Yaşar Nuri ÖZTÜRK: YESEVÎLİK

 

YESEVÎLİK

Yaşar Nuri ÖZTÜRK

Türk mistik şuurunun oluşmasında ilk büyük etkiyi yapan kurum, Yesevîlik’tir. Yesevîlik’in etkisinin büyüklüğünü, ondan kaynak­lan*™ Bektaşîlik ve Nakşîlik’in etkilerini de göz önünde tutarak değerlendirmek gerekir. Türk irfanına silinmez ve sarsılmaz bir biçimde etkiler bırakmış olan Bektaşîlik ve yine ihmal edilemez etkiler yapmış bulunan Nakşîlik, biraz sonra da göreceğimiz gibi, Yesevîlik’in uzantıları, kollarıdır.

Türkistan’da, Türklerin Müslümanlık*! kabullerinin hemen ardın­dan büyük kitleleri İslam’a, özellikle tasavvufa ısındıran ve gelecek asırlara büyük bir şuur mirası bırakan Yesevîlik; tevazu, sadelik ve fedakârlığın bir ocağı olarak karşımıza çıkıyor. “Bir vakit namaz kılmayanın domuzdan farkı olmayacağı”™ söyleyecek kadar titiz bîr dindar olan Ahmet Yesevî, sonradan Divan-ı Hikmet adı altın­da toplanan ve halka hitap eden basit bir Türkçe ile dile getirilmiş hikmetleri ile büyük kitlelerin gönlünde güçlü bir saltanat kurabil­miştir.

Yesevîlik ve kurucusu hakkında en geniş bilgiyi ve ilgili kaynakla­rı, Köprülü’nün ünlü eseri, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’âz buluyonız. Ahmed Yesevî, büyük mutasavvıf Yusuf Hemedânî’nin (ölm. 535/1140) ilim ve irfanından beslenerek yetişti. Hemedânî’nin mürşidi ve kaynağı ise aynî zamanda GazâlFnin de mürşidi ka­bul edilen Eba Âli Fârmedî’dir. Fârmedî’nin, ünlü Risale yaza­rı Kuşeyrî’nin öğrencisi olduğunu biliyoruz. (Nefahât, Ebu Ali Fârmedî mad.) Bütün bunlar, Yesevîlik’in temel fikir ve ruh kay­naklarının Gazâlî’nin eserinde kristalleşen Sünnî düşünce olduğu­nu bize göstermektedir.

Bu noktanın tespiti bizi şu sonucu kabule zorluyor: Yesevî’nin dü­şünce ve duyuşlarında İranîlik yoktur. Gerçekten de, Yesevî düşünce ve duyuşunda İranî bir karakter görmek mümkün olmuyor. Köprülü’nün, çelişik kabullerinden biri de, Türkler’in İslam’ı Araplardan değil, İranlılardan aldığını söylemesi ve Yesevîlik de dahil bütün başlangıç devri Türk-İslam eserlerinde bir İran etkisi görme­si veya görmeye çalışmasıdır. Köprülü’nün, bütün Türk tasavvuf ha­yatına sarsılmaz etkiler bıraktığına inandığım söylediği Yesevîlik’te İran etkisini iyi bir şekilde görmediğimiz takdirde, onun çelişmeye düştüğünü söylemek gerekmektedir.

Yesevîlik’te İran etkisi değil açık bir biçimde, kırıntı halinde bile mevcut değildir. Yesevîlik’in ve kurucusunun fikir ve duygu zemini, İran kaynaklı değil, Arap kaynaklıdır. Çünkü az yukarıda da söyle­diğimiz gibi, bu kaynak, Gazâlî ve onu besleyen düşünce ve duyuş­tur ki bunlar hem hareket noktaları hem de hedefleri bakımından İranîliğe terstir.

