Ziya GÖKALP: Câmi, Cemâ’at ve İbâdetlerin Tanzimi

Câmi, Cemâ’at

ve İbâdetlerin Tanzimi

Ziya GÖKALP

  • Gökalp, Zekeriyâ Sertel’e yazdığı aşağıdaki mektubunda, câmi, cemâ’at ve ibâdetlerin tanzimi üzerinde durmaktadır. Bütün bu nevi‘ mektuplarda olduğu gibi, çevresine, kendi iç âlemine âit şeylere hiç yer vermeksizin, câmi, cemâ’at, ibâdetlerin tanzimi hakkındaki fikirlerinden bahsettiği bu mektubu üslûp ve malzeme bakımından, ilmî makalelerinden farksızdır :

Zekeriyâ Sertel’e

Polverista — 22 Temmuz, 1920

Muazzez Kardeşim,

Haziran tarihli mektubunuzu aldım. Evvelce vermiş olduğunuz malûmat üzerine Revüde Metaphysique,in Durkheim’e te^llûk eden nüshalarını getirttim. Dewey’in onun hakkında yazdığı şeyleri okudum; fakat üçüncü makalesi henüz çıkmadı. Bergson’un yeni çıkan kitabını da Çürüksulu Mahmud Paşa getirtti. Bu kitaptaki ekser makaleleri ve konferansları evvelce okumuştum. Durkheim’in Revu de Metaphysique’deki Jean Jack Rousseau’nun Contrat SociaVine ve pedagojisine dâir iki etüd var. Traite de Morale’i henüz neşre başlanmamış. Dinî İslâhat hakkında benim fikirlerim biraz başkadır. Evvelâ cami’ ile cemâ’at’in biri- birine karıştırılmasına tarafdâr değilim.

Cemâ’at hakkmdaki telâkkimi Büyük Mec­mua’ da intişâr eden bir makalemde temhîd etmiştim; fakat tertip sehvleriyle bu ma­kale anlaşılmaz bir şekilde çıkmıştı. Cemâ’at, cem’iyy etin dinamik hâlidir. Cem’iyyet, şahıslarla eşyâdan mürekkeptir. Eşyâ mües- seselerdir. Bu müesseselerin canlı olanları da var, olmayanları da.. Hâlbuki şahısların müşterek vicdânı canlıdır. îşte, cemâ’at, cem’iyyeti teşkil eden şahısların müşterek vicdânı ile canlı müesseselerden ibârettir. Zâten canlı müesseselere bu müşterek vic- dânda şu’ûrlu oldukları, yâni orada yaşa­dıkları için canlı sıfatı izâfe ediliyor. Müş­terek vicdâna, bundan evvelki mektubumda teşrih ettiğim veçhile ma’şerî vicdan da denilir. Cem’iyyetin cemâ’at hayatı yaşa­masına, yâni ma’şerî vicdânm ferdlerin rûhunda serbestçe hâkim olmasına mâni’ olan sınıflar, yâhut bizdeki ta’birle ocaklar’- dır. Bu zümreler ölmüş müesseselerin Sur- vivance hâlinde devâm etmesinde menfaatli oldukları için, cansız müesseseleri pato­lojik bir sûrette zorla idâmeye çalışırlar. Vaktiyle seyfiye tariki, yeniçeri ve sipâhî- lerle bu rolü ifâ ettiği için kaldırıldı; hâlbuki ‘ilmiye, kalemîye, mülkîye tarikleri de ayni rolü îfâ ettikleri hâlde ibkâ olundular. Eski Osmanlı teşkilâtı bu dört tarike istinâd edi­yordu. Tanzîmât yalnız birini kaldırabildi. İşte bir cemâ‘at hayatı yaşamamıza mâni* bunlardır. Bunlardaki sınıf vicdânı, halktaki cemâ ‘at vicdânını boğuyor. Cemâ ‘at hayatı, bu asırda bilhassa commun teşkîlâtıyle mes­lekî teşkilâtlarda uzuvlarını bulabilir.

