Teslime DUMAN: Ciğerdelen -Kitap Tanıtımı-

CİĞERDELEN

Teslime DUMAN

“Ciğerdelen” Safiye Erol’un 1946’da yayınlanan ancak yayınlandığı zaman rağbet görmeyen bir romanı. Birçok değerli eser gibi bu romanda yazarın vefatından sonra fark edilir ve gün yüzüne çıkmaya başlar. İlk olarak H. Nihal Atsız “Ruh Adam” isimli romanında Ciğerdelen’e dikkat çekmiştir.

Ciğerdelen romanı adını Macaristan’da Estergon Kalesi yakınlarındaki Ciğerdelen Palankası‘ndan almıştır.
Palankanın yaşadığı iki büyük felaketten 1683 yılında yaşanan bozguna romanda Silahtar Tarihi’nden alınan şu cümle ile yer verilir: “Düşman Ciğerdelen altına gelip dört taraftan ateşe verdi. İçinde bulunan birkaç bin kadın ve erkek feryat ederek yanıp gitti ve dumanı göklere yükseldi.”
1902 yılının Ocak ayının başında dünyaya gelen Safiye Erol’un kendisi “Tımarlı zeametli, beyli paşalı, ağalı uşaklı, çiftli çubuklu, güllü gülistanlı, bağlı bostanlı, yurtlu yuvalı, kahramanları, karayiğitleri, sipahileri ve bayraktarları, sipahileri, hak erenleri bol evliyalar otağı Rumeli’de hayat sürmüş bir ailenin ferdi olmasından dolayı serhatlerde yaşanmış hayatları tüm çıplaklığı ve canlılığı ile bu romanında okurlara sunar. Tahsil için gittiği Almanya’da uzun yıllar kalan Safiye Erol’un günleri vatan hasreti ile geçmiştir. Bu hasret onda milli tarih şuuru, milliyetçilik ve vatan sevgisi gibi duyguların pekişmesi ve onlara sıkı sıkıya sarılması neticesini doğurmuştur. Romanda bu duygularla birlikte Kızılelma ülküsüne de önemli ölçüde vurgu yapılır. Veli Koca “Kılıcımız Beç (Viyana) üstüne kalkmış, imanımız Kızılelma’ya yönelmiştir.” sözleriyle bunu dile getirir.
Roman, hikaye içinde kahramanı tarafından anlatılan ve yazılan hikayelerle tarihte yaşanılan ana geçişler, gel gitler yaparak aynı anda hem tarih hem de bulunulan anlara ait yaşanmışlıkları akıcı bir üslupla anlatır.

Üç ana bölümden oluşmuştur.
BİRİNCİ BÖLÜM: Güvercinler ve Leylekler Diyarı, Dedem, Canzi ve Ben, Gene Canzi ve Sarı Sipahiler.
İKİNCİ BÖLÜM: İki başlık altında serhatlerde yaşanmışlıkların anlatıldığı Yedi Peçeli hikayesi ve Sevenlerin Sırrı başlıklarını taşır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: Ciğerdelen Efsanesi, Kındırsusak, Transformatör ve Orta Kat isimli hikayelerdir.

Bütüncül olarak roman da hikayeler birbirleri arasında iç içe geçmişlerdir. Asıl kahramanları Turhan Tuna ve Cangüzel’dir. Cangüzel’in yazdığı hikayeler Turhan Tuna’ya okuması ve dikkat ettiği bazı konuları işaret etmesi ile aynı zamanda onu daha iyi tanıyabilmesi maksadıyla verilmiştir. Turhan Tuna Hacı Rakım Bey’in oğlu. Mimarlık tahsili için gittiği Avrupa’da maddi sıkıntılar yaşamıştır.
Tahsilini bitirebilmek için her yolu mübah saymış bir takım hoş olmayan hayatlarda yaşamıştır. Ancak kendisiyle birlikte Avrupa’da tahsilde olan Türk çocuklarının birçoğu milli varlıklarını tamamen kaybettikleri halde o sımsıkı sarılmıştır. Garp ile şarkın muvazeneli terkibi onda vücut bulmuştur.
Canzi, Rumeli muhacirlerinden Dumlupınar’da şehit düşmüş Miralay Cevat Bey’in kızıdır. Babasının vefatından sonra annesi bir başkasıyla evlenmiş ve Bursa’da yaşamaktadır. Canzi annesine pek yüz vermemektedir. Canzi ki asıl adı Cangüzel Turhan Tuna ile eşi Haşmet’ten boşanmak üzere iken bir arkadaş toplantısında tanışır. Aralarında yaptıkları sohbet sırasında her ikisi de Hersek Ahmet Paşa’nın torunları olduklarını ve uzaktan akraba olduklarını öğrenirler. Canzi Atatürk’ü kahramanı olarak görür. Onun için hakiki serhatli Atatürk’tür. Turhan Tuna’da fiziken kendisinin Atatürk’e benzetildiğinden bahseder. Turhan Tuna Canzi’ye tutku derecesinde aşık olmuştur. Onu görmeden duramamakta O zamana kadar geçen ömrünün Canzi’yi aramakla geçmiş olduğunu söylerken “bütün ömrüm sevdiğime rastlayacağım güne kadar hep bir hazırlıktan ibaretmiş.” der.