Şunu da ekleyelim ki, sadece Yesevîîik gibi düşünüş ve duyuşları ya­zıya dökülmüş bir ocak değil, İslam-Türk edebiyatının sözlü ürünle­ri olan mesela Satuk Buğra Han Destanı, Manas Destanı ve Ahmed Yesevînin Divan-ı Hikmet’inden çok önce vücut bulmuş olan Yu­suf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’inde (yazılışı 462/1070) de İranîlik yoktur. Aksine, Kutadgu Bilig’de, Türkçülük açık bir biçimde dik­kat çekmektedir. Köprülü’nün, İslam-Türk edebiyatının, özellikle tasavvufî Türk edebiyatının ilk ürünlerinin alanı olan bir bölgeyi “Türk olmaktan ziyade İranî” diye nitelendirilmekle neye işaret et­mek istediği açık değildir. Açık olan bir şey varsa o da şudur:

Ne Ahmet Yesevî’de ne de onun halifelerinin her hangi birinde, hatta mesela Hacı Bektaş Veli’de Şiîlik vardır. Köprülü’nün, “Ah­med Yesevî’nin, Doğu Türkistan ve Seyhun havalisindeki Şiî cere­yanların tesiri altında kaldığı tahmin edilebilir” sözünün tam tersini tespit edebiliyoruz. Tahmine asla ihtiyaç yoktur.

Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen Ahmed Yesevî, Sayramlı Şeyh İbrahim adlı bir zâtın oğludur. Annesi de, Şeyh İbrahim’in bağlılarından biri olan Musa adlı bir zâtın kızı, Ayşe Hatun’dur.

İlk tahsilini Yesi’de alan Ahmet, gençliğinin ilk yıllarında, çevrenin tanınmış bir mürşidi olan Arslan Baba’ya intisap eder. Bu mürşidin bir süre sonra ölümü üzerine, devrin ilim ve kültür merkezlerinden biri olan Buhara’ya gelen Ahmet, burada hem Buhara medresesin­de İslam ilimleri tahsil eder hem de ünlü sûfî Yusuf Hemedanî’ye intisap ederek manevî eğitimini tamamlar.

Yusuf Hemedânî (ölm. 535/1440), tasavvuf tarihinin büyük isimle­rinden biridir. Gençliğinin ilk yıllarında Bağdat’a gidip İslâmî ilim­ler tahsil etti. Tahsilinin ardından, içine düşen ilahi aşkın itişiyle tasavvuf alanına geçmiş ve devrin ünlü mürşidi Ebu Ali Fârmedî’ye intisapla seyru sulukünü tamamlamış, ardından da irşat faaliyet­lerini başlatmıştır. Onun irşat faaliyetleri, büyük ölçüde Herat ve Merv’de yürüdü. Mezarı, Merv’dedir.

Hemedânî’nin tasavvuf tarihindeki yeri, yetiştirdiği kişiler kadar, iz­lediği yönteme de bağlıdır. O, sünnete sıkı sarılmayı, selef yolundan gitmeyi ve ibadetlerden yüz çevirmemeyi esas alan bir irşat yolu iz­lemiştir. Onda, siyasî mezhepçilik asla yoktur. Şiîlik ve ibâhiyeciliğe kesinlikle uzak kalmıştır.

Hemedânî, ölümünden önce yerine geçecek kişileri sırasıyla tespit etmişti. Bu tespite göre, Hemadânî’yi takiben irşat mevkiine şeyh Abdullah Berkî, onun ardından Hasan Endâkî ve bunun ardından da Ahmed Yesevi geçti. Ahmet Yesevî, manevî bir işaret üzerine, Hemedânî’nin bıraktığı görevi dördüncü halife sıfatıyla Abdülhâlik Gucdüvânî’ye bırakarak memleketi olan Yesi’ye döndü ve faali­yetlerine orada devam etti. (Yusuf Hemedânî hakkında daha fazla bilgi için bk. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, 64-72; Öztürk, Tasavvufî Düşünce, 254 vd.)

Şeyhinin ölümünden sonra Buhara’da bir süre hizmet veren Ah­met, daha sonra kendi memleketi olan Yesi’ye döner ve irşat göre­vini vefatına kadar burada sürdürür.

