Süleyman ULUDAĞ: Selefiyye

SELEFİYE

«Bugün dininizi kemâle erdirdim…»

mealindeki âyet indiği zaman

dinden olmayan şeyler

şimdi de dinden değildir.

İmam Malik

Selefiye; eski âlimler, ilk Müslüman büyükleri ve geçmişteki dindar şahıslar tarafından takip edilen mezheb ve tutulan yol manâsına gelmektedir. Selef iye mezhebine mensub olan şahısların aldıkları diğer isimler şunlardır:

a) Eseriye, Ehl-i eser (İzciler): İslâmiyet’i anlama konusunda sahabe, tabiûn ve tebe-i tabiîn’in izinden ve peşinden yürüyenler, onların inanç ve düşüncelerini tıpatıp benimseyerek, hiçbir konuda onları aşmayanlar.

b) Ehl-i hadis, Ashab-ı hadis: Hadislerde anlatılan müslümanlık anlayışını fazlasız ve eksiksiz olarak aynen kabul edenler, kendi fikirlerine ve İlmî kanâatlerine dayanarak bir nevi İslâmlık anlayışına hiç bir şey ilave etmeyenler. Buradaki hadis, sözü, sahabe ve tabiûnun sözlerini, fikirlerini, hal ve hareketlerini (mevkuf hadis ve maktu hadisi) de içine alan çok geniş bir manâda kullanılmaktadır.

c) Sıfatiye (Sıfatcılar) : Maturidî ve Eş’arîler gibi Allah’ın sıfatlarını mahdut sayılara inhisar ettirmeyip çok sayıda ilahı sıfat kabul edenler.

d) İsbâtiye: Bilhassa Allah’la ilgili konularda konuşurken, daha çok «vardır» sözünü kullananlar, «yoktur» sözünü az kullananlar. Allah’ı menfî sıfatları ile değil, daha ziyade müsbet sıfatlarla tanıyanlar. Cenab-ı Hakk’ı, «Allah araz değildir, cevher değildir..» şeklinde değil de, «Allah âlimdir, halimdir, sabırlıdır, gadab eder, merhametlidir…» tarzında tanıyanlar.

Muhalifleri, Selefiye mezhebine Haşeviye, Mücessime ve Müşebbihe gibi isimler vermişlerdir. Fakat Selefiye bu gibi isimleri birer suçlama saymış ve reddetmiştir.

Selefiye mezhebinin geçirdiği başlıca dönemler

Selefiye hareketi başlangıçtan zamanımıza kadar bir kaç dönemden geçmiştir. Şöyle ki:

  1. Dönem: İcmal devri: Mütekaddimîn-i Selefiye: Eski Selefîler: Cehmiye, Mutezile, Mürcie, Şia ve Haricî olmayan, hadislerde anlatılan ve sahabe, tabiûn ve tebe-i tabiîn tarafından anlaşılan İslâm anlayışını benimseyen, Kaderiye, Cehmiye ve Mutezile tarafından ortaya atılan bid’atları ve yeni yorumları, tafsilat ve teferruata girmeden icmalen ve toptan reddeden müslümânların benimsedikleri mezhebe, Selef mezhebi adı verilmektedir. Bu dönemdeki Selefîleri de ikiye ayırabiliriz. a) H. IV/M.X asrın başında Eş’ari ve Matûridi kelâm mezhepleri kurulmadan evvelki Selefiler. Bu dönemde Ehl-i sünnetin tamamına Selef mezhebi adı da verilmektedir. b) Eş’ari ve Matûridi kelâm mezhepleri kurulunca, bir çok_Sünnî bu mezhebin itikad anlayışını benimsedi. Fakat Eş’arî ve Matûridi akâid sistemine bağlı olmayan Sünnilerin sayısı da çoktu. Genel manâda bütün Sünnilerin, özel manâda Eş’arî, Matûridi olmayan Sünnilerin tuttukları yola Mezheb-i Selef adı verilmektedir. Birinci manâda bütün Sünnîlere Ehl-i sünnet-i âmme, ikinci manâdaki Sünnîlere, yani Eş’arî ve Matûridi olmayan Sünnîlere Ehl-i sünnet-i hassa adı verilmektedir. Bu ikinci manâda Selefiye mezhebi tabiri yerine Hanbeliye mezhebi tabiri de kullanılır. Hanbelîlik amelî olduğu kadar itıkadî bir mezhep olma özelliğine de sahiptir.
  2. Dönem: Tafsil devri: Müteahhirîn-i Selefiye: Sonraki Selefîler: İbn Teymiye (öl. 728/1328) ve talebesi İbn Kayyim Cevziye (öl. 751/1350) tarafından başlatılan bu hareket geniş ölçüde eski Selefîleri takib etmişdir. Sadece, eski Selefîlerin icmalen zikrettikleri hususları bunlar tafsilat ve teferruatıyle zikretmişlerdir. Eski Seleflerin girmedikleri, girmedi uygun bulmadıkları konulara sonraki Selefîler girmek zorunda kalmışlar ve bu gibi konuların içine dalarak geniş açıklamalar yapmışlar, böylece Selefîliği sistemleştirmeye gayret etmişler, Selefîliğe muhalif olan inanç ve düşünceler konusunda geniş açıklamalar yapmışlardır. ‘Fakat sonraki Selefîlik güçlenen Sünnî kelâm ve’tasavvuf hareketi karşısında gelişememiş sesini, duyuramamış ve cemiyet üzerinde fazla tesirli olamamıştır, ,
  3. dönem: Yeni Selefiye hareketi: Mısır’da Kava- lalı Mehmet Ali Paşa ye İstanbul’dia Tanzimat Fermanı ile başlayan Batı tesirleriyle uyanan bir kısım müs- lümanlar, ananevi kelâm ve tasavvuf, düşüncesinin, İslâm cemiyetinin derdine deva olamayacağı kanâa- tına vararak yeni ye çağdaş bir Selefiye hareketini, savunmuşlardır. Cemaleddin Afganî, M. Abduh, Muhammed îkbal ve Mehmet Akif bu manâdaki bir Selefîlik cereyanının en hareretli ve en ideal temsilcileri sayılırlar. Bu Selefîlerde akla, ilme ve teknik gelişmelere önem verme büyük bir yer tutar, Yerine göre eski ve sonraki Selefîleri aşan te’villerde de bulunurlar. Reşid Rıza, Kasımî ve Aluşî gibi müfessirlerin tefsirleri ve eserleri bu manâdaki Selefiye hareketi hakkında değerli malumat ihtiva ederler.

