Yahya Kemal BEYATLI: İSTANBUL’UN İMÂRI (1935)

YAHYA KEMAL’İN


İSTANBUL’UN İMÂRI HAKKINDAKİ


GÖRÜŞLERİ

İstanbul vâlîsi — Efendim ekseriyetimiz vardır, müzâkereyi açıyorum. Söz Yahya Kemal Bey’indir.

Yahya Kemal — Efendim İstanbul’un îmar plâ­nının kime verileceğine dâir rey vermek mes’ûliyetine iştirâk etmekle zihnim en ziyâde bir noktaya takıldı: Bu nokta İstanbul’da şehir halkının îmar kudretidir. Mesele ikiye ayrılır fikrindeyim. Bir halk var bir de şehir vardır. İstanbul şehrinin ümran kaabiliyeti hudutsuzdur. Fakat halkın ümran kudreti nedir? Bugünki İstanbul şehri hangi şehirdir? Buna iyi vâkıf değiliz. Şimdi biz burada müşterek bir plân vücûde getirirsek, tabiîdir ki bu plân 50 sene kadar bir zaman için olur; lâkin işe başladıktan sonra fikirler değişirse demesinler ki: Biz halkın îmar kudretini nazar-ı dikkate almadan yâhud da sırf nazarî hare­ket ederek vücûde getirmişiz.

Şimdi İstanbul’un imâ­rı mevzû-ı bahis olurken dâima üç müddeâ serdedilir: Biri transit, ikincisi sınâî bir şehir, üçüncüsü de turist şehri olmasına dâirdir. Bendenize öyle gelir ki İstanbul ancak nisbî bir mikyasda transit şehri olabilir. Çünkü cihânın en büyük yolları üzerinde de­ğildir. Maamâfih her ne olsa bu daha ziyâde beynel­milel bir meseledir. Boğazlar’dan Avrupa’nın Asya ile iltisâka ne kadar ihtiyâcı varsa İstanbul da ancak o ehemmiyette bir transit merkezi olabilir, fazla olamaz, yâni İstanbul belediyesi bir transit merkezi ya­ratmağı arzû etmekle kendisi bizzat yaratamaz. Tran­sit merkezi olmak ne demektir? Yâni limanla şimen­diferlerin birleştiği noktaları vücûde getirmektir, öy­le görüyoruz ki hükümet zâten liman teşekkül ede­cek noktaları tesbît etmiştir. Şimendiferler de tesbît edilmiştir. Halic’in bir defâ liman olmak kaabiliyeti üç mü­tehassıs tarafından da mütereddidâne mevzû-ı bahis oluyor. Mütehassısların biri limanı Yenikapı’ya ge­tirmek istiyor. Fakat o da çok masraflı olarak vücû­de geliyor. Bir kısmı Haydarpaşa ile Salacak arasın­da olmasını teklif ediyor.

İstanbul şehri liman olabilir. Şimdi bu raporları okurken fikrim en ziyâde Ergötz’ün raporunun niha­yetindeki birkaç cümleye takıldı. O cümleler de şun­lardır. Diyor ki: “Bir şehrin inkişâfı yalnız ecnebi mütehassısların eline bırakılamaz… Türk şehirci ve mütehassıslar tarafından başarılabilir.” Cidden bu yepyeni bir nazariyedir. Çünkü Avrupa’da üslûp şu­ursuzluğu (inconscience de style) denilen bir devir­de 1870 senesine kadar sürdü. O devirde şehrin ken­di vatan evlâdı olan mütehassıslar tarafından îmar edilebileceğine dâir bir kanâat yoktu.

Bu üslûp şuursuzluğu (yâni inconscience de style) Avrupa’nın her tarafında, Fransa’da, Avusturya’da. Almanya’da… yalnız bizde değil, her yerde câri oldu. Nihâyet Avrupa’nın birçok şehirleri bu yüzden harâb edildi. Bu tahripler yalnız sanat nokta-i nazarından değil ticâret nokta-i nazarından da vâki olmuş­tur; Viyana’da mühendisler, mimarlar tanırsınız derler ki: Viyana şehri-ki eski Viyana şehri çok güzel bir şehirdir; böyle nazarî hareketle mimarlar arasında tahrîb edilmiştir. Budapeşte’nin de çok tahrîb edildiğini söylerler. Mîmârî, şehir mîmârîsinin iklimle, o iklimde yetişen halkla çok alâkalı olduğu zihniyeti yenidir.