Ahmed Yesevî’nin halifeleri, geleneksel nakillerde, binlerle ifade edilmektedir. Bu geleneksel ve abartmalı rivayetler bir yana bırakı­lırsa, onun çok sayıda halifesi bulunduğunu söyleyebiliriz. Reşahât onun başlıca dört halifesi olduğunu söylemektedir ki bunlar: Mansur Aîa, (ölm. 594/1197), Harizmli Saîd Ata (ölm. 615/1218), Süleyman Ata (ölm. 582/1186) ve Hakim Ata’dır. (Köprülü, age. 88- 89; Eraslan, 26) Bu Süleyman Ata ile Hakîm Ata’yı birleştirerek Sü­leyman Hakîm Ata şeklinde tek isim yapıyorlar ve böylece Ahmed Yesevî’nin halifelerini üçe indirmiş oluyorlar. Oysaki Reşehât gibi kıymetli bir kaynak, Yesevî’nin baş halifelerini dört olarak belirttik­ten sonra bunları Mansûr Ata, Saîd Ata, Süleyman Ata ve Hakîm Ata olarak sayıyor. Köprülü, başka kaynaklardaki kayıtları tercih ederek Reşehât’ın verdiği bilginin yanlış olduğunu söylüyorsa da bunun sebebini ve gerekçesini açıklamıyor. Biz, Reşehât’ın ‘dört halife’ beyanına öncelik tanıyor ve Süleyman Ata ile, Hakan Ata’yı iki ayrı şahıs olarak kabulü tercih ediyoruz. Tabiî, aksini belgeleyen delillere ulaşıncaya kadar.

Ahmet Yesevî’nin, daha sağlığında halife olarak görevlendirdiği baş temsilcileri bunlardır. Bunların dışında zikir telkinine veya kısmi temsile yetkili kıldığı daha birçok halifesi vardı. Köprülü, böyle bir ayırım yapmadan, baş halifelerle zikir telkinine yetkili sıradan halifeleri birbirine katarak uzun bir liste vermiştir. Oysaki tasavvufî esaslar bakımından baş halife, yani mürşidi, hayatından sonra temsile yetkili halifelerle, zikir telkinine veya tarikati öğretmeye yetkili sıradan halifeler farklıdır.

Ahmet Yesevî’nin şiirlerini toplayan Divan-ı Hikmet’te bir çilehâne’den bahsedilir ve bu çilehânede geçen hayat oldukça ay­rıntılı bir biçimde anlatılır. Geleneksel beyanlara göre bu çilehâne macerası şu şekilde oluşmuş ve gelişmiştir;

Ahmet, Hz, Peygamber’in sünnetine öylesine bağladır ki. Hz. Peygamber’in 63 yaşında öldüğünü bilinesi yüzünden o da 63 yaşına yaklaştığında ya ölmek yahut da yeraltında yaşamak ister. Ve bu niyetle yeraltında, mezara benzer bir çilehâne yaptırır ve 63  yaşına geldiğinde buraya girer. Ahmed’in bu çilehâne’de ne kadar yaşadı­ğını bilemiyoruz. Geleneklerin onu 120, 130 yaşlaşma kadar yaşat­tığını görmekteyiz. Elbette ki bu rivayetlere, gerçek diye bakılamaz, fakat kuvvetli bir ihtimal olarak Ahmet’in, ölümüne yafanı günlerde bir süre bu çilehânede yaşadığını söyleyebiliriz. Onun ölüm tarihini (hicrî 561 veya 562) bildiğimiz gibi doğum tarihini de bilse idik bu nokta aydınlığa kavuşmuş olacaktı.

Ahmet Yesevî’nin, asırlarca kutsal ziyaretgâh olarak tutulan tür­besi, ünlü Türk hükümdarı Timur (ölm. 1405) tarafından yaptırıl­mıştır. Bu türbenin yapılışına Timur’u sevk eden şeyin, Yesevî’nin Timur’a gösterdiği bir keramet olduğu kaynaklarda görülür. Ri­vayete göre, Ahmet Yesevî bir gece Timur’un rüyasına girerek ona şöyle demiştir: “Derhal Buhara’ya git. Oradaki kralın ölümü senin elindendir.” Esasen, Buhara üzerine bir sefer yapmayı düşünen Ti­mur, ertesi sabah hemen faaliyete geçer ve Buhara’da zafere ulaşır. Bunun üzerine, Yesevî’nin kabri üstünde görkemli bir türbe yapıl­masını emreder.