1703-1791 yılları arasında yaşamış olan, Vehhabî- liğin kurucusu Muhammed b. Vehhâbî’in başlattığı hareket çöl şartlarına göre basit ve ibtidaî bir Selefiye cereyanıdır. Başta Sunûsılik olmak üzere bir çok ha-reketlere tesir etmiş olan Vehhabîlik zamanla bir ölçüde yumuşamış, eski sert ve katı tutumunu kısmen gevşetmiş, fakat hala çağdaş bir İslâm hareketi olma seviyesine yükselememiştir.

Ana hatlarıyle belirttiğimiz Selefiye hareketlerinin birbirinden farklı yanları ve yönleri vardır. Ama birbirinin aynısı olan hususları ve ortak noktalan da çoktur.. İslâmî aslındaki safvet ve basit şekli ile ele almak, te’vil yolu ile İslâm’a giren ve bâtıl itikad ve hurafe gibi isimler verilen gayr-i İslâmî düşüncelerle mücadele etmek, Islâm cemiyetini teknik ve müsbet ilimler sahasında çağın önüne geçirmek, bunun için de önemli değişiklikler yapmanın lüzumuna inanmak ve dünya İslâm birliğini savunmak lüzumuna inanmak başlıca fikir ve idealleridir.

Sadece tasavvufa veya sadece kelâma yakın bulunan Selefîler mevcut olduğu gibi ikisine de yâkm veya uzak olan Selefîler de vardır.

Eş’arî ve Maturidî kelâmı teşekkül, etmeden önce bütün Ehl-i sünnetin, bu sistemler kurulduktan sonra: da önemli sayıda bir grup Müslümamn sürekli olarak bağlı, bulundukları bu mezhebin bilgi nazariyesi bahsindeki görüşleri ile, kelâm ve tasavvufa karşı takındıkları tavır şu şekilde özetlenebilir:

  1. Nakli ve nassı takdis

Selefiye, Kur’an ve hadisle birlikte,’ ilk üç nesli teşkil eden Müslümanların; Sahabe, tabiûn ve etbau’t- tabiînin _ (kurun-i selâse ricâli) söz ve davranışlarını kudsiyet mertebesine yükseltmiş, bunların hepsine birden «menkûlat» ve «merviyat» (nakil, nas, eser, haber ve hadis) gibi isimler vermiştir. Selefiyede nassın ve naklin dinî bir masûniyet (dokunulmazlık) e sahib olma imtiyazı vardır. Ulvî ve mübarek bir bilgi kaynağı olan nakil mutlak olarak Hâkim’dir. Saltanat tahtında sadece o oturur, sadece qna tabi olunur. Nas- si; itiraz, muhalefet, tenkit ve te’vil konusu yapmak kesinlikle caiz değildir..

İbn Mesud, Huzeyfe ve Haşan Basrî (r.a.) gibi kişilerin şöyle dedikleri rivayet edilir: «Dini konularda bir, kimseyi örnek almak istiyorsanız, Muhammed (s.a.) in ashabını örnek alınız. Çünkü bu ümmet içinde kalb yönünden en temiz, ilim bakımından en derin, tekellüf ve tasannu cihetinden en az, hidayet itibariyle en doğru ve güzel, ahlâk bakımından en iyi olan şahıslar onlardır. Resülü ile sohbet ve dinini tesis etmek için Hakk Taâlâ’nın seçtiği kişiler de bunlardır. Bunların üstünlüğünü kabul ederek izlerini adım adım takip ediniz. Onlara benzemeye çalışınız, zira en doğru yolda olanlar onlardır. Bu yoldan azıcık sağa veya sola saparsanız, büyük , bir dalâletin içine yuvarlanmış olursunuz» (1) .

Selefiye, tabiûn ve etbâu’t-tabiîn hakkında da aynı şekilde düşünür. Yani onlara göre İslâm’ı en doğru, en iyi, en güzel ve en mükemmel şekilde anlayan ve anladığını en münasib biçimde tatbik eden ilk üç ne-sildir. Onlardan sonra hiç bir kimse İslâmiyeti onlar kadar mükemmel şekilde anlayamaz. O sebeple de bu anlayış; değişmezlik, dokunulmazlık tenkit ye itiraz edilemezlik niteliğine sahiptir. O halde yapılacak şey dini anlama konusunda ilk üç nesilden gelen; açıkla- ’ malan ve onlara ait uygulamaları aynen muhafaza etmek, onları aşan beyan ve hareketlerden titizlikle sakınmaktır. Ne akıl ne de ilham; âyet, hadis ve ilk üç nesilden gelen beyanlar konusunda tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Bunların vazifesi sadece nakli anlamaktan ibarettir.

Bu noktada Selefiye, akıl ve istidlâle dayanarak veya keşf ve’ ilhama istinad ederek nâkli tevil, tefsir ve değerlendirme yoluna gitmemiş, bu yolu tutanları da şiddetle tenkit etmiştir. Onlara göre akim nakle müdahalede bulunması ve onun üzerinde tasarrufa kalkması yasak, ilhamın nassa hakim kılınması haramdır.

Selefiye, Maide suresinin 3. âyetine dayanarak şöyle der: «İslâm dini Resûlüllah vefat etmeden kısa süre önce tam ve kâmil hale gelmiştir. İkmal ve itmam edilmiş olan İslâm dinine yeni bir fikir, yeni bir tefsir, izah ve değerlendirme şekli getirmek mümkün değildir. Yeni fikir ve görüşler tam ve kemâl mertebede olma inancı ile tezat teşkil eder. Kâmil olan bir dine yeni bir şey ilâve etmek onun için eksiklik olduğu gibi, ondan bir şey çıkarmak da bir eksikliktir. Onun için Selefiye yeni şeyler keşf ve icâd etme fikrine yabancı kalmış, teceddüd ve terakki hareketlerini hep tepki ile karşılamıştır.