Birinci bölüm olan Güvercinler ve Leylekler Diyarı’ında aşk ve maceranın sonuna kadar yaşandığı, sevda ve hasreti içinde barındıran Keşan anlatılır. Güvercin’in sevdayı leyleğin de esrarı sembolize ettiğini yazar. Göç zamanı geldiği zaman kendisine en muhtaç olduğu anda yavrusunu bırakarak giden leylek misali bu topraklar, yaşanan savaş ve çekişmeler, gözü yaşlı gönlü yaralı sevdalılar bırakır da giderler. Vatan toprağına hasreti, kendi yurdu yuvası, kendi insanının her şeyi Turhan Tuna’ya hoş
gelir. “Yürüdükçe toprak altındaki köklerimin tabanına doğru filiz saldığını duyuyorum.”
Edebiyat ve yazarlıkla yakından ilgilenen Canzi’nin yazdığı ve Turhan Tuna’nın okuduğu ilk hikaye olan “Sarı Sipahiler, Hersek Ahmet Paşa oğullarından, Varat’ın fethinde yararlıklar gösteren Koca Turhan Bey’e verilen zeamette kurulan Şahinkonak Çiftliğinde yaşananları anlatır. Osmanlı Avrupa’ya yerleşmiştir artık. Koca Turhan Bey atadan dededen görme usullerle çiftliği büyütür. Koca Turhan Bey, onun oğlu Veli Bey, onun oğlu Sinan Bey gelip besmeleyle ayak bastılar.” Serhatlerde yaşamak öyle
kolay değildi. Savaşlarda Budin Beylerbeyine asker yetiştirirken barış zamanlarında da boş durmazlardı. Er meydanlarını gün olur Sarı Sipahiler gün olur Atlıbeyzadeler ya da Eğrili Behlüzadeler doldururlardı. Turhan Bey ve torunu Sinan Bey Ciğerdelen yakasında şehit düştüler. Oğlu Veli Bey Sinan’ın oğlu Mustafa Durakça’yı yetiştirmek için çok gayret sarfetti. Onun bu dünyadan baş dileği imanını bütün tutmak bir de Türk’ün Beç’e varıp Kızılelma yolunu sağladığının görmekti. Şehit oğlu
Sinan’ın yerine koyduğu Mustafa Durakça’yı iyi bir sipahi olarak yetiştirmek arzusundaydı. Dedesi Veli Koca’nın rahle-i tedrisatından geçen Mustafa Durakça Ban kızı Mariska Kemeni isimli bir Macar güzeline tutulur ve onunla evlenir. Cangüzel adını verdiği Mariskasıyla Şahinkonak’ta yaşamaya başlarlar. Mustafa Durakça’nın annesi Sümbül Hanım Cangüzel’i de kızı Zeynep gibi çekip çevirmeye ve eğitmeye çalışır. Mustafa Durakça’nın Ciğerdelen önlerinde şehit düşmesinden sonra Durakça’nın annesi oğlunun ölümüne fazla dayanımaz dar-ı bekaya göç eder. Cangüzel ve oğlu Sinan’a Veli Koca kol kanat gerer.

İkinci bölümün ilki olan Yedi Peçeli hikayesinde Sarı Sipahiler’in devamı niteliğinde olan olaylar ana tema olarak işlenir. Veli Koca’nın ölümünden sonra Şahinkonak’ta işlerin başına Sinan geçer.
Çocukluğunda ana kucağından inmeyen Sinan artık anasının yüzüne bakmaz, bir selamı esirger olmuştur. Cangüzel’in ana yüreği can evinden vurulur ancak onu duyması gereken oğul hiç oralı olmaz. Oğluna verdiği sınırsız sevgi, onu hep almak üzere kurulmuş bir sevgiyle aç bırakır. Sinan, annesinin ölümüyle öksüz kalan sevgi eksikliğini Zühre’de bulmaya çalışır. Hafız Nuri kızı Zühre büyük bir aşkla tutulduğu Sinan’ın ve kendine yaşattıklarını, yedi peçeli diye özetlediği korkaklık, insafsızlık, nekeslik, aptallık, gaflet gibi özelliklerini bir bir görür lakin yine de sevmeden vazgeçmez.