Yalnız bir değil birçok Avrupa devletleri de bu­nu bilmiyorlardı. Bu nazariyeyi yeni kavradılar. Yirmi sene evveline kadar bu yoktu. Bu moda ye­ni taammüm etti, öyle zannediyorum ki Ergötz bu satırlarla bize çok yeni moda bir fikir söyledi. Er­götz diyor ki: “Bir şehrin inkişâfı yalnız ecnebî mütehassıslar eline bırakılamaz.” Bizim mühendis­lerimiz farzedelim ki henüz böyle hârikulâde urbaniste olmaktan uzaktırlar; Ankara şehri için de ma-atteessüf ecnebî usta, ecnebî kalfa ve ecnebî amele çalıştı. Kendimiz de henüz şehirlerimizi millî bir sûrette telâkki etmekten, îmâr etmekten çok uzağız. Yalnız mâzûr olduğumuz nokta şudur ki; bunu da burada açıkça söyliyelim. Şimdi demek istiyorum ki şehrin ihtiyâcını, îmâr kaabiliyetini ve bilhassa tari­hî hâtıralara taallûk eden noktalarını şüphesiz ki ecnebiden daha iyi biliriz. Çok genç ve millî konsiyansa mâlik millet evlâdı şüphesiz ki ecnebiden da­ha iyi bilir. Şüphesiz ki daha güzel bir eser vücûde getirir.

Meselâ kendi millî târihimizi göz önüne getirerek şu hâdiseyi görüyorum. Mîmârîmiz 1730 senesine kadar Türk ustalarının elinde idi. O zaman İstan­bul’un manzarası, asâleti tam yerinde idi. 1730’dan sonra tamâmiyle gayr-i millî fakat yerli ustaların eline geçti. Fakat o zaman da solmaya başladı. 1730’dan evvelki İstanbul’la sonraki İstanbul arasında fark vardır. Vaktâki bizim kendi kafalarımız Av­rupalılaştı. Avrupalılaştı dememek lâzımdır. Çünkü bu elzemdir. Fakat vaktâ ki Pâdişâh karşıya gitti. İstanbul’un suyu çekildi, san’atı öldü, tabii, san’atın ölmesinde diğer sebepler de vardır. Fakat hükümdârın buradan çekilmesi ve halkın buradan karşı ta­rafa geçmesi ile diğer tarafta hiçbir karakteri olma­yan adamlar şehir vücûde getirmeğe başladı. Bu da mühim fâizlerle istikrâz edilmiş paraların Beyoğlu’na akmasına sebep oldu. Şehrin küçük san’atları öldü. Tamâmiyle İstanbul, İstanbul’u öldürdü. Şim­di siyâsî mukadderâtın sevkiyle Osmanlı İmparator­luğu battı. İstanbul millî kuvvetler tarafından tek­rar feth olundu. Türk milletinin bugünki mukadderâtının en güzel bir şehri olmak üzere fakat bir san’at şehri olmak üzere kaldı.

Şimdi millî şuur, yeni İstanbul nedir? Bunu an­lamak lâzımdır. Evvelâ îmârı bu şehrin halkı yapa­cak ve şehrin istihlâk kaabiliyeti ne kadarsa îmar o derece olacaktır. Bunu anlamak lâzımdır. Bilirsiniz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun hudûdu Avrupa’da Avusturya’ya varıyor, Rusya tarafında da Kaminiçe’ye kadar gidiyordu. İstanbul’a, cenuptan şimâle doğru azîm bir para akıyordu. İstanbul’da İmpa­ratorluk dâhilindeki halk istihlâk ile paranın kısm-ı âzamiin açıktan hârice akıtıyordu. İstanbul bir is­tihlâk şehri idi.