Bu noktada selefiyenin iki özelliği ortaya çıkmaktadır:

a) Te’vili kabul etmemek, bunu bir nevi dini tağyir (değiştirme ( ve tahrif (bozmâ, saptırma) saymak. Selefiye bu noktada şöyle düşünür: Vakıa Kur’an’-da müteşâbih denilen ve mahiyeti bizce bilinmeyen bazı âyetler vardır. Fakat bunun te’vilini sadece Allah bilir. Dinî konularda çok yüksek derecede bulunan derin bilgi sahipleri: «Biz buna iman ettik, bunların hepsi Allah’tandır» (Alu İmrân, 3/7) der, bu nevi âyetleri te’vil etmezler. «Sadece, kalblerinde sapıklık meyli bulunan kişilerdir ki, müteşâbih nasları tevil ederler» (Alu İmran, 3/7). Alu İmran suresinin 7. âyetini Selefiye böyle anlamıştır. Kelâm ve tasavvuf ise bu âyete dayanarak «Râsihîn» denilen yüksek seviyedeki din âlimlerinin te’vil yapmalarını caiz ve lüzumlu görmüştür.

Gerçi Selefiye, nasların tefsir ve izah edilmelerini kökten reddetmemiş, bir tefsir ve izah şeklini kabul etmiştir. Fakat bu; nasları harfiyyen açıklamaya dayanan, zahiri ve lafzî tefsirdir. Bir nakli başka bir nakle dayanarak izah etmekten ibarettir. Kat’iyyen akla ve ilme veyahut ta keşf ve ilhama dayanan ve yeni görüşler ortaya koyan bir tefsir şekli değildir.

Ali Karî, te’vil konusunda İmam-ı Azam’ın, «Allah’ın eli vardır, eli kudreti veya nimetidir, denilemez», şeklindeki sözlerini izah ederken, «nitekim te’vil konusunda haleften olan bazı kimseler, selefe muhalefet etmişlerdir», demektedir. Ali Karî, bu sözü ile, sonraki Sünnîlerden bazılarının İmam-ı Azam’ı takib ederek ve ona tabi olarak bu nevi âyetleri te’vil etmedikleri halde, bazılarının ise Selefe muhalefet ederek bu çeşit nasları te’vil ettiklerini belirtmektedir, kendisi te’vile taraftar değildir.

«Eli, keyfiyetsiz olarak onun sıfatıdır», sözü, elinin keyfiyeti hakkında bilgimiz yoktur, demektir. Diğer sıfatların künhünü idrâktan aciz olduğumuz gibi el sıfatının da künhünü, mahiyetini ve nasıl olduğunu bilmekten aciziz. Bilâkeyf «tafsilatına girmeden ve mücmel olarak», demektir. Müteşabih, keyfiyeti meçhul olan naslar demektir (2).

Ali Karî diyor ki: «Allah’ın gazabı ve rızâsı deyimini selefin çoğu, haleften olan âlimlerin de bir bolümü te’vil etmemiş, gazabtan maksad intikam istemek, rızâdan murad ihsanda bulunmayı istemektir, şeklinde te’vil etmemişlerdir».

Fahrulislâm diyor ki: «Bize göre Allah’ın elinin ve yüzünün olması haktır. Aslı itibariyle malum, vasfı itibariyle müteşabihtir. Vasfın keyfiyeti bilinmekten acizdir, diye aslının iptal (ve te’vil) edilmesi caiz değildir. Mutezile sırf bu yüzden sapıtmıştır. Sıfatlar konusundaki bilgisizlikleri sebebiyle asıl ve esas olanı (ye nasları) akla göre izah etmişlerdir». Serahsî’nin fikri de budur.

Haleften bazıları zikredilen nasları te’vil etmişlerdir. Hatta, «En sağlam yol budur», diyenler de olmuştur. Fakat Şafiîlerden bazılan, Sünnîliğe te’vili ilk defa sokmuş olan Cüveynî’nin ömrünün sonunda bu ka- nâatmdan döndüğünü ve te’vili haram saydığım ifade etmişlerdir. Risâle-i Nizamiye’de belirtildiği gibi te’vi- lin men’i konusunda Selefin icmaı vardır.

Cüveynî diyor ki: «Selef te’vilden titizlikle sakınmış ve bunu menetmiştir. Nasları zahirî ’manâlarına göre anlamışlardır. Hakikî manâsım ise Allah’a havale etmişlerdir. Bizim benimsediğimiz ve dinî inanç olarak kabul ettiğimiz görüş budur» (3).

Görülüyor ki, ilk’defa Sünnîliğe te’vili sokan zat ömrünün sonunda yazdığı eserde bu görüşünü terk etmiştir. Bu görüş, Maturidîlerin kanâatma uygundur. İbn Dakîkı’l-Îd ve İbn Hûmam ise ortalama bir yol tutarak, akla çok yatkın bazı naslar kısaca te’vil edilebilir, demişlerdir (4).

el-Fıkhu’l-ekber’in Ali Karî şerhi daha çok Selefi bir mahiyettedir «el-Hikmetu’n-Nebeviyye» isimli eserin şarihi: Fıkhu’l-elsber’i akla ve nazara göre (yani kelâm kaidelerine göre) değil, Şeriata sımsıkı kalarak şerhettim, dediğine göre bu şerhin de Selefi bir anlayışla yazılmış olması gerekmektedir (5).

Beyazî tarafından yapılan îşârâtu’l-merâm isimli şerh dalıa çök kelâmı mahiyettedir. Beyazî İmam-ı Azam’ı te’villere bir hayli yaklaştırır. Zaman zaman da Selefiyeyi Haşeviye ve Mücessime, diye niteleyerek onlara çatar. Kelâm aleyhinde söylenen sözleri, Mutezile kelâmı ile izah ederek, adeta karşımıza bir Falı- ruddin Razî edası ve sâdasıyle çıkar C6).

SİS * *

Eş’ariye ve Maturidiyeye göre kelâm-î 1 afzî mahlûk, k-elâm-i nefsi gayr-ı mahlûktur. Yani Kur’an’ın lafzı ve sözü mahlûktur ama manâsı kadîmdir. İmam Ahmed ye İshak b. Raheveyh gibi büyük hadis ve Selef âlimleri «Kur’an’ın lafzı mahlûktur», denilmesini caiz görmezlerdi. Hatta bazı Hanbelîler bu sözü küfür sayarlardı (7).