Ahmet Yesevî’nin düşünce dünyasını, Divan-ı Hikmet adıyla bira-raya getirilen şiirlerinden öğreniyoruz. Köprülü’nün de isabetle be­lirttiği gibi, Divan-ı Hikmet’teki parçaların fikirsel yönünü din, şe­kil yönünü de millî unsurlar oluşturur. Divan’daki şiirlerin her biri Hikmet diye anılmıştır. Bu, Anadolu’daki tarzda ilahi diye anılan formun karşılığıdır. Esasen, o devirde Doğu Türkleri’nin, yazdıkları manzumelerin şekil bakımından genel adlarının Hikmet olduğunu, edebiyat tarihçileri kaydetmektedir.

Divan-ı Hikmet, Türk millî vezni olan hece ile yazılmıştır. Dilin, Doğu Türkçesi olduğu kesin olmakla birlikte lehçe itibarıyla hangi kısma girdiği hususu tartışmalıdır.

KÖPRÜLÜ’NÜN ÇELİŞKİLERİ

Divanla ilgili olarak, bizim burada dikkat çekmek istediğimiz nok­talar şunlardır: Divan’ın gerek vezin, gerekse dil bakımından İranî bir karakter taşımadığı ortadadır O devirde, hatta daha önceki zamanlarda -mesela Kutadgu Bilig’de kullanıldığına tanık oldu­ğumuz bir anlamda İran zevkine bağlılığın ifadesi olan aruz vezni, Yesevî’nin divanında yoktur. Acem kaynaklı deyimler de yoktur. Bu nokta, Köprülü’nün, Ahmet Yesevî’nin İran etkisi altında geli­şip yetiştiği yolundaki iddiasını geçersiz kılan unsurlardan biridir.

Köprülü, Ahmet Yesevî ve Yesevîlik’i İran etkisi altında gelişmiş olmakla damgaladıktan sonra, eserin bir başka yerinde şöyle diyor, daha doğarım* demek zorunda kalıyor: “Ahmet Yesevî’nin, âdeta çağdaşı demek olan Hakim Senâl (ölm. 545/1150), Feridüddin Âttâr’ın (ölm. 618/1221) tasavvufî-ahlakî eserlerini görüp de on­lardan etkilendiğini hiç zannetmiyoruz.” (Köprülü, age. 157) Biz de böyle bir şeyin olduğunu zannetmiyoruz. Fakat bir sûfî şairin bu ‘zannetmeme’ye rağmen nasıl İranî bir manzara arz ettiğini, İran etkisinde nasıl kaldığım izah çok zorlaşıyor. Köprülü’nün, kendi iddiasının bir numaralı dayanağı olacak bir noktayı da yıktıktan son­ra, Ahmet Yesevî’nin İran etkisi altında yetiştiğini ispat için neyi kullanacağı, cidden merak konusudur. Ve bu merak, Köprülü’nün eserinde giderilememiştir.

Temas edeceğimiz ikinci nokta da şudur: Biz, Köprülü’nün aksine, Yesevî’nin tam anlamıyla bir sûfî şair olduğunu kabul ediyoruz. Bir edebiyat tarihçisi olan Köprülü, Ahmet Yesevî’ye ‘mutasavvıf şair’ denemeyeceğini öne sürüyor. Bu iddianın, en küçük ihtimal olarak bile tutarlı tarafı yoktur. Divan-ı Hikmet, baştan başa sûfizmdir.

Esasen bir sûfî mürşit olan Yesevî, yine Köprülü’nün de söylediği gibi, şairlik göstermekten çok, tasavvuf-tarikat yayma peşindedir. Hem bunu söyleyip hem de Divan-ı Hikmet’i tamamen edebiyat saymak da Köprülü’nün çelişme noktalarından biri olarak karşımı­za çıkıyor.

Üçüncü nokta da şudur: Biz, yine Köprülü’nün aksine, Yesevî’nin Divan’ında, daha sonra Mevlana ve Yunus’ta gördüğümüz düşünce seviyesini ve temaları rahatlıkla bulmaktayız. Yesevî, bir şair ola­rak, Yunus ve Mevlana lirizmine sahip olmayabilir. Bu, onun ese­rinde, temel mistik unsurların yokluğu anlamına gelmez.

Her şeyden önce, Mevlana ve Yunus’ta hâkim olan tanrısal aşk -ki tüm sufi düşünürlerin hareket noktasıdır- Yesevî’de aynen mev­cuttur. Hatta Mesnevi ve Yunus Divanı’ndaki aşkın ilk ifadeye konuluşu, bizce Divan-ı Hikmet’te olmuştur. Bu yönüyle Yesevî, değil Mevlana ve Yunus gibi düşünmemek, aksine, onlara etki etmiş ol­makla nitelendirilmelidir.

Köprülü, bizce hiçbir mânâ ifade etmeyen şu nokta üzerinde ısrar­la duruyor: Yesevî divanı, ahlâk öğretileri içerir, üst seviyede me­tafizik muhtevası yoktur. Bu kanaate katılmak mümkün değildir. Divan-ı Hikmet’in ahlâksal öğretiler içermesi, mesela Mesnevi ya­nında ikinci derecede kalır. Kaldı ki, ahlaksal öğretiler içermek bir sûfî eserin temel vâsıflarındandır. Çünkü İslam mistisizmi temelde eylemci bir mistisizmdir ve bu gerçek tüm sûfî yazarlarda dikkat çeker. Bu, Mevlana için de Yunus için de geçerlidir.

Köprülü, Yesevî’nin, insanlık dünyasına bakışının, mesela Yunus’a nazaran, daha dar bir çerçeve arz ettiğini söylüyor. Bizce, bu da yanlıştır. Yunus’la Yesevî arasındaki lirizm ve ifade farkı böyle bir hükmü vermek için yeterli sebep değildir. Bu hükme varmak in­safsızlık olur. Bütün insanlığa, Yunus’ta gördüğümüz perspektiften bakmak, daha ilk günden beri tüm İslam mistiklerinin hâkim karak­terleri olarak dikkat çekiyor. Bu, elbette ki Yesevî için de geçerlidir. Esasen; aşkı, kemalin zirvesi sayan Divan-ı Hikmet yazarı, bu pers­pektifi en geniş mânâda kullandığını göstermektedir.

Bu kısa açıklamadan sonra Ahmet Yesevî’yi, bir sûfî-şair ve mürşit- ahlâkçı olarak nitelendirebilir ve Divan’ın taşıdığı diğer özellikleri şu şekilde verebiliriz:

Bir Sünnî-Hanefî olan Ahmet Yesevî’nin eserinde Hz. Muhammed’in sünnetine bağlılık, düşünce ve eylemin temelini oluşturur. Onun tasavvuf anlayışı, Kur’an ve sünnetin dogmalarına tam uygunluk esasına oturmaktadır. Bu bakımdan, Köprülü’nün, Yesevîlik’te ‘heterodoks’ unsurlar arayan gayretlerinin, bizce hiçbir inandırıcı yanı olamaz.

Divan-ı Hikmet’te dikkat çeken ikinci nokta, tanrısal aşkın her şe­yin esası olduğu yolundaki görüştür. Allah’a varışın temelinde aşk yatar. Aşk olmadan olgunluğu elde etmek mümkün değildir. Aşk, sen-ben lakırdısını ortadan kaldırır ve tasavvufun esas hedefi olan birliği gerçekleştirir. Yesevî’de Hallâc’ın ‘örnek aşık’ gösterildiğini de unutmayalım. Köprülü, bir tasavvuf tarihçisi olmadığından bu meselelerde tespit hataları yapmaktadır. Kemale ermek için hiç bir insanı, hatta kâfirleri bile incitmemek gerektiğini açıkça söyleyen Yesevî’nin, “Yunus ve Mevlana’daki engin insan sevgisine sahip bulunmadığı” nasıl söylenebilir?

İşaret edeceğimiz bir başka nokta da şudur: Köprülü’nün, alanın­da gerçekten çok değerli olan eseri, Türk Edebiyatında İlk Muta­savvıflar, 1919’da yayınlandığında Batılı ilim adamları tarafından büyük takdir ve övgüyle selamlandı. Eserin, Türk edebiyat tarihi mütehassıslarına açtığı ufkun çok önemli olduğu kuşkusuzdur; an­cak eser, tasavvuf tarihi açısından baktığımızda aynı değeri taşımaz.

Yesevî’nin hizmet verdiği alanlarda kendisinden iki asra yakın bir zaman önce, Türk kitleleri İslam’a hazırlayıp ısındıran sûfîler var­dır. Fransız bilgin Massignon, Hallâc üzerine yaptığı çalışmasında bu hususa ilişkin çok değerli tespitlerde bulunmuştur, (bk. Passion d’al-Hallâj, 1/17-267) Gerçekten de, biz onun eserinde, hicri 309’da yani Yesevî’den 250 yıl gibi bir zaman önce idam edilmiş bulunan Hallâc ve çevresinin, Türkistan topraklarında İslam’ı yayma faali­yetleri gösterdiklerini, geniş bir biçimde buluyoruz. Hallâc, sayıları yüzleri bulan müritleriyle bu topraklarda, Yesevî’den çok önce ve 5 yıllık bir zamanı kapsayan tebliğ ve irşat hizmeti vermiştir. Tasavvuf tarihi bakımından, esas hayranlık uyandıran ve üzerinde daha bü­yük bir titizlikle durulması gereken, budur. Bununla biz, Yesevî’nin hizmetinin küçüklüğünü söylemek istemiyoruz. Ama hizmetin bü­yüklük ve genişliği, her zaman orijinalite ifade etmez.

Fuad Köprülü, Yesevî’nin divanını ‘estetik kıymetten tamamen yoksun birtakım manzumeler mecmuası’ olarak nitelendirdikten sonra, bizim asla katılmadığımız bu düşüncesine ters düşerek şunları yazıyor:

“Orta Asya’da yetişen ve Ahmet Yesevî’yi taklit eden mutasavvıf şairler arasında Kul Şemseddin , Hüdâdâd, İkaanî, Kul Ubeydî, Fakîrî, Ahmet Yesevî (başka bir Ahmet), Beyza, Bihbüdî, Kul Şerefî, Geda Gazalî, (ünlü sûfi Gazali değil), Tufeyli, Meşreb, Hüveyda vs. gibi yalnız zamanlan değil, kıymet ve şöhret dereceleri de farklı olan birçokları vardır. Bazılarının basılmış veya basılmamış divanları, bazılarının ise yalnız birtakım dağınık parçalan bulunan bu şairler hem aruz vezniyle birtakım şiirler hem de Ahmet Yesevî tarz ve edasındaki hikmetler yazmışlardır. Yine bu kabileden, Gül-beste mahlaslı Hokandlı bir şair Divan-ı Hikmet’î taklitle büyük ve ehemmiyetli bir divan vücuda getirmiştir.

Özetle, Ahmed Yesevî, Orta Asya Türk edebiyatı üzerinde bü­yük ve güçlü şahsiyetiyle asırlarca tesir etmiş ve tamamıyla ken­dine mahsus bir şiir tarzı yaratmış çok mühim bir şairdir. Ahmet Yesevî’nin, edebiyat alanında en tanınmış takipçisi, üçüncü halifesi Hakîm Ata’dır.” (Köprülü, age. 171-172)

Divan-ı Hikmet’in şiir yönünü görmek isteyenlere, Kemal Eraslan’ın, ‘Divan-ı Hikmetten Seçmeler’ adlı çalışmasını öneririz.

Yesevî’nin tasavvuf tarihi bakımından dikkat çeken etkilerini dile getirmek için onun kurduğu tarikattan fışkıran düşünce ve duy­gu ocaklarına bakmak gerekir. Bunlar, tarih içinde iki tipik du­yuş ve anlayışa bayrak olma noktasına gelmiş olan Bektaşilik ve Nakşîlik’tir. Bizim tetkiklerimize göre, bu iki tarikatın kaynak ocağı Yesevîlik’tir ve ileri ki zamanlarda bunlar ana ocakları olan Yesevîlik’ten, birincisi (Bektaşîlik) ibâhiye ve lakaydlığa, ikincisi yobazlık ve şekilciliğe kayarak, ayrılmışlardır.

Yesevîye tarikatının usûl ve erkânı hakkında fazla bilgi vermek bu eserin amacını aşar. Esasen, bu tarikatın şeriata hesap vermeyi te­mel ilke edinmesi usûl ve erkânının hangi hususları içereceğini, ana hatlarıyla göstermektedir. Ünlü bir Yesevî dervişi olan Hâzini, ese­ri Cevâhiru ’l-Ebrâr’da Yesevî tarikatını bize tanıtmaktadır;

Yesevî Tarikatının Esasları:

  1. Marifet-i Hakk (Allah’ı tam bilmek),
  2. Sehâvet-ı mutlak (tam ve mükemmel cömertlik),
  3. Sıdk-ı muhakkak (tam ve kâmil mânâda doğru olmak),
  4. Yakîn-i müstağrak (engin bir iç aydınlığa sahip bulunmak),
  5. Tevekkül-i nzk-ı muallak (Rızka rıza göstermek),
  6. Tefekkür-i müdekkak (derinden ve ince ince düşünmek).

Yesevîlerin, tarikatın sünnetleri diye andıkları 6 tane de pratik ku­ralı vardır:

  1. Cemaatle namaz kılmak,
  2. Seher vakitleri uyanık olmak,
  3. Sürekli abdestli olmak,
  4. Kendini her an Allah’ın huzurunda bilmek,
  5. Devamlı zikir halinde olmak,
  6. Manevî rehberlik mertebesine gelmiş kişilere hürmet göstermek. Müridin seçkinliğini ifade eden şu kurallar da çok önemlidir:
  7. Hiç kimseyi mürşidinden üstün bilmemek,
  8. Şeyhinin hizmetinde hareketli ve atılgan olmak,
  9. Sözünde sadık ve güvenilir olmak,
  10. Mal ve mülkünü şeyhin hizmetine vermek,
  11. Mürşidin ve tarikatın sırlarını tutmak,
  12. Canını şeyhi yolunda vermeye her an hazır olmak.

Bu son kuralların tamamı, Kur’an’ın mesajına ve buyruklarına aykı­rıdır. Tümü insanı robotlaştırmaya yönelik şirk şaibeli kabullerdir.

Yesevîlik’te Zikir:

Yesevîyye tarikatı cehri (açık) zikri esas alan tarikatlardandır. Bu tarikatın zikri, tasavvuf tarihinde zikr-i erre veya zikr-i minşârî diye ünlüdür ki: Türkçesi, bıçkı zikri veya hızar zikri olur. Bu zikir sıra­sında, zikredenin boğazından bıçkı veya hızar sesine benzer bir ses çıktığı için adı böyle konmuştur.

Zikri errenin uygulanışı, Köprülü’nün eserinde Şeyh Muhammed Gavs’tan naklen şöyle anlatılmaktadır: İki elini uylukları üzerine koyarak ve nefesini göbeğine doğru vererek “Hû” denir. (Hû lafzı çekilecektir.) Sonra nefes göbek altından yukarı kımıldatılarak ve bütün vücut düz tutularak “Hayy” denir. (Bu “Hayy” lafzı uzunca ve şiddetle söylenmelidir.) Bu şekilde zikre devam edilir. Böylece bir marangozun testereyi ağaç üzerinde çektiği gibi zikir de kalp tahtası üzerine çekilerek, beklenen sonuç elde edilir, (bk. Köprülü, age. 105-107)

Bu nefes uygulaması, Hint’ten alınmıştır, (bk. Nicholson, 48)

Anlaşılan o ki, Yesevîlik’te zikir için esas alınan temel lafiz “Hayy” ismidir. Bununla birlikte Yesevîlerin, Esmaul-hüsnanın diğer lafız­larıyla, özellikle Allah ve Hû ile zikirleri de vardır. Allah lafzının, zikr-i erre dışında kullanılışı ise bütün tarikatlar gibi Yesevîlik’te de esastır. Çünkü Allah lafzı, tarikata has zikrin icrasında kullanılan kelime ve deyim ne olursa olsun, bütün müritler için temel zikir lafzıdır.

Mürit, tarikatı ne olursa olsun, Allah yolcusu olduğu için, sürekli Allah demelidir. Diğer isim ve lafızlarla, zikir, her tarikatın kendi düzenini ilgilendirdiği için, değişiktir. Kelime-i Tevhid (Lâ İlâhe İllellah) veya Lafza-i Celal (Allah ismi) ile zikirse, tasavvufun, hatta İslam’ın temel kabullerinden biridir.