Yalnız Mısır hazînesinin hükümdâra âit harç­lığı ile Eflak ve Buğdan tarafındaki Beyliklerden elde ettikleri paralarla istihlâk edip dururlardı. Rumeli ve Anadolu eşrafı buraya gelirler, paralarını buraya dökerlerdi. Demek varidat ayrı olmak üze­re bu azîm istihlâk güzel bir istihsâl sâhası da teşkîl ediyordu. İstanbul mâmûlâtı çok revaçta idi. Bükreş’de gözümle gördüm, birçok evlerde İstanbul’dan alınmış gelinlik esvaplar, cihaz takımları vardır. Eflak ve Buğdan’ın asıl halkı cihâzı İstanbul’da yaptırıyorlardı. İstanbul bütün bu iktisâdi şerâiti kaybet­ti. İstanbul şimdi istihsâl şehri olarak yaşayacaktır. Gözünü kapamıştır, geçmiştir. Şimdi bu nesil mâzîden kat’iyyen mes’ûl değildir ve bu neslin, İstanbul’u tekrardan feth etmek gibi azîm bir şerefi de vardır. Millî hareketin hârikûlâde bir inkişâfiyle İstanbul ve Trakya yeniden feth edilmiştir. Lâkin arzettiğim gi­bi iktisadî şartlar tamâmen değişmiştir. Eskiden İs­tanbul istihlâk ile yaşarken şimdi istihsâlle yaşamak mecbûriyetindedir. İstihsâl denince hatıra derhâl İstanbul’un transit merkezi olması, sınâî şehir ol­ması, üçüncüsü de vâsi’ mikyasta bir turist merkezi olması gelir.

Transit merkezi olması. Bu bahsi benden çok bilenler hatırlarlar ki hemen hemen onbeş seneden beri dillerde bu transit lâfı geçer durur. O zaman İstanbul’un transit merkezi olması şöyle dursun Selânik’i kaptırmış oluyorduk. Bence hakîkat-bîn ol­malı, bedbîn olmağa mahâl yoktur. Hakîkat-bîn ol­mak lâzımdır.

Agache’ın plânında görüldüğü gibi İstanbul transit merkezi olacak, muazzam bir şehir olacak, işte bu akla çok yakındır. Londra Konferansı’nda Amerika dâhil olmak üzere bütün milletlerin iktisâdî mütâlâalarını gördük. Diyelim ki bütün cihânın bizimle olan alâkası azdır. Fakat yanımızdaki Avru­pa Devletleri’nin tâkîb ettiği siyâset göz-önünde dursun. Bir Selânik’in Yunanistan’ı ne kadar tak­viye ettiği göz önünde dururken bunu tahayyül et­mek doğru olmaz. Fazla tahayyülâta mahâl yok­tur. Bedbin olmak da lüzumsuzdur. İstanbul şehri, bir dereceye kadar turist merkezi olabilir.

Sınâî merkez olmasına gelince: Bu bizim üze­rinde ısrâr ettiğimiz bir bahis olamaz, hükümetin sınâî programına taallûk eder. Bu Türkiye’nin umû­mî sınâî programına taallûk eder. Hükümetin uzun uzadıya düşünüp taşındığı ve tatbîk ettiği bir prog­ramdır. Millî hükümet arzû eder ki tamâmiyle sınâî bir şehir olsun bu beledî bir fikir olamaz, millî bir fikirdir. Bunun için bunda da fazla idealizasyon sâhası yoktur. Bu bir fikirdir.

Sonra kalıyor üçün­cü bahis. Bu da belki en mühim bahistir. İstanbul’un bir turist şehri olması. Belki de asıl bizi meşgul edebilecek bahis budur. Zannederim ki turizme İstan­bul kadar elverişli bir şehir tasavvur edemem. Bu hususta İstanbul diğer şehirlere fâiktir. İstanbul’da mevsimler değişebilir. İstanbul yalnız san’at şehri değildir. Şu halde mükemmel bir şehirdir, çok me­ziyetleri olan bir şehirdir. Bir arkadaşımız diyor ki Lambros İstanbul için güzel bir cümle söylemiş, de­miş ki: Okur yazar beş kıt’a-i arz’da bulunmuş her insan mutlakaa İstanbul’a bir defa gitmeyi arzû eder. İstanbul, hakîkaten okur yazar her adam ta­rafından görülmesi lâzım gelen bir güzel şehirdir. İs­tanbul niçin görülür? Şüphesiz ki târihî zevkinin, manzarasının güzelliğinin ve edebiyâtının İstanbul’a verdiği vasıfla görülmesi istenilir.