Cemâ‘at meclislerine yaptırmak istediği­niz fonctionlar kommunlara âittir. Bir kerre cemâ‘at meclisleri ilimîye ocağı’nm an‘anevî şebekesi içine gireceğinden, mâhiyetleri tamâmıyle zühdî ve hudâ-şâhî (theocratique) olacaktır. Böyle bir meclise mektepleri, sihhî ve bedi‘î ve âilevî işleri, iktisâdî teşki­lâtı nasıl verebilirsiniz? Medreselilere göre terbiye, çocuğu Âhiret’e hazırlamaktır. Tahâret, bildiğimiz fennî tahâret değil, şer‘î tahârettir; yâni tabu’lardan azâde olmaktır. Onlara göre bedi‘î olan herşey günahtır. İktisâdî muâmelelerin birçoğu fetvâsız cereyân ettiği için harâmdır.

Diyeceksiniz ki vakflan bu meclise vere­biliriz ya? Eğer vakıflar umûmiyyetle dînî hususlara meşrut olsa idi, bunda bir mahzur yoktu; hâlbuki vakıfların meşrût-i lehleri yalnız ma‘bedler değildir. Birçok vakıfların meşrût-i lehleri mektep, hastahâne, timar-hâne, köprü, çeşme, bendler, imâretler ve şâiredir. Hâsılı kommun ve belediyeye teallûk eden hususlardır. Bizde belediyelerin bir iş görememeleri, vakıfların belediyeye âit işleri tabu’ya uğratmasındandır. Cemâ‘at meclisleri teşekkül edince belediyelerle kommunlar ne olacak? Avrupa’nın, Amerika’nın hiçbir yerinde cemâ‘at meclisi var mı? Bu işleri oralarda belediyelerle kommunlar gör­müyorlar mı? Cemâat meclisi bizim mem­leketimize mahsus patolojik bir teşkilâttır. Yunanlılar Selânik’e girdikleri gün, oradaki metrepolidlikle cemâ’at meclisini kaldır­mışlardı; hâlbuki Selânik bizde iken bu teşkilâtı dâima takviyeye çalışıyorlardı. De­mek ki cemâat meclisi, ekalliyyette olan unsurlara mahsus bir nevi1 gizli devlet teş­kilâtıdır. Ekseriyeti hâiz olan bir unsurun cemâ’at teşkilâtı yapmasına ne ihtiyaç var? Bu teşkilâtla devlet teşkilâtı arasında ve bilhassa belediyelerle kommunlar arasında mücâdele husule gelmez mi?

Bence hilâfetinde, cemâat teşkilâtı ile hiçbir alâkası yoktur. Halîfe, ister hükümdâr, ister cumhurreisi suretinde İslâm bir devletin siyâsî reisinden ibârettir. Halîfe’nin dînî velâyeti yoktur; velâyeti yalnız siyâsîdir. Halîfe’yi Papa’ya benzetmek doğru değildir. Amerika Cumhurreisi, İslâm Halifesi’ne daha ziyâde benzer; çünki Sadr-i îslâm da inti­hapla teayyün ederdi ve Amerika’da ol­duğu gibi, icrâ kuvvetinin reisi idi. Müslümanlar arasında ümmet râbıtasını müf­tüler kongresi, müderrisler kongresi, dînî terbiye kongresi gibi beyne’l-milel İslâm kongreleri vücûde getirebilir.

Bence dînî intibâhın esâsı, “Dîn yalnız i‘tikâdlardan ve ibâdetlerden ibârettir” düs­turuna istinâd eder; zâten hangi ilm-i hâl kitâbını açsanız, orada Muhammedîlik’in yalnız iki türlü şartları olduğunu görürsü­nüz : (1) İmânın şartları, (2) İslâm’ın şartla­rı. Bu şartlardan birincileri i ‘tikâdlar, İkin­cileri ibâdetlerdir. Bu i‘tikâdlara inanan ve bu ibâdetleri ifâ eden ferdlerin mecmû‘una İslâm Câmi’i nâmı verilir. O hâlde dînî teşki­lât, câmi ‘ teşkilâtı sûretinde olabilir. Câmi1, sırf dinî kuvve-i müeyyide ile her işi yapa­bilir. Dînî müeyyide, uhrevî müeyyidedir ki Âhiret’te görülecek mükâfat ve mücâzâtlardır; hâlbuki cemâ’atin bundan başka üç mü­eyyidesi daha var : (1) Hukûkî müeyyide ki mahkemelerin verdiği i‘lâmlardır. (2) Siyâsî müeyyide ki efkâr-i ‘ammenin tahsin ve takbihleridir. (3) Ahlâkî müeyyide ki ahlâkî vicdândaki itmi’nân ve nedâmettir. Cemâ’at hayatının müeyyideleri serbest kalmalıdır. Cemâ‘at, câmi’in içine girerse bu serbesti kal­maz. Dîn kendi müeyyidesi ile ahlâka, siyâsiyâta, iktisâdiyâta, bedî’iyâta, sihhate, hâsı­lı medeniyete büyük te’sirler icrâ edebilir. Nasıl ki Amerika’da bunun misallerini görü­yorsunuz; fakat hiçbir vakit orada, yâhut Avrupa’da dînî, hukükî, siyâsî, ahlâkî müey­yideleri inhisârı altına alamıyor. Bizde ise ilmiye tarîkinin hedefi bilhassa hukûkî ve siyâsî müeyyidelere vaz ‘-i yed etmektir. Cemâ‘at. meclisleri de, bu vaz‘-i yed’in bir yeni vâsıtasından ibârettir.