İmam-ı Azam: «Lafzuna bi’l-Kur’an mahlûkun» (Kur’ah’ı okurken söylediğimiz sözler mahlûktur…) dediği için Hanefîler Hanbelîlere ters düşmüşlerdi. 1

Kâdiriye tarikatının kurucusu olan Abdulkadir Geylânî diyor ki: «Men kale lafzî bi’l-Kur’an fehüve kâfirûn billah…» (Bir kimse Kur’ân’ın lafzı mahlûktur, derse Allah Taâlâ’yı inkâr etmiş olur). Böylesi ile sohbet edilmez, birlikte yemek yenilmez, evlenilmez, kom- şü bile olunmaz. Aksine bu gibi kişiler terk edilir, kü-çümsenir, ardında namaz kılınmaz. Şahitlikleri kabul edilmez. Nikahta velayetleri muteber tutulmaz, öldük- . lerind’e cenaze namazları kılınmaz. Böyle birisi yaka-lanırsa, tıpkı irtidad eden bir kimse gibi, üç kere tev- beye davet edilir. Teybe etmezse katledilir. İmam Ah- med’e, «Bir kimse, Kur’an’ın lafzı mahlûktur, derse, ne lâzım gelir», diye soruldu. «Kâfir olur», diye cevap verdi. Yine İmam Ahmed, «Allah’ın kelâmı olan Kur’an mahlûk değildir ama önün okunması mahlûktur, diyen kâfir olur», demişti (8).

Gavsu’l-Azam’ın İmam Azam, yani en büyük sûfînin en büyük reyci fakıh hakkındaki hükmü budur.

Görülüyor, ki Selef iyenin katı ve sert taraftarları, Sünnî kelâmcıları ve hatta mutedil olan ilk Selefîleri % bile kâfir sayan beyanlarda bulunmuşlardır. Bu ifadeler karşısında başta İmam-ı Azam olmak üzere, Eİş’arî, Matu’ridî ve onları tâkib edenlerin Abdulkadir Geylanî gibi sert ve katı görüşlü Hanbelîler nazarındaki yerini tesbit ve tayin fazla zor değildir. Eş’arî ve Mâturidî kelâmcılarının, bu nevi dar ve müsamaha tanımaz görüşlere sahip olan aşın Selefîleri, yani Han- belîleri Haşeviye, Mücessime ve Müşebbihe saymalan, fazla şaşırtıcı görülmemelidir. Bü, bir etki-tepki meselesidir.

*

Abdulkadir Geylani’nin, dolaylı olarak Ebu Hanife hakkında, hatta, «Kur’an’ın lafzı mahlûktur,» diyen meşhur hadis âlimi Buhari hakkındaki sözlerini naklettikten sonra, Hanefî mezhebine- mensup olan tarikatçıların İmam-ı Azam’ı sûfîleştirdiklerini de belirtmeliyiz. Muhittin b. Bahattin (öl. 956/1549) yazdığı bir şerh ile Fıkhu’l-ekber’de kelâm ile tasavvufu toplamış ve uzlaştırmıştır (9).

Hatta, Hanefî olan bazı tarikat mensuplarına göre, kelâmı bırakıp sonradan fıkıhcı olan Ebu Hanife, daha sonra fıkhı da bırakarak, son iki senesini Câfer Sâdık’a intisab ederek ve tasavvufî bir hayat yaşayarak geçirmiş ve, «Levlâ senetân le-heleke’n-Nu’mân» (Ömrünün son iki senesi olmasaydı İmam-ı Azam mahvolurdu), demişti. Bu gibi ash astan olmayan rivayetler, sonraki cahil ve mutaassıb mezhep ve tarikat mensuplanmn, taraftarlarına moral vermek için mezhep imamlarını da kendi meslek ve meşreblerin- den gösterme gayretkeşliğinden doğmuştur. Büyük âlimler, ekseriya- aşın taraftarlarının ve hayranlarının tahayyül ettikleri gibi değillerdir. Hz. Ali, Cafer Sadık, Hacı Bektaş… gibi kişiler aşın ve gözü kapalı ta- raftarlarının tasavvur ettikleri gibi. değillerdir. Bu’ noktâyı, fikir tarihi ile ilgili incelemelerde daima gözönünde bulundurmak zarureti vardır.

  1. b) Bid’at aleyhtarlığı: Her şey en doğru ve en güzel bir şekilde söylendiğine ye icra edildiğine göre, or-taya atılacak her yeni fikir ve hareket şekli bid’at olma damgasını taşır. Her bid’at dalâlet ve her dalâlet •de cehennemlik olmayı gerektirir. Selefiye biri «Bid’- at-ı seyyie» (kötü ve fena bid’at) diğeri «Bid’at-ı har sene» (iyi ve güzel bid’at) şeklindeki tasnifi saçma bulur ve reddeder. İttiba ibtida’dan, (uyma uydurmadan) hayırlıdır sözü Selefîlerde dînî bir vecizedir.

Selefiyeye göre âyet ve hadislerin manâları, sahabenin anladığı kadardır. Ashab, naslardan ne anlamışsa İslâm odur. Bunun dışında kalan rey, kıyas; te’vil, tefsir, icmâ ve ilham dinden değildir. Selefiye bu konudaki düşüncelerini hiç bir şüpheye ve tereddüde mahal bırakmayacak şekilde açık ve berrak bir üslub ile ifade etmiştir.

Said b. Cübeyr (öl. 95/714) şöyle demiştir: «Bedir savaşında bulunan sahabenin bilmediği şey dinden değildir» (10).

İmam Malik’in şu sözü, Selefiyenin bu konudaki görüşünü büyük bir belagatla ortaya koymaktadır: «İslâm’da bir bid’at çıkaran ve sonra da bunu güzel gören kimse, Resûlüllah’ın Peygamberlik ve dini-tebliğ konusunda hiyanette bulunduğunu söylemiş olur. Oysa Cenab-ı Hak: ‘Bugün dinînizi tamamladım ve ikmal ettim’ (Maide, 5/3) buyurmuştur.. Bu âyetin nazil olduğu gün dinden olmayan şey, bugün de dînden. değildir.»

İmam Evzai, Zührî (öl. 124/742) ve, Mekhûl’un ş’öyle dediğini, tasvib ederek nakl eder; «Naslar, size nasıl geldiyse öylece kabul ediniz» (İl). Yani naslari te’vil ve tefsir etmekten sakınınız, onlara yeni, şeyler katmayınız.

Yine İmam Evzaî, ilmi şöyle tarif etmiştir: «ilim Muhammed (s.a.)’in ashabından gelen şeydir» (12). Yani oradan gelmeyen bir şeyin hiç bir ilmi değeri yoktur; _

İmam Ahmed ise aynı şekilde «ilim yukarıdan gelen şeydir» (13) diye tarif etmiş, bununla «ilim zaman itibariyle üstte, bulunan sahabeden gelen rivayet ve nakillerdir» manâsını kasdetmiştir.

Abdullah b. Mübarek, dini sened ve isnaddan ibaret görmüş ve «isnad dindir» (14) demiştir.