Üçüncü bölümde Canzi, Turhan Tuna’nın kendisine yaşattıkları karşısında geçirdiği sinir nöbeti ve hastalığın verdiği bir meczupluk haliyle Ciğerdelen Efsanesi’ni yazar. Ciğerdelen Palankası’nın hazin sonu ve yaşadıklarını okurken kendisiyle iç hesaplaşma yaşar. Özlemek, kavuşmak ve ayrılığın bu hayattan nasibi olduğuna kanaat getirmiştir. Palanka’nın kendisinden geçtiğini görse de kendisi ondan geçmemiştir. O her daim Turhan Tuna’nın içinde kalacaktır. “Yaratılış aleminde ezelden ebede döne döne doldurduğum yerim kadar benimsin.” Her ne kadar yabancı ellere geçse de onu artık içinden söküp atacak kimse yoktur. “ Yeryüzündeki tek adalet varsa o da şudur ki: Bir manaya en yakın ulaşan, o manaya en yüksek bedeli ödeyen kişidir.” Uğruna kopan kıyametlerde Budinlisi, Bosna Serhatlisi, Kanijelisi, Eğrilisi baş koydu. Ovalarında hala mehterlerin sesi gelir gümbür gümbür. Ancak öyle zamanlar geldi ki Palanka hezimetlerde gördü. En büyüğünü de 1683 Viyana (Beç) bozgunundan
sonra gördü. Silahtar Tarihi’nde anlatılan faciayı yaşadı. Kadını erkeği, çocuğu büyüğü, genci yaşlısıyla cayır cayır yandı. O yandıkça ciğerler delindi paramparça oldu. “Ben sana “Ciğerdelen” demem de ne derim? Ömrümün manası ciğerimin kanıyla senin destanını yazmakmış. Mihnetlerimi üst üste koydum dağ gibi yığıldı. Çıktım mihnet tepesine oturdum.”der, kahramanımız Canzi Ciğerdelen Efsanesi’nde.

Turhan Tuna’nın Canzi’ye kaba davranışından sonra Canzi’nin onu görmek istememesi yüreğini dağlamıştır. Onsuz nasıl yaşayacağını düşünürken bu halin hakikat olmasından korkmaktadır. “Canzi’yi kaybedişim bir hakikat olamaz. Eğer gerçekten böyledir de ben Canzi’ye bir daha kavuşamayacaksam ölmemek için hakikaten üstün bir hakikatimin olması lazım. Öyle bir efsane dokumalıyım ki sesi hakikatin sesini bastırsın.” Bu durumda hayalini kurduğu Trakya geliyor gözlerinin önüne.
Demiryolları, buğday siloları, ekim enstitülerine varıncaya kadar bir bir hayalinden geçiyor ve gelip Edirne’ye dayanıyor. Avrupa’da tahsilde iken kafasına koyduğu Edirne’nin imar planı ideali uğruna çalışmaları bir nebze olsun avutacaktır Tuna’yı.
Keşan’da fazla kalamayıp İstanbul’a gelen Turhan Tuna’yı Canzi ile yaşadıkları, ona yaşattığı kabuslar ardından gelen ayrılık ağır bir hastalığın pençesine doğru iter. Sevdiğinin nefes aldığı İstanbul kendisine iyi gelecektir sanır. Canzi’nin hasreti dayanılmaz bir hal almıştır. Böyle giderse Turhan Tuna’yı ölümün kıyısına geldiğini düşündürten bölüm Kındırsusak’ta anlatılır. Doktorların tüm tavsiyelerini reddeder. Verem bile deseler, için çürümüşte deseler ne fark eder şifasını yalnızca kendisi bilmektedir. Şifası Canzi. O yüzden ne gerek var doktor doktor dolaşmaya diye düşünür.
Yanında yalnızca akrabadan Ürkiye Hala vardır kendisine bakan. Ürkiye Hala büyük bir titizlikle bakar.
Turhan onu askerlere bakan, onlara yardım eden eski Türk Analarına benzetir. Hastalık kendisini öyle zayıflatmıştır ki adeta üflesen uçacak gibidir, bir deri bir kemik kalmış, neredeyse hayattan ümidini kesmiş vaziyettedir. Ürkiye Hala onu hayata döndürmek için elinden gelenin fazlasını yapabilmek için kendini zorlar.
Bu arada ondan habersiz Canzi’nin de hastalandığı hatta hastanelerde yattığı, hasrete daha fazla dayanamayıp Canzi’yi görmeye gidişi. Canzi’nin yazmak isteyip te yazamadıkları, yapmak isteyip te yapamadıkları, Turhan’ın hayalleri, planları, hastalıkları Ürkiye Halası sohbetlerinin konusu olur. Bu sohbetlerinde Canzi’sini kaybettiğini anlar ve Keşan’a tekrar döner. Turhan’ın yeniden nükseden hastalığı onu ümitsizliğe sevk eder. Kendinden sonra hazırladığı projeleri ve planlarının akıbeti de düşündürür endişesini daha da artırır.