İbâdetlerin tanzimine gelince, bunun için cami ile mescid’in hizmetlerini tefrik etmek iktizâ eder. Câmi‘ ile mescid arasındaki farklar iki vâki‘a ile tebârüz etmektedir : (1) Her ferd bir mescid inşâ edebilir. Mescid inşâsı için velâyet-i ‘amme’den ruhsat al­mağa mecbur değildir; hâlbuki câmi‘ ya hükümdâr tarafından yapılır, yâhut onun me’zûniyyet verdiği bir kimse tarafından inşâ edilir. Hükümdârın irâdesi olmadan bir câmi‘ yapılamaz. (2) Mescidde herkes imam olabilir; hâlbuki câmi’de hatiblik edebilme imtiyâzı hükümdâra, yâhut onun menşurlu vâlîlerine, veyâhut berât ile nasbettiği hatiblere mahsustur. Bu vâkı‘alar gösteriyor ki Cum’a ve bayram hutbeleri ibâdet-i ‘amme mâhiyetini hâiz olduğu gibi, Cami‘ de ma‘- bed-i tâmdır. Mescid’deki ibâtler ibâdet-i hâssa mâhiyetini hâiz olduğu gibi, mescid de ma‘bed-i hâstır. Bizdeki câmi ile mescid, Hıristiyanlar’daki kilise ile manastır gibidir. Manastır, Hıristiyanlar’ın ma‘bed-i hâssıdır. Orada dînin havassı olan zâhid ve zahideler husûsî ibâdetlerle meşgûl olurlar. Kilise ise, Hıristiyanların ma‘bed-i ‘âm’ıdır; Pazar günleri orada umûmî ve lâ-zühdî ibâdetler yapılır. Hıristiyanlığın ilk zamanlarında ma­nastır ile kilise ayrılmamıştı; çünki o zaman bütün Hıristiyanlar zâhid idiler. Yâni o zaman zühd-i ‘âm hüküm-fermâ idi. Îctimâ‘î taksım-i a‘mal ileri gittikçe, din sâhasında da işler taksim olunmağa başladı. Bu sûretle zâhidler ile lâ-zühdîler ayrıldılar. Lâ-zühdî olmak, dinsiz olmak değildir; binâen aleyh lâ-zühdî de bir dîndârdır. O da ibâdet etmek ister. Bu sûretle lâ-zühdîler için zâhidlerin ilm-i hâlinden farklı bir ilm-i hâl vücûde geldi. Meselâ manas­tırdaki râhib ve râhibeler oruç tutar­ken, lâ-zühdîler perhize tâbi‘ oldular. Ma­nastırdaki zâhid ve zâhideler beş vakit duâyı ifâ ile mükellef iken, lâ-zühdîler kili­sede Pazar gününün va‘zına tâbi‘ oldular. Manastırdaki zâhideler terk-i zînetle, saçını kesmek, yâhut yüzünü kapamakla mükellef olduğu hâlde, lâ-zühdî olan kadınlar —ismet­lerini muhâfaza etmek şartı ile— saçlarını ve yüzlerini açmak ve cem‘iyyet içine girmek müsâadelerine mazhar oldular. Bizde, bâzıları Hıristiyanların manastırına bizim tekyelerimizi benzetirler; hâlbuki bizde tekyeler zühdî bir hayatın merkezleri olacak yerde, onun zıddı olan bedi‘î bir hayat-ı dîniyyenin merkezleridir. Zâhidâne teaasubun hü­kümrân olduğu zamanlarda fikren ve vicdânen hür olanlar yalnız tekyelerde bir müsa‘afe muhiti bulurlar, orada konuşacak ehl-i dillere tesâdüf ederlerdi. En isyankâr, en hürriyet-perverâne fikirler mutasavvıfâne şiirler ile neşredilirdi. İslâm âleminin Kurûn-i vustâ’sındaki şiir, mûsikî ve felsefe en kıy­metli eserlerini mutasavvıflara borçludur. Zâten tasavvuf, Mehâfetu’llâh’ı zâhidlere bırakıyor, kendi sâliklerine yalnız mahabbetu’llâh’ı gösteriyordu. Allah’a yalnız dost, yâr, maşûk gibi mahabbet kelimeleri ile nidâ ediyordu. Mutasavvıflar bu ilâhî aşk uğrunda fakihlerin fetvâsı ile, zâhidlerin i‘lâmıyle Mansûr gibi, Nesimî gibi az mı şehid verdiler?

Zâten İslâmiyet’in dinî tarihini, her dev­rinde hâkim olan merkezleri nokta-i naza­rından dört devreye taksim edebiliriz.
Birinci devrede merkez mesciddi. Secde-kâr vazife­sini burası ifâ ettiği gibi, câmi’ yâni içti­mâ‘gâh vazifesini de burası yapıyordu. Müf­tüler burada fetvâ verir, müderrisler bu­rada tedris eder, siyâsî ve içtimâ‘î içtimâ‘lar da, dînî içtimâ‘lar gibi burada kurulurdu.
İkinci devirde skolastik galebe çalarak med­reseler merkez oldu. Dînî hayat yerine dînî bir mantık, yâni kelâm ile fikh kâ5im oldu. Bu devri açanlar bilhassa Mu‘tezile’dir. Sonra­dan Ehl-i sünnet de Eş‘arîler’le berâber bu yola girdi.
Üçüncü devirde merkez tekyedir. Dînî hayatı ruhlarında henüz yaşayabilenler, medresenin dinî mantıkına karşı isyân ettiler. Tekyede ana dilinde şiir, mûsikî, raks ile berâber vecdli ibâdetler vücûde getirdiler. Kâl’in yerine hâl’i, ilm’in yerine zevk’ı, istidlâlin yerine istiğrak’ı ikâme ettiler. İşte bu sûretle yeniden dînî hayat yaşanmağa başladı. Tekyede doğan dinî mûsikî, yavaş yavaş ezan, İlâhî, hâfızlık tarîkleri ile eâmice girdi. Zâten câmi’ler hutbe okunan ma’bedler olmak i’tibâriyle yavaş yavaş mescidden ayrılmıştı.
İşte dördüncü devir olmak üzre sizin düşündüğünüz yeni hayatta da merkez câmic olacaktır; fakat, mescid yine an’anevî şeklini muhâfaza edecek, an’anevî ibâdetler hiçbir rüknüne halel gelmeksizin orada edâ olunacaktır. Dînî islâhâtı mescide teşmil etmek doğru değildir; çünki o, zühdî hayatın inkişâfına tâbi’dir. Dînî hayat ise inkişâfını ve her türlü bedicî, ahlâkî, sihhî tecelliyâtını câmi’de gösterebilir. Meselâ ibâdet-i ‘âmme olan hutbe ana lisânında okunabilir. Bundan başka câmi’de Mevlid, Milrâciye, İlâhîler va’zlar da ana lisânı ile edâ edilirse, halk bunların mânasını anladığı için dînî bir vecd duymaları mümkün olur.

Şimdilik bu kadarla mektubuma nihâyet veriyorum. Hanımefendi’ye ‘arz-i hürmet ederim 62.

Malta — 22 Temmuz, 1336

KAYNAK: Ziya Gökalp Külliyatı-II / LİMNİ VE MALTA MEKTUPLARI , Hazırlayan: Fevziye A. TANSEL, TTK Yayını.