Bir kısım seyyahlarla görüştüm. İstanbul’u hepsi sönük görüyorlar. Lâkin gariptir ki bugün turizmde en hafif çeken İstanbul’dur ve en az ka­zanan İstanbul’dur. Seyyahlar iki günde İstanbul’u görürler, giderler, hattâ çok yakından işittiğime göre Londra turizm grupu İstanbul’u turizm progra­mından çıkarmıştır. Bunlar zarar olmakla beraber bir misâldir. Her halde hakikat budur ki İstanbul turizmden âzamî istifâde etmiyor. Ne için etmiyor? Bence kabâhatin ilk hamlesi bizdedir. İstanbul henüz tamâmıyle benimsenmiş değildir. Bu mütehassıs­lardan birinin raporunda İstanbul’da ancak 140 âbi­de olduğunu gördüm. Bence İstanbul’da 500 eser vardır. Yâni İtalyanların İtalya’da, Fransızların Fransa’da, Almanların Almanya’da eser dedikleri şeyleri mukaayese ederek bize tatbik ettikten sonra iddia ederim ki İstanbul’da 500 eser vardır. Fakat 450’si bizce de meçhûldür. Kasımpaşa’daki Piyâle Paşa Câmii’ni ancak âsâr-ı atîka mütehassısı olan birkaç kişi bilir. Fakat İstanbul’da eser 140 değil 500’dür. Bizim san’atımızı bilenler henüz bununla alâkadar olmamıştır. Vâkıâ bu moda yenidir. Milli­yeti toprakta görmek modası bu itibarla da mah­duttur. İstanbul henüz tedkikle kıymetlenmiş bir şehir değildir. Bizim elimizde İstanbul’un bilinme­si için en kabadayı eserlerden birisi Mambury’nin rehberidir.

Cedlerimiz çok güzel mîmârî vücûda getirirler­di. Vücûda getirdikleri eserlerden hârikulâdeleri var­dır. İstanbul’un o zamanki câmîlerinden birine dikkat ederseniz ne mîmârının adı vardır ne de üslûba dâir bir yazı vardır. Câmiin kapısında bir beyitle bânisinden, mütevellisinden bahseder, lâkin san’atkârına dâir bir söz söylemez. Çünkü eskilerin kafasın­da böyle bir şey yoktu. Bu, câmiin mîmârından sana­tından daha mühim idi. Birçok çeşmeler, târihî binâlar, İstanbul’da vardır, fakat bu moda yeni çık­mıştır. Eğer bizde taammüm ederse anlıyacağız ki İstanbul’da 140 değil 500 eser vardır.

İstanbul’da öyle güzel paysage vardır ki. Maamâfih bir şehrin kıymeti güzel mîmârî demek de­ğildir. Mussolini’nin İtalya’yı reklâm kılıklı gönder­diği bir koleksiyonda gördük. Bunda denize çıkmış bir kara parçası vardır. Burada denize bir ağaç sarkar. Bunu Mussolini İtalya’yı reklâm için gön­dermiştir. Bunu bile bir âbide sayıyorlar. Burada âbide dendiği zaman yalnız Ayasofya veyâ Sultanahmed değildir, onlar paysage’ı da coter ediyorlar. Eğer biz İstanbul’un kıymetini tamâmen bilirsek, İstanbul uyanmaya başlıyor demektir. Ve ecnebiler buraya geldikleri vakit burada iki gün kalacağına onbeş gün kalır. İşin maddî tarafına geldik. İstanbul’da iki otel vardır, bunlar da millî muhitte değil­dir. Millî muhitten uzaktır. Otelde herifler Türk yüzü görmezler. Eh vâkıâ onlar hizmet ehlidir fakat Türk değildir. Türk’den hizmet ehli yetiştirmek o kadar mühim midir? Hayır. Fakat her nedense biz bunu yetiştirmemişiz. Ben öyle zannederim ki Ana­dolu çocuklarını frenk gibi ve onlara yakın bir su­rette yetiştirmek kaabildir. Onlara yakın derecede meziyetli insanlardır. Demek ki bir otelcilik mektebi olsa idi Türk’den de maître d’hotel, garson olur­du. Bu sanâyî bizde de vücûda geleydi bir taraftan İstanbul halkından hiç olmazsa 5-6 bin kişinin ge­çinmesi kaabil olurdu. Diğer taraftan da şehri gör­meğe gelenler aylarca otururdu. İstanbul, bir turist şehri olmaya çok lâyıktır. Fakat İstanbul’a gelen bir ecnebî Yedikule’den Sirkeci’ye kadar dünyânın en fecî manzarasiyle karşılaşır. Sirkeci’den köprüye çık­tıktan sonra manzara bir ecnebî üzerinde azamî sû-i tesir bırakır. Otele gider o gece İstanbul’da oldu­ğunun farkında olmaz. Ertesi gün İstanbul’u görmek için taksiye binerek seyâhat etmesi îcâb eder. Gider görür neyi görür? Guide’in tavsiye ettiği onbeş eseri görür. Mâlûm-ı âlîniz İstanbul’da bundan başka eserler de vardır. Demek ki hulâsa ediyorum, tu­rizm İstanbul’un büyük bir şansı olur. Turizm diyoruz da bu kısmî bir târiftir. Turizm İstanbul’un kendi malıdır. Kendi bediî mâhiyeti ile ortaya çıka­cak bir şeydir. Turizmin getirdiği menfaatler çoktur.

Şimdi Ergötz’ün mâruf cümlesi geliyor. Be­nim zihnimin kapıldığı cümlesi geliyor. Bu in­kişaf yalnız ecnebî mütehassısların eline bırakıla­maz. Yüksek ve maddî bir dehâ altında yapılabilir. Bu bahse geliyorum, Türk doğmuş olmak, Türk ismi taşımak kâfi değildir. Türk gibi düşünmek lâzımdır. Ben öyle Türk gördüm ki “servi, fenâ bir ağaçtır, kesilmelidir. İnsana elem verir” diyebiliyordu. Fakat servi Türk ağacıdır. İstanbul’da Kandilli’de oturduğunuz zaman yanınızda Kanlıca’yı başka bir mem­leket zannedersiniz. Manzara, o kadar tenevvü eder ki Kanlıca’ya gidiniz yanı başınızdaki Kandilli’yi bir başka memleket zannedersiniz. Meselâ Boğaziçi hiç de Ayazpaşa taraflarına benzemez. Çamlıca da dâhil olduğu halde hepsi bu kanâati verir. İstanbul’un zen­ginliğini, güzelliğini vücûda getiren azîm değişikliği­dir. Gerçi bu fikir frenk fikridir, frenklerden bize gelmiştir. Louis Philippe zamânında böyle millî bir fikir olsaydı o zaman bu mîmârî vücûda gelir miy­di? Bu fikir bu Ergötz’ün fikri yenidir. Meselâ İngi­lizcede Park vardır. İngiliz dili için vücûda gelmiş bir sözdür. İstanbul’da park ne için vardır? İstan­bul’un eski mesirelerini neden kaldırdık? Kuşdili’nin tam Türk üslûbuna uygun bir şey olarak mâvi suyunun iki tarafı çayır olan, içerisinde sandallarla gezilen bu mesirede acaba Avrupa fikrine zıd olan ne vardır? Şimdi bunları misâl olarak söylüyorum. Zannediyorum ki bu Alman mütehassısının da bir­çok elemanları Fransızlara hitâp etmiyor. Fransızlar da onlar kadar milliyetperverdir. Fransızlar bi­raz kozmopolittirler, Alınanlarda da çok milliyet­perver vardır, son derece nazarî Alman vardır. Bu Alman bir parça milliyetperverlik hissetmiş bir Al­mandır. Bu inkişâfı bizim mütehassıslarımızın eline bırakacak kadar – ancak bir fikir söylüyorum – bi­zim böyle millî bir mütehassısımız yoktur. Şimdi hulâsa edeyim. Transit bahsi mukadder bir şeydir, biz istesek bile ona müdâhale edemeyiz. Hükümetin kendi işidir. Onun feyzi ne kadar mukadderse o kadar olur. İltizam olunursa Boğaziçi altından tünel geçer (inşallah köprü geçmez, temennî etmem) İs­tanbul şehri de bundan istifâde eder. Endüstri ta­rafından, sanâyî tarafından hakikatte hiçbir mahzûru olmamalıdır. Amma bizim bugün millî cihetleri bâzı görmez taraflarımız vardır. Meselâ bir deri fabrikası elzemdir. O zaman İstanbul’da sanâyii de­ğiştirmek lâzımdır. Yâni Göksu’da bulunan ip fab­rikası (ondan başka bir yer yok mu idi?) bir fab­rikanın imtidâdı için bir millî mesireyi alıp takvimden bir yaprak koparır gibi bir tarafa atmak lüzumlu mudur? Bir fabrika deri fabrikası her yerde yapıla­bilir. Bir millî târihten bir yer silinip atılsa lüzumlu bir iş mi yapılır? Millî târihimizde bulunan bu yer böyle silinip atılırsa faydalı ve lüzumlu bir şey midir? Onu sorarım? Monte-Carlo gibi sâhilden tepeye çık­mış bir şehir tabii bunu yapabilirdi. Fakat bizde doğ­ru değildir. Şimdi sanâyî meselesi:

İstanbul’un san’ata ihtiyâcı vardır zâten san’ata âşinâdır. Küçük san’at yaşamıştır. İstanbul’da küçük san’at hârikulâde bir derece idi. El’an da çarşı içinde küçük sanâyiin canlı kısımları vardır. Kuyumculuğa âit… İhyâ olunan bir çinicilik vardır. Bugün eserleri hayret verir. Yâni transit fikirleri İs­tanbul’un târihî kıymetiyle karışmaz. Ben böyle gö­rürüm ve zannediyorum ki hiçbir mütehassıs da baş­ka türlü göremez. Bizde çok câri olan bir fikir var­dır. 60-70 seneliktir. Mütefennin mûsikî istemez, şiir istemez, derler. Avrupa’da böyle birşey yoktur. Böyle bir mütefennine gaayet geri bir adam diye bakarlar. Hars ile science, dünyâda hiçbir zaman berâber ola­maz.

Göksu’daki ip fabrikası her yerde teessüs ede­bilirdi. Burada ipleri bilmem kaç metre uzunluğunda germek mecburiyetinde olduğumuz için mi Türk mil­letinin târihinde ve Avrupa’da yerleşmiş bir sahîfeyi yırtıp atmak bir ip fabrikası için şaşılacak şeydir.

İsterse mâzîye intikaal etmiş olsun, meydanı boş bulunca park yapmak bu olur şey değildir. Park yap­mak iptilâsı nereden geliyor? Şimdi Almanya’da bâzı şehirler şehrin karakterini o kadar muhâfaza ediyor­lar ki, eskiden bizde bir yalı rengi vardı, şimdi yalı renginde hiç bir pencere görmüyorum. Millî conscience azaldı. Frenklerden hiç birisi kitapta okuduğu rengi göremiyor.

Sözüme hitam vermeden şu mülâhazayı ilâve ede­yim. Bir plân 25 sene, 50 sene için yapılır. Fakat bir aded tâyîn etmek lüzumsuzdur. Çünkü müebbeden yapılır. Ancak bir plân yapacak kimseler, 50 sene zarfında kaç defâ fikir değişikliği olur, nasıl değişebilir, bunu düşünmelidir. Ben bu celsenin yâhut gelecek celsenin nihâyetinde re’yimi Ergötz’e vermek isterim. Sonra bir de İstanbul’un istihlâk ve istihsâl kudretini bilmek lâzımdır. İstanbul’dan muhâceret mi oluyor? Yoksa İstanbul’a mı muhâceret oluyor? Bunları bilmeden kuru mâmûriyet ne­ye yarar? Kuru ekmekle peynirle geçinen bir hal­kın mâmûriyete ne ihtiyâcı vardır? Mâmûriyet is­tihlâk ve istihsâl hâdisesinden vücûde gelir.
Kısaca İstanbul’un îmârını yapacak olan bizzat İstanbul’un; kendisidir.
_______________________

6 Şubat 1935’de İstanbul’un îmârı mevzûunda ve İstan­bul vâlîsiniıı başkanlık ettiği bir toplantıda Yahya Kemal’in bu konuşması, buraya, konuşma esnasında tutulan zabıtta bir düzeltme yapılmadan, aynen alınmıştır. Metinde görülen tekrarlarla bâzı cümle pürüzleri, bir taraftan konuşma li­sânının tabiî hâli diğer taraftan konuşulanı not etme esnâsındaki aksayıştandır. Bu konuşmanın bir zabıt kâtibi tarafından tutulmuş metni şâirin metrûkâtı arasında ve Yahya Kemal Enstitüsü arşivindedir.

KAYNAK: Yahya Kemal BEYATLI, Aziz İstanbul, MEB Yayınları, s.171-182.