Ali Kari diyor ki: «Selefin çoğu, haleften ise bir gurup kelâmdan hoşlanmamışlar, kelâm ve onunla ilgisi bulunan mantığı öğrenmeyi yaşamamışlardır.

İmam Ebu Yusuf, kelâmcı olan talebesi Bişr Merîsi’ye ‘kelâm bilmek cahilliktir, kelâm bilmemek de ilimdir’, demişti.

Yine o, ‘kelâm ilmini tahsil ederek bilgi sahibi olmak isteyen zındık olur’ (men tekelleme tezendeke) , demiştir:

İmam Şafiî, ‘Kelâmcı hakkındaki hükmüm şudur: Sopa ile dövüldükten sonra kabile ve aşiretler arasında, ibret olsun diye dolaştırılacak ve Kur’an’la hadisleri bırakıp bid’atçıların sözlerine kulak verenin cezası işte budur! denecektir’,

İmam Şafiî, ‘ilim, kale, haddesenâ (dedi ki, falan bana nakletti nakilcilik, rivayetcilik) ile başlayan sözlerdir. Geriye kalanlar (yani kelâm ve diğer aklî ilimler) şeytanın vesvesesidir.

İmam Şafiî, ‘kelâm kitaplarında öyle şeyler gördüm ki, sanmam ki bir müslüman onları söylesin’.

Kelâmcıların dinî durumu hukuk ve fıkıh, açısından da tesbit edilmeye çalışılmıştır:

Hanefî, fıkıhcıları şu yolda fetvalar vermişlerdir: «Bir adam, ‘ben öldükten sonra kitaplarım memleketimdeki âlimlere verilsin’, diye vasiyet etse, kelâmcılar âlim sözünün şümulune girmiyeceğinden onlara kitap verilmez.»

Selef de bu yolda fetva vermiştir.- «Bir kimse, ‘İlmî eserlerim vakfedilecektir’, diye vasiyet etse, kelâm kitapları, ilim kitabı sayılmayacağından satılır, vakf edilmez.» el-Fetava ez-Zahiriye’de nakledilen bu sözler her akıl sahibinin güzel bulacağı fikirlerdir (15).

Dikkat edilmelidir ki,- bu fetvalar Zahiruddin Muhammed b. Ahmed’in (öl. 613/1216) eserinde nakledilmiştir. O zaman Eş’arî ve Maturidî kelâmı teşekkül ettiği halde ihtirazı bir kayd da konulmamıştır.

885/1480’de vefat eden Molla Husrev, «Allah, Amr b. Ubeyd’e la’net etsin, halka kelâm ilminin kapısını açtı» (16) diyen ve oğlunu kelâm tahsil etmekten men eden İmam-ı Azam’ın yolunu takip ederek diyor ki: Bir kimse, kelâm ilmi’ müstesna, diğer şer’î ilimleri tahsil için annesinden ve babasından izin almadan memleketinden ayrılabilir. Zira İmam Şafiî, ‘şirk müstesna günahların en büyüğü kelâm tahsil etmektir’, demiştir. O zaman okunan kelâmın hükmü bu olunca, filozofların hezeyanlarıyle karışık, bâtıl ve yaldızlı sözlerle dolu bir ilm-i kelâm hakkındaki hükmün ne olacağı düşünülmelidir» (17).

Görülüyor ki, Molla. Hüsrev ve Ali Karî Mutezile kelâmı ile Sünnî kelâmı arasında fark görmemektedirler.

Suyutî, Nevevî ve İbn Salah mantıkin haram olduğunu ifade etmişlerdir. Hanefîlerden Siracüddîn Kazvinî (öl. 804/1401) el-Munteka isimli eserinde bu ilmi öğrenmenin haram olduğunu belirtmiş ve Gazalî’nin de sonradan bu görüşe döndüğünü ifade etmiştir (18). Giyas Müftî’nin, Ebu Yusuf’tan nakline göre, hak olanı bile söylese kelâmcının arkasında namaz, kılınmaz. Zira bid’atçıdır.

İmam-ı Azam’ın yanma iki kişi getirilmiş ve «bunlardan biri ‘Kur’an mahlûktur’ diyor, diğeri ‘mahlûk değildir’, diyor, bunlar hakkında ne dersiniz, diye sorulmuş, o da ‘ikisinin de arkasında namaz kılınmaz’ demiştir. Sebebi sorulunca da, ‘çünkü dinî konularda niza ve münakaşa yapıyorlar, bu ise bid’attır’, demişti».

İmam Şafiî: «Bir kimsenin, ‘isim müsemmâ değildir’, dediğini işitirseniz bilin ki o kelâmcıdır, dinsizdir», ‘demişti. Yine o, «kelâmın ne olduğunu bilseydiniz, aslandan kaçar gibi ondan kaçardınız», demişti.

İmam Malik, «kelâmcının şahitliği muteber değildir,» demişti.

Kelâm insanı şübheye sürükler ve sıddik olan kimseyi zındık yapar.

İmam Ahmed: «Kelâmcılar zındıktır, kelâmcılar felâh bulmaz», demiş, sırf kelâmcıları red işi ile uğraştığı için, zühd ve takvasına rağmen Haris Muhasibi ile olan münasebetini kesmiş^ ve.- «Yazık, önce bid’atçıların sözlerini naklediyor, sonra bunlan reddediyorsun. Bu suretle halkı bid’atcıların eserlerini okumaya teşvik etmiş olmuyor musun?» demişti.

Otuz sene kelâm okuyan ve okutan kimselerin na-maz ve abdestle ilgili dinî hükümleri bile iyi bilmedikleri hayretle görülebilir (19).

Kelâmin insanı en son olarak ulaştıracağı yer şek, şübhe ve hayrettir. İbn Rüşd bu hususu belirtmiştir. Âmidî ve Gazalî gibi kelâmcıların vardıkları son nokta hayret ve şaşkınlıktır. Gazalî, hayatının sonuna doğru, bütün yolları bırakmış, Buharî okumaya başlamıştı. Buharı göğsünde olduğu halde ruhunu teslim etmişti.

İbn Vasıl Hamevî, kelâm ve felsefe sahasında geniş bilgilere sahipti. Şöyle demişti: «Gece olunca yatağıma yatar, yorganı üzerime çeker, sonra mezheplerin itikadlarını, bu itikadların dayandıkları delilleri ve bu delillere yapılan itirazları tek tek gözden geçiririm. Nihayet sabah olur da hâlâ bunlardan birini diğerine tercih edememiş olurum» (20).

İbn Abdüsselam’ın (öl. 660/1261) kelâm konusunda ulaştığı nihaî kanâat şu olmuştur: «Herkes Leyla ile vuslat halinde olduğunu iddia ediyor ama Leyla bu sözlerden hiçbirini te’yid ve tasdik etmiyor» (21).

Her kelâmcı hakkı bulduğunu söylüyor ama onun bu iddiası Hakk tarafından tasdik edilmiyor.

Selefiyeye göre «İlim, Allah ve Resulünün dedikleri şeydir» veya; «İlim, Allah buyurdu ki… Resûlüllah dedi ki… sözlerinden sonra başlayan beyanlardır.» (22).

Selefiye ilmi, bir de «nass ve naklin dışında kalan şeyleri bilmemektir» diye tarif etmiştir. Muttanf b. Abdullah «Hamd olsun o Allah’a ki, hakkında bizzat kendisinin kendisini vasf ettiği şeylerden başkasını bilmemek imandandır», demiştir (23).

Kısaca Selefe göre sünnet sefine-i Nuh (Nuh’un gemisi) dur: Ona binen necat bulur, binmeyen helak olur. Ashab ise hidâyet yıldızlarıdır. Gemiye bindik- .ten sonra sahil-i selâmete çıkmak için bu yıldızların rehberliğinden faydalanmak zarurîdir.

Çok açık olarak görülür ki, Selefiye âyet, hâdis ve ilk üç nesilden nakledilen rivayetlerin dışında kalan fikirleri, bilgileri ve görüşleri mutlak olarak ilim saymamakta, bunları bid’a.t.ve dalâlet olarak görmekte, faydasına değil zararına inanmakta bu gibi şeyleri bilmeyi değil, bilmemeyi ilim addetmektedir.

Selefe göre en doğru söz söylenmiş, en güzel iş yapılmıştır. Onun için bunları nakl, rivayet ve hikâye etmekten ve onlara göre hareket etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bu sebeple Selefin ideali zaman itibariyle ileride değil, geridedir. İdeal cemiyet nizamı ilerde inşa edilecek değildir, geçmişte inşa edilmiştir, o temele göre günümüzde veya gelecekte bir nizam kurulmalıdır.

Selefiyede dinî görüşler muayyen, malum ve sabittir. Bunlarda ilâve ve eksiltme şeklinde bir değişiklik tahriftir.

Ahmed b. Hanbel

Hiç şübhe yok ki nas ve nakle bağlı kalmada en i çok hassasiyet gösteren, hatta bu konuda ifrata giden, buna karşı rey ve kıyastan uzak kalan, hatta bundan nefret eden İmam Ahmed’dir.

Şa’rânî onunla ilgili şu sözleri nakl eder: «İmam Ahmed rey ve kıyastan son derece uzak kalır ve rey ve kıyas esas alınarak yazılan kitapları okuyanların : kalbinde behemehal bir kusur ve şübhe vardır’, derdi.» 1 ‘Zayıf hadis kişilerin (İlmî ve hukukî kanâat ve) reylerinden benim için daha tercihe şayandır’, sözü onun bu konudaki tutumunu güzel özetler. Fakat bundan daha güzeli, oğlu Abdullah’ın naklettiği şu sözdür: ‘Bir memlekette iki adam var. Bunlardan biri, hadisci, ama hadisin sahihini sakîminden, doğrusunu yanlışından ayırdetme gücüne sahip değil. Diğeri ise rey ve kıyası iyi bilen bir zat. Bir kimsenin hukukî bir problemi çıksa, yakardaki iki zattan hangisine başvurmalı,’ sorusuna İmam Ahmed hiç tereddüt etmeden, hadisciye, diye cevap vermişti.»

«Halkı Kur’an meselesinde takibata maruz kalan İmam Ahmed, yakalanmamak için bir yerde gizlenir, fakat üç gün geçtikten sonra saklandığı yerden ayrılır ve ortaya çıkar. ‘Seni yakalamaya memur edilenler şu anda peşindeler, git gizlen’, diyenlere, ‘Resûlüllah, kâfirlerin takibatı karşısında Sevr mağarasında sadece üç gün kalmıştı’, diye cevap vermişti.»

«Şu, örnek Selefilerin, Hanbelîlerin ve Ehl-i hadisin düşünüş ve inanış uslübunu gayet güzel ifade eder.»

«İmam Ahmed, ölene kadar karpuz yememişti. Niçin karpuz yemiyorsun, diyenlere: ‘Resûlüllah’ın ..karpuzu ne biçimde yediğine dair bana bir nakil ve rivayet ulaşmadı da ondan’, diye cevap vermişti» (24).

Her konuda nas ve nakil, bulunmayınca orada durmak ve susmak, zayıf bir rivayeti en kuvvetli kıyasa ve reye tercih etmek, işte nascılıktaki ifrat bu- dur. Bunlara, buyrun trene, uçağa ve otobüse binelim, dense, Resûlüllah zamanında yoktu, diye binmezler. Bisikleti cin arabası sayarak binmeyi günah sayarlar. Vehhabîlerde bu durum görülmüştür. Bu ölçüde nakle bağlı kalmanın ve ananeperest olmanın hiç bir manâsı yoktur.

  1. Akla ve kelâm ilmine Hücum

Selefiye bir yandan nassı ve nakli takdis ederek onu en yüce bir mertebede görürken diğer yândan, nakle müdâhale ederek üzerinde tasarrufa kalkışan aklı, yâni insan düşüncesini şiddetle kötülemiş, onu çok ağır bir dille kınamış ve karalamıştır.

Selefiyeye göre aklın nakli, yeni baştan tefsir etmeye hakkı yoktur. Nasları te’vil etmek ve değerlendirmek akim yetki sahasının dışında kalmaktadır. Bu bakımdan Selefiye, kıyası ve reyi kullanmak suretiyle yeni fıkhî hükümler çıkaran reyci (Ehl-i rey) fıkıh âlimlerini, nazar ve istidlâli kullanan kelâm âlimlerini ağır tenkitlerin ötesinde, çok insafsız bir şekilde suçlamıştır.

  1. a) Kelâm: Mutezile, Eş’arî ve Maturidî kelâmı hakkında Selefiyenin görüşü şudur: Kelâm âlimleri nassı azletmişler, onun yerine aklı tahta çıkarmışlar, hep onun sözünü dinlemişler ve ona tabi olmuşlardır.

Selefiyenin önderliğini yapmış olan İmam Ahmed şöyle der: «Kelâm âlimleri zındıktırlar», «Kelâm âlimleri, ebedî olarak felah bulmaz» (25).

İmam Şafiî: «Şirk hariç, diğer herhangi bir günahla Allah’ın huzuruna çıkmak, kelâm günahı ile çıkmaktan daha kolaydır» demiştir. (26).

İmam Malik «Kelâmcıların şahitlikleri kabul edilmez» derken, İmam Ebu Yusuf «Kelâm öğrenen zındık i olur» demiştir (27).

Şüphesiz ki bu sözler söylendiği zaman İslâm âleminde Mutezile kelâmı vardı, Sünnî kelâmı ancak IV/X. asırda kurulmuştu. Ama sonraki Selefîler, ilk Selefîlerin Mutezile kelâmı için söylediklerinin Eş’arî ve Maturidî kelâmı için de doğru olduğunu ısrarla ve

(… eksik )

 

kirlerine aynen katıldıklarım göstermek için Reşid Riga’nın ^beğenerek eserine aldığı bir şiirin tercümesini verelim:

Fahruddin Razî’nin el-Muhassal isimli kelâma dair olan eserini tetkik ettikten sonra varılan netice şudur: Dinsiz ilim! Sapıklığın başı sakat akılcılıktır. Bu eserde olanların çoğu Şeytanın vahyi ve i vesvesesidir! (33). En büyük kelâmcılardan biri olan Fahruddin Razî ve eserleri hakkında eski ve şimdiki Selefîlerin ortak kanâati budur. Razî’nin Tefsiru’l-kebir’i için «îçinde her şey var ama tefsir yok» derler (34).

Mehmet Akif, medresede okutulan kelâmı tenkit ederken şöyle diyordu.

Neye israf edelim bir sürü iknâiyât

Hoca, mademki bu din, din-i beşer, din-i hayât!

‘Nazariyat ile bir şeyler olur zannetme O berâhini artık yetişir dinletme.

Selef, kelâmî nazariyelerin işe yaramadığı, Spe-külasyonlarla bir şey yapılamayacağı görüşünü daima korumuştur.

  1. b) Selefiye, bir bütün- olarak akla ve akla dayanan kelâma karşı çıktığı gibi rey, istihsan ve kıyas gibi isimler verilen düşünce şekillerine dayanan fıkıh sistemine, Ehl-i reye ve Irak fıkıh mektebine de karşı çıkmış, bu fıkıh hareketinin başında bulunan İmam-ı Azam’a amansız hücumlarda bulunmuştur.

İmam Ahmed’in: «Allah bu zatı hadis için yaratmıştır» diyerek hadis ilmindeki ehliyetini takdir ettiği meşhur muhaddislerden Abdurrahman b. Mehdî, «Ebu Hanife, ilim nedir, bilmezdi… Dalâlete düşürdüğü insanların, vebâli yarın kıyamet günü sırtına sarılacaktır… Hak bile olsa, Müslümanların tutundukları dinî bağları teker teker söküp atan Ebu Hanife’nin reyini ve görüşlerini kabul etmeyiniz» derdi (35).

İbn Kuteybe, çok höşuna gittiği için İmam-ı Azam aleyhinde söylenen sözlerden bir kısmını nakleder.

Evzaî; «Biz Ebu Hanife’yi rey ile hüküm veriyor diye suçlamıyoruz, zira hepimiz (yeri gelince) rey ve kıyasla hüküm veriyoruz. Onu itham etmemizin sebebi, kendisine hadis getirildiği halde, onu bırakıp başka türlü hüküm vermesidir» (36) demiştir.

Ebu Avane anlatıyor: «Ebu Hanife’nin yanında idim, ‘ham hurma çalan adamın hükmü nedir’ diye i kendisine bir soru soruldu. ‘Eli kesilir’ diye cevap ver- di. Ben hemen ‘Resülüllah (s.a.) meyvelerde ve ham I hurmalarda yapılan hırsızlıktan dolayı el kesilmez, buyurmuştur’ diye senedi ile birlikte bir hadis rivayet i ettim. Bunun üzerine aramızda şu konuşma geçti:

—Bu hadis bana ulaşmadı.

—O halde şimdi fetva verdiğin adamı geri çağır ve ona hadisteki fıkhî hükmü bildir.

—Bırak gitsin, nasıl olsa bu hüküm her tarafa yayıldı (37).             .

İbn Rahaveyh rey taraftarlanm tenkit ederken: «Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini arkalâ- nna attılar ve kıyasa sarıldılar», der ve bunun için bir çok örnekler verirdi: «Reyciler, ‘bir adam yatarak uyursa abdesti bozulur. Fakat rukü ve sücûd halinde iken uyuklayamn abdesti bozulmaz’ derler. Halbuki rükû ve secdede iken uyuklama, abdestin bozulmasına sebep olması bakımından yatarak uyumaktan daha müsait bir vaziyettir. Bakın hele şunlara! Ne hadise uyuyorlar, ne de kıyasın gereğine göre hüküm, veriyorlar» (38).

En büyük hadis âlimi İmam Bulıari, Ehl-i reyin, reisi, olan Ebu Hanife’yi zayıf bir hadis ravisi olarak görüyor, kendisini metruk sayıyor ve: «Halktan biridir» (kale ba’zu’n-nâs) diyordu. Ne Buharî’de ne de Müslim’de İmam Azam’dan tek bir hadis rivayet edilmemiş olması bile, Ehl-i hadis ile Ehl-i rey arasın– daki geçimsizliğin ve uyuşmazlığın derecesi hakkında bize bir fikir verebilir (39).

İbn Teymiye, «Akıl evvel, nakil sonradır», «akıl metbû, nas ona tabidir», «aklî deliller kesin, naklî deliller zannîdir», iddialarını reddetmek, nasla akıl arasında tam bir uygunluğun bulunduğunu, böyle’ bir uygunluğun bulunmaması halinde naklin subûtunda — delâletinde değil— veya aklî istidlâllerde bir hatanın bulunacağını, «sahih nakil ile sarih aklın, mevsuk naslara akl-i selimin tam olarak birbirine muvafık ve mutabık olacağını» ispat etmek için yazdığı, Beyanu muvafakati sarihi’l-ma’kûl li-sahihi’l-menkûl (Mısır, 1321/1903 Minhacü’s-sünne kenarında), isimli eserine, özetle şu sözlerle başlar: «Naklî delillerle aklî deliller, akıl ile nakil, haklin zahiri ile aklın kesin hükümleri… arasında -bir tearuz ve tezad, yani çelişki ve uyumsuzluk belirse… Fahruddin Razî ve ona tabi olanlar, Allah’ın kitaplarından ve nebilerin sözlerinden getirdikleri veya getirmedikleri deliller konusunda, yukarıdaki sözleri genel bir prensip haline getirmişlerdir. Bundan dolayı nebilerin ve Resullerin, Allah’ın sıfatları ve diğer konularla ilgili olarak getirdikleri ile istidlalde bulunmayı reddetmişler ve naklin akla aykm olabileceğini zannetmişlerdir. Bazıları buna, «nakli deliller yakîn ve kesinlik ifade, etmez», sözünü de eklemişlerdir… Daha evvel bahis konusu genel prensip Gazali tarafından da ileri sürülmüştü. Ebu Bekir b. Arabi, bu konularda Gazali’ye muhalefet etmiş ve: «Hocamız Gazali felsefenin içine daldı, sonra çıkmak istedi ama buna gücü yetmedi», demişti. Ebu Bekir b. Arabi bu konuda ayrı bir prensip ortaya atmış, bu konuda Ebu’l-Meâlî ve Bakillanî gibi Gazalî’den evvelki kelâmcıların yoluna dayanmıştı. Tıpkı bunlar gibi, her fırka, nebilerin Allah’tan getirdikleri vahiyler konu-sunda’ kendileri için birer kanun ve kâide ortaya koy-muşlar, inandıkları ve itimad ettikleri ve akim mahsûlü olan prensipleri esas kabul ederek, nebilerin getirdikleri vahiyleri bu kâide ve kanunlara tabi kılmışlar, bu prensiplere uygun olan nakilleri kabul etmişler, buna muhalif olan nakillere ise tabi olmamışlardır. Bu davranış, Hıristiyanların, kendilerine emanet edilene dayanarak iman akideleri, meydana getirmelerine, sonra da Tevrat ve Incil’in naslarını, (sonradan meydana getirdikleri) o akidelere göre anlamalarına ve açıklamalarına benzer. Fakat Hıristiyan-ların, bu emanetleri nebilerin sözlerinin veya onlardan kendilerine ulaşan rivayetlerin anlaşılmasına da-yanmaktadır. Onlar ya anlamada veya raviyi tasdik etmede yanılmışlardır. Ya metni anlamada veya senedde hata etmişlerdir.

Akıllarına ve aklî istidlallere dayanarak, dinî konularda bir takım kanun ve kaideler koyan berikiler rey ve akıl konusunda hata etmişlerdir. O halde nebî ve Resûllere saygı bahsinde, Hıristiyanlar, bunlardan (din gerçeğine) daha yakın bulunmaktadırlar. Hıristiyanlar, yanlış anlama ile, naslara dayanarak bid’at çıkaran veya nebiden yalan şeyler nakleden ravileri tasdik eden Haricîlere, Vaidiyeye, Mürcieye, İmamiyeye… v.s. benzerler. Cehmiyenin bid’atçılığına benzemezler.

Kelâmcıların çoğunun te’vil konusunda tuttukları yol, Felsefeye ve Yahudi kelâmcılarına yakındır (40).

Suyutî, İbn Teymiye’nin bu sözlerini nakleder ve «fevkalâde nefis izahlar», der (41).

İbn Teymiye, Fahruddin Razî’nin miraç hadisesini tefsir ve te’vil tarzını da şiddetle yermiş ve reddetmiştir. Nakzu’l-mantık’da (s. 53) şöyle diyor: «Fahruddin Razı, miraç hadisesini tefsir ederken adım adım İbn Sina’yı takip etmiştir. Konu ile ilgili hadisi şerh ederken şeytan ruhlu kıssacı vâızların ve zındıkların uydurma sözlerini esas almış, Sâbiî müneccimlerinden istifade etmiştir. Ona göre miraç Hz. Peygamberin fikren feleklere yükselmesinden ibarettir. Âdem ayın, îdris güneşin, dört nehir dört unsurun remzidir».

İbn Teymiye, el-Kercî’nin (öl. 532/1137) şöyle dediğini nakleder: «Ben âmelde Şafiî, itikadda Eş’arîyim’, sözü çelişkilidir. İmam Şafiî’nin itikad ve inanç konu-sunda tuttuğu bir mezhep yok mu idi? İtikadda da Şafiî’ye bağlı kalsan ne lazım gelir?» (42).

Kelâmcı Şehristani felsefeyi red ve İbn Sina’yı red ve iptal için el-Musaraa adiyle bir eser yazıyor. Başka bir kelâm âlimi olan ve sonraki kelâmcıların da en önde gelenlerinden sayılan Nasir Tûsi savunmak için eski kelâmcı Şehristanî’ye hücûm ediyor. Bu maksatla Musaraatu’l-musaraa isimli bir eser yazıyor. Bu durum İbn Kayyım’ın dikkatından kaçmıyor. Tûsî’ye, «Sen nasiruddin değil, nasiru’l-küfr ve’l-ilhadsın» (dinin değil, küfrün ve ilhadın yardımcısısın), diyor. ;

Tûsî, İbn Sina’nın İşarat’ına bir şerh yazmış, daha evvel aynı konuda bir şerh yazmış olan Razî’nin eseri için: Bu şerh değil cerhtir, meseleyi çözmek değil çürütmektir, demiştir. Tecrid isimli eseri uzun süre Osmanlı medreselerinde okunan Tûsî işte budur.

Selefiye, akla dayanan tefsir manâsına gelen «et-; Tefsir bi’r-rey»i de tehlikeli ve mahzurlu görmüştür. Bu nevi tefsiri kasdederek İmam Ahmed: «Üç şeyin İslâm’da aslı yoktur: Megazî, melâhim ve tefsir» demiştir (43).

Selef, «Allah zat, sıfat, fiil ve isimleri itibariyle hiç bir şeye benzemez, hiç bir şey de onun gibi değildir», prensibini umumî ve küllî bir kâide olarak kabul eder. Âyet ve hadislerde geçen selbî (negatif) isim ve sıfatlar hariç, diğer selbî sıfatları ağzına almaz. Daha çok Allah’ı Subûtî sıfatlarıyla tanır: Allah vardır, ilmi, kudreti… vardır, eli, yüzü… mevcuttur. Gelme, gülme… gibi fiilleri vardır… gibi. Yani Selefe göre Allah’ın ne olduğunu bilmek, O’nