı tağlalardan, yıldız şek­linde kafesler örülmüştü. En yüksekte, binanın dört tarafım çeviren lâcivert çini­ler üzerinde, şu âyet yazılı idi: “Gaybın anahtarları Ondadır. Ondan maâda, kimse bilmez.”

Türbenin dilimli kubbesinin bulun­duğu uçta ikinci bir tâk vardı. Bu tâk öbürüne nisbeten daha çok küçüktü. Ortasındaki kapı örülmüş ancak kafesli bir küçük’ pencere bırakılmıştı. Türbe cephesi de baştan aşağı sırlı tuğladan mozayiklerle kaplı idi. Tâk kemerinin içinde, yine sırlı tuğla mozayikten, yer­den başlıyan ve kemeri takip ederek yük­selip inen bir büyük kûfi yazı vardı.

“Kale Resûlul’llah…….. ” diye başladık için hadîs olduğunu anladımr fakat okuyamadım.

Seyfullah, büyük tâkın önünde kal­mıştı. Orda rastladığımız Kırgız külâhlı imam ve kırmızı takkeli bir Özbek, rica­mız üzerine, binanın muhafızını çağır­maya gitmişlerdi. Zira, esasen tamirde olan cami ve türbe kapalı idi. Böylece, hadîsli kemerin gölgesinde, Hoca Ahmed Yesevî’nin penceresi önünde, bir müddet yalnız kaldım.

İki adam bana doğru geldiler. Başla­rında takke, üstlerinde yüksek yakalı, siyah kazak hırkası vardı. Bir tanesi göz­lerini kırpıştıran, mahviyetkâr halli, kır sakallı, yaşlıca bir adamdı. Diğeri biraz daha gençti. Parlak kara gözleri ve seyrek siyah sakalı vardı. Bu İkincisi bana sordu: “Sen nerelisin?” “Türküm” dedim. Bu sözleri söylerken, bana sual sorana değil, arkadaşına bakıyordum. O, elini göğsüne koymuş, başını selâm verir gibi eğerek, “Biz de Türküz” dedi. Bu kullandığı tâbir acayibti, zira Orta Asya’da bilhassa halk arasında bugün, Türk tâbiri kullanılmaz. Kazak, Özbek ilh.;.. gibi mevziî isimler duyulur. İkinci adam yine sordu: “Kur’ an okur musunuz?” Müsbet cevabım üzerine, “O halde, okuyalım” dedi. Hoca Ahmed’in penceresine karşı döndüler, sağıma ve soluma bağdaş kurdular. Ben aralarında, ayakla duruyordum. Bana sual soran kişi, güzel bir ses ve fasih bir arabça ile, “Yasin” suresinin son kısmını okudu. “Ve İleyhi türceûn”, diye bitirdi. Okuduğu âyetler şunlardı:

“İnsan, görmüyor mu ki, onu bir nutfeden yarattık, ve o Bize, açıktan açığa hasım oldu.

Ve Bize misiller buluyor, ve kendi halk edilişini unutuyor, ve diyor ki; Kim, bu çürümüş kemiklere hayat verecek?

De ki; Onları ilk inşa eden, onlara tek­rar hayat verir,ve O, her türlü hâlk etme­sini bilir.

O ki, size yeşil daldan ateş yarattı, tâ ki onunla yakasınız.

Semaları ve arzı Yaratan bir mislini daha yaratmıya kadir değil midir? Beli, ve

O asıl Hâlkedici ve Alimdir.

Bir şeyi irade etti mi, ne der? “Ol”, der ve olur.

Subhan Ona ki, her şeyin hükümdar­lığı elindedir, ve siz Ona geri gideceksiniz.”

Yanımdaki iki Kazak ellerini semaya doğru açtılar ve bir müddet sessizce dua ettiler. Kur’an okuyan ayağa kalktı ve eli ile arkamı sıvayarak, “Rahmet, kızım, rahmet” dedi ve aynı esnada, ikisi de gitti­ler. “Rahmet” Orta Asya Türkçesinde “teşekkür ederim” demektir. Ben hay­retle döndüğüm zaman, Kazaklar ortada yoktu. Bir saniye tereddütden sonra, binayı çepeçevre saran hendeği atlıyarak, gittiklerini farzettiğim tarafa doğru koştum. Onları, uzun siyah hırkaları ve sar­kan kuşakları ile, çok uzaktan ve arka­dan, bir kere daha gördüm. Göçebelerin kolay yürüyüşü ile, hızlı hızlı gidiyorlardı.

Seyfullah’ı aradım. Onun da, bana verecek bir haberi vardı. Sovyetler Birliği’ ne geldik geleli, vaktile Taşkent’te basıl­mış olan Hoca Ahmed Yesevi Divanı’nı arıyorduk. Seyfullah, camiin ön cebhesini dolaşırken bir Kazak da onunla konuşmaya gelmiş. “Acaba Ahmed Yesevi Dîvânı burada bulunur mu?” diye soran Seyfullah’a, Kazak, “bekle” deyip gitmiş. Uzunca bir müddet sonra, göğ­sünde sakladığı, el yazması bir divanla geri gelmiş. “Hazreti Sultan’ın hikmetini al, özünün olsun” demiş. “Sonra ilâve etmiş: “Sende durması yahşirekdir.”

Biz, böylece caminin etrafında dola­şırken, binanın muhafızı, anahtarlarla geldi. Soluk mavi gözlü, yaşlı bir Tatardı. Arabçayı vaktile Ufa’da öğrenmiş. Bina­nın üzerindeki sülüs yazıları okuyabiliyorsa da kufileri okuyamıyordu. “Benden sonra, sülüsleri de kimse okuyamıyacak ve anlamıyacak” dedi.

Büyük tâki içindeki bir kapıdan binaya girdik. Bulunduğumuz medhalde, vaktile, şadırvan varmış. Bu şadırvanı biz Leningrad’da Ermitaj müzesinde görmüştük. Tunçtandı ve üzeri oymalı ve yazılı idi. Takriben, iki metre yüksekliğinde ve yayvan bir kadeh şeklindeydi. Ankara’da, Hacı Bayram külliyesinin madenî şadırvanına pek benziyordu.

Medhalden mescide geçtik. Mescid, büyük bir mük’ab şeklinde idi-30 metre yüksekliğinde duvarların üzerine, Türk üslûbunda stalaktitlerden müteşekkil pandantiflerle desteklenen muazzam bir kubbe oturtulmuştu. Kubbeyi taşıyan duvarlar, mescidin eninden daha yük­sekti. Koyu mavi çiniden , bir mihrab vardı. Mihrabın üstünde şu âyet yazılı idi: “Selatları hıfz ediniz….” Ayrıca, mihra­bın etrafında, Ayet-ül-Kürsi yazılı çiniler dizilmişti.

Piştak medhalinin tam karşısına tür­benin kapısı geliyordu. Bu kapının önünde, takriben 12 metre boyunda, bir bayrak direği dayalı idi. Tepesinde, tunç­tan alem ve bir tuğ olan bu direğe yırtık ve soluk bir yeşil bez parçası asılı idi. Rehberimiz, Timur’un sancağı karşı­sında olduğumuzu söyledi.

Türbenin içi, yine mük’ab şeklinde ve kubbeli idi. Ortada iki metreye yakın yükseklikte, yeşime benzeyen, filizi renkte, şeffaf bir taştan büyük bir san­duka duruyordu. Sandukanın dört köşesi ince ve burmalı küçük sütunlarla tezyin edilmişti. Hoca Ahmed Yesevî, bir yana çökmüş olan bu sandukanın şeffaf taşı altında yatıyordu. Henüz hayatta iken, yer altına kadem bastığını Dîvan’ında anlatan bu adamın mezarı, kışın ölüp baharda tekrar haşr olan bir ağaç gibi açık yeşil ve ferahtı.

Gayet büyük, kıvrım kıvnm ve bur- malı boynuzlann yığıldığı bir odada, üstüne bir tahta kafes geçirilmiş ve koyun postlarile süslenmiş bir sanduka duruyordu. Rehberimiz bu boynuzların yabani koçlara ait olduğunu söyledi. Fakat türbede kimin yattığını bilmi­yordu. Sonradan Prof. Z. V. Toğan’dan öğrendim ki, üzeri postlar ve muazzam boynuzlarla örtülü bu ölü, Kazakların son hanlarından Ablay Han imiş. Dağda avlanan yabani koçlann boynuz­ları ve postları ona hediye getirilirmiş. Dehlizlerde, diğer mezar taşlan arasında, Uluğ Bey’in kızı, Rebia Hatun’un taşını da gördük. Rebia Hatun’un vaktile ayrı bir türbesi varmış, fakat yıkılmış.

Dehlizlerin birinde bir kuyu vardı. Türkistan şehri, Orta Asyalı Türklerin indinde ikinci Mekke addedildiği için, bu kuyuya da “Zemzem” denirmiş. Vaktile medhaldeki tunç şadırvan dururken, Zemzem’in suyu oradan akarmış.

Akşam saat 8 raddelerinde, Hoca Ahmed Yesevî’den ayrıldık ve istasyona döndük. Trenimiz, sabah ikide gelece­ğine göre, epey beklememiz icabediyordu. İstasyon pek kalabalıktı. Bayram namazına| gelenlerin hepsi, açık havada, demir yolunun kenarına çömelmiş, dönüş trenlerini bekliyorlardı. Özbek, Kırgız, Kazak, Türkmen, türlü kıyafetler vardı. Gece semasında, Bayram hilâli parlıyordu.

Muhtelif taraflardan gelen yolcular, birbirleri ile tanışmış, herkes kendi akranı ile gruplar teşkil etmişti. Hanımlar hep beraber oturuyorlardı. Bayram nama­zına iştirak eden bu hanımların beyaz başörtüleri vardı. Ak sakallı, uzun boylu ihtiyarlar yahut, Şark Türkçesinde dendiği gi­bi “kartlar”, arkalarında heybe, ellerinde asâ, birbirlerine sokulmuş duruyorlardı. İstasyon memuru onları itti. Sürü şek­linde, sessizce uzaklaştılar, ve biraz ötede yere oturdular. “Kartlar” gayet mütecessisdi. Ben yanlarından geçerken, dayana­mayıp nereli olduğumu sordular. “Türküm” dedim. Arkamdan bir ses, “yalan” dedi. Döndüğüm zaman bir gen­cin gülerek bana baktığını gördüm. Sahi­den Türk olduğumu anlayınca, bu genç bâriz bir heyecana düştü. Meğer, ailesi Kafkas hududumuz civarında bir köy­den gelirmiş. Fakat, kendisi ömründe Türkiye’li bir kimse görmemiş. Gece saat ikiye kadar yanımızda oturdu. “Allah’a şükür, sizleri gördüm” diye tekrar edi­yordu. “Keşke hanımı da getireydim, o da sizi görürdü” dedi. Dağarcığını açıp bize portakal verdi. Portakal, Sovyetler Birliği’nde çok nadir bir meyvadır. Biz de, etrafımıza toplananlara Türk sigarası verdik. Ay yıldızı görünce kimse sigarayı içmedi: mendillerine sarıp, sakladılar. Sabaha doğru trenimiz geldiği zaman, karanlıkta yüzlerini ancak hayal meyal gördüğümüz bu bir kaç saatlik arkadaş­larımızdan teessürle ayrıldık.

Ertesi gece saat 12’de, Taşkent’ten tayyareye binerek Orta Asya’yı terk ede­cektik. Sıcak bir gece idi. Hava meyda­nında ağaçların altına oturduk. Yanımızdaki sıraya bir Özbek uzanmış uyuyordu. Bu öyle derin bir uyku idi ki, âdeta ölüme benziyordu. Başı arkaya düşmüş, ağızı yarı açık, yıldızlı semaya yüzünü çevirmiş yatıyordu.

Türkistan’dan ayrılmak güç geli­yordu. Bu memleket, bize muhabbet ve hüzün ile karışık, derin bir tesir bırak­mıştı. Asırdîde bir kültürün ölüşünü Türkistan’daki kadar vuzuhla hiçbir yerde görmemiştik.

Bir memleketin kültür ve sanat tarihi grafik şekilde temsil edilse, bir takım çıkışlar ve inişler olur. Türkistan, bugün inen bir hat üzerindedir. Eski san’at an’anesini yaşayan ve anlayan ustalar ve hümanist vasıfta münevverler, artık hep ihtiyarlamış, yerlerini alabilecek gençler yetişmemiş. Bugünkü Türkistan halkı, âbidelerinin harabeleri içine sığı­nıp, barınmaya uğraşmaktadır. Bu man­zaranın hüznünü unutamıyoruz.

KAYNAK: Türk Edebiyatı, Ocak, 1984.