Bayram olsa kına yaksam destime,
Selam versem yaranıma dostuma,
Hasta olsam Aslı gelmez üstüme,
Garip garip ölüşüme ne dersin.

Halk türküsündeki kadar, onun gibi garip kalmıştır.

Üçüncü bölümün bu hikayesi ölümün kıyısına gelmiş olan Turhan Tuna’nın hayatta kalabilmek, plan ve projelerini gerçekleştirebilmek için ihtiyaç duyduğu ve içinde ruhunda gizli kalmış enerjsini nasıl açığı çıkardığını anlatır. Transformatör dediği bu enerjinin ancak Azrail ile yüz yüze geldiği zaman ortaya çıkabildiğini yazar. Okuyucuya nasıl hayatta kalabildiğini, ölüyü diriye, acıyı verime, karanlığı aydınlığa çeviren transformatörünün nasıl işlemeye koyulduğundan haber verir. Transformatörün
herkese göre değiştiğini, bunun kimi insanda gençlik ve sağlamlığın dayanışması haliyle görülürken kimi zamanda yaratılıştan gelen doğal kalkınma olarak görüldüğünü yazar. Ecel vakti gelmediği için Hakk’ın inayeti olarak ta görenler vardır elbette. Sonuçta bunların hepsinin de aynı noktada buluştuğu kanaati Turhan Tuna’da hasıl olur. Turhan kendisini “Elime yapışıp beni düştüğüm ölüm batağından çeken yine dedelerim olmuştur.” derken. Transformatörünü harekete geçiren gücün de yine onlar olduğunu dile getirir. “Az konuşan çok çalışan, kanaatle yiyip içen, küçük ve seyrek eğlencelerle okunan temiz kanlı berrak gözlü, serin başlı insanlar.”
Transformatörünün kendisini ölümün pençesinden nasıl kurtardığını anlatırken Canzi işte benin Serhatlim Atatürk dediği Kocatepe’deki kalpaklı resmi karşısında “Serhatli ruhu milletin başından eksik olmasın. Atatürk’te Türk Milletinin karar gününde işlemeye koyulan bir transformatörüdür.” sözü dikkate değer bir tespittir.

İnsan… İnsan… İnsan… Varlık aleminde görünür ve görünmez her şey insana aşıktır. Her şey sessiz bir vurgunlukla şu özleyiş yalvarışını okur: Beni anla, beni yen, beni dinle, beni kullan. Yaratılışımın manasına kavuşmaklığım senin eline verilmiştir, adem oğlu beni hasretime ulaştır, senin zafer anıtında ben malzeme olayım…”

Turhan Tuna Canzi ile birlikte artık orta katın eşiğine gelmiştir. Yaralı, bitkin ve yorgun. Ancak Canzi ile birlikte olmak ona güç vermektedir. Kim bilir belki de dünyaya gelecek evlatları için, onu yetiştirebilmek için Canzi’siyle biraz daha vakit geçirebilmek için Haktan niyazı sadece biraz daha süredir. Yoksa Hakk’ın huzuruna çıkmak için de hazırlıksız değildir. Atlattığı badirelerden sonra gönlü huzura ermiş, projelerini gerçekleştirmiş ve sevgisini olgunluğa eriştirmiştir. Şükür, dua ve yalvarış…

“Alnımın terinden altın sarısı başaklar bitti, yüreğim sızısından kan kırmızı güller açtı, savaşımın gücünden katı yapraklı buruk kokulu zafer defneleri yeşerdi. Buğdayımı, gülümü, defnemi bir araya düreyim; kendime en yüce çelengi öreyim. Orta katta bir cihangir olarak dinleneyim. Beni çağırdığın gün Pir Sultan köçeklerinin hafif kanatlı oyun adımlarıyla süzülerek sana gelirim.”

SONUÇ
Turhan Tuna, Canzi, Veli Koca, Mustafa Durakça, Hafız Nuri, Macar Feridun, Cangüzel, Sümbül Hatun, Zeynep, Sinan, Zühre, Ürkiye Hala ve burada adını sayamadığımız kahramanlarla biz de serhatlerde sürülen hayatlara, Ciğerdelen Palankası ve Şahinkonak Çiftliği özelinde şahit olduk, oraları biz de gezdik; Ciğerdelen’den yükselen feryatlarla yüreklerimiz dağlandı. Yaşanan güzelliklerle, mutluluklarla bizde mutlu olduk. Turhan Tuna’nın imar ettiği Serhat Şehri Edirne’yi, doğup büyüdükleri Keşan’ı onlarla birlikte gezdik.

Merak edenlere yine eşlik edeceklerdir…