Ziya GÖKALP: REFAH MI? , SAADET Mİ?

REFAH MI? , SAADET Mİ?

Ziya GÖKALP

İnsanın iki türlü yaradılışı, iki çeşit cibiliyeti vardır. İnsan hakkında “hodgâmdır, menfaatperesttir” diyenler yanlış söylememişlerdir. Fakat, yine insan için «menfaati­ni düşünmez, fedakârdır» diyenler de doğruyu söylemiş­lerdir. İnsanın böyle iki zıt tabiata malik olması nereden geliyor? İki ayrı âleme mensup oluşundan: Bu âlemler­den birisi uzviyetler dünyasıdır. Öteki cemiyetler cihanıdır.

Filhakika, her insanın hem bir uzviyeti, hem de bir cemiyeti vardır, insan, uzviyetine hiyanet etmemek isterse, onun ihtiyaçlarını tatmine çalışması lâzım gelir: Bundan menfaat arzuları doğar. Cemiyetine sadık kalmak isterse, onun da mefkûrelerini yükseltmeğe çalışması iktiza eder: Bundan da fedakârlık duyguları vücuda gelir. Bu sözler­den anlaşılıyor ki uzviyetin yaşaması ihtiyaçlarının tatmi­niyle, cemiyetin beka bulması da mefkûrelerinin tebci­liyle kabildir. Bundan dolayıdır ki eski feylesoflar, uzvi­yetin ihtiyaçlarına «maddî ihtiyaçlar», cemiyetin mefkûrelerine de «mânevî ihtiyaçlar» derlerdi.

Maddî ihtiyaçlar nebatla hayvanda da vardır. Çünkıi onlar da birer uzviyettir. Nebat, gıdalı bir toprağa, suya, havaya, ziyaya muhtaçtır. Hayvanın nefes almak, yemek, içmek, uyumak gibi ihtiyaçları var. İnsan, ilk ihtiyaçların­da bu uzviyetiyle beraberdi. Fakat, cemiyet hayatına gi­rince iş değişti. Cemiyet hali, insana bir takım dinî, ah­lâkî, hukukî siyasî mefkûreler verdi. Bu mefkûreler tabiî, nebatla hayvanda yoktu. Bundan başka, cemiyet hali, çok yorulmakla çok tamire muhtaç olan uzviyetin ihtiyaçla­rını da gittikçe çoğaltmağa başladı. Meselâ beyniyle çalı­şan zihnî insanlar yün fanileler giymeksizin, gıdalı taam­lar yemeksizin yaşayamazlar.

Nebatla hayvanın ihtiyaçları mahduttur. Fakat insanın ihtiyaçları, İçtimaî tekâmülle beraber bir düziye arttığın­dan hudutsuzdur.

Eski feylesoflardan bazıları, hayvanın mahdut ihtiyaç­larını, insan uzviyetinin de zarurî ihtiyaçları telâkki edi­yordu. Bugün anlaşıldı ki insanın zarurî ihtiyaçları hay­vani ihtiyaçlardan ibaret değildir. Zarurî ihtiyaçlar yalnız insana mahsus ihtiyaçları da muhtevi olup miktarlariyle nevileri her medeniyette başkadır.

Meselâ Avrupada amele yemeği çatalla yer, karyolada yatar, sandalyede oturur. Avrupa’nın daha yükselmiş olan bazı yerlerinde her amele evinde bir salon odası, bir piya­no vardır. Her amele mutlaka bir spor kulübiyle bir isti­rahat kulübünde âzadır. Senede bir iki ay eğlence seyahati yapar. Avrupa amelesine göre bunlar zarurî ihtiyaçlardır. Halbuki bizim zenginlerimiz bile bu gibi şeylere para sarfetmeyi israf sayarlar.

Bir cemiyetin en az ihtiyaçlı olan kısmı amelelerdir. Her medeniyette zarurî ihtiyaçların mikyası, amelelerin hiçbir suretle vazgeçmek istemedikleri ihtiyaçlardır. Her medeniyette, bu asgarî ihtiyaçların tatminiyle husule ge­len asgarî refaha «yaşayış seviyesi» denilir. Medeniyetlerin maddî kısımları arasındaki farklar, bu yaşayış seviyelerinin farklarından ibarettir.

Bir cemiyette yaşayış seviyesinin yükselmesi, maddî ihtiyaçların son derece artması, İktisadî faaliyetinin mah­rekidir. Ümranın, maddî medeniyetin anasıdır: Manevî me­deniyetin, ahlâkın, hukukun, siyasetin menbaı mefkureler olduğu gibi, acaba yaşayış seviyesinin bu yükselmesi, tek başına, insanları mes’ud edebilir mi? intiharlara dair ya­pılan ilmî istatistiklere göre, hayır!

Zira, bu istatistikler gösteriyor ki yaşayış seviyesinin yüksek olduğu bazı yerlerde intiharlar da çoktur. Zengin­lik, büyük mevkiler, ihtişamlı bir hayatın en yüce mer­tebeleri intihara mâni olamıyor. Diğer taraftan, yaşayış se­viyesi itibariyle geride kalmış olan bazı ülkelerde ise in­tihar hemen hiç yok gibidir. Demek ki yaşayış seviyesinin yüksekliği intiharın sebebi olmamakla beraber intiharlara mâni de olamıyor. Bu hal gösteriyor ki insanları mes’ut edemiyor. Yine intihar istatistikleri gösteriyor ki intiharın en az olduğu yerler mefkûreli muhitlerdir, intiharı en çok olan ülkeler, mefkûresi en az olan memleketlerdir. Bu vâkıalardan şöyle bir içtimaî kanun çıkar: “İntihar, mefkûre ile mâkûsen mütenasiptir.” Bunu açık türkçe ile ifade ede­lim: “İnsanlar arasında mefkûre çoğaldıkça intihar azalır, mefkûre azaldıkça intihar çoğalır.” O halde, insanları mes’ud eden, maddî ihtiyaçların tatmin olunması değil, mefkûrelerin tatmin ve tebcil edilmesidir. İnsanları bedbaht edip intihara sevkeden de mefkûresizliktir. Bir taraftan maddî ihtiyaçların çoğalması diğer cihetten birçok ihtiyaç­ların mükemmel bir surette tatmin edilmesi yalnız «refah» dediğimiz şeyi vücuda getirir, bizi ruhumuzun içtimaî bir sevki tabiî ile müştak olduğu saadete yükseltemez. İnsan, mes’udiyetten ümidini kesince refahın en yüksek derecesinde bulunsa bile, intihar ediyor. Bu hal, gösteriyor ki insan refahı da istemekle beraber, asıl aradığı saadettir; maddî medeniyete müştak olmakla beraber, asıl mütehassir olduğu mânevî medeniyettir. Filvaki, mes’ud olmak için, refah da lâzımdır. Büyük bir refah yüksek bir saadete mâ­ni olmaz, belki ona sağlam bir temel olur. Hususiyle as­garî bir refah saadet için mutlaka lâzımdır. Şüphesiz vü­cut hasta olursa, ruh dinî, ahlâkî, bediî zevklerden lezzet alabilir mi? Hayvani ihtiyaçları bile tatmin edilemiyen bir insan mefkûreler semasına yükselebilir mi? Fakat refahın muhtelif dereceleri olduğu gibi saadet de muhtelif merte­belere maliktir, insan için bazan bu iki nimetten birisini çok, diğerini az istemek mecburiyeti hasıl olur, insan böyle bir vaziyette büyük bir saadetle beraber küçük bir refaha mı razı olmalı? Yoksa az saadetli yahut büsbütün saadet­ten mahrum bir refah mı istemeli?

Hülâsa, ikisi de son derece lâzım olmakla beraber, üs­tün olan hangisidir: Refah mı, saadet mi?

İşte, hayatın bu en mühim sualine cevap verebilmek için, samimî ruhlu insanların derin bir surette düşünmesine «felsefe» adı verilir.

(Küçük Mecmua, 5 Haziran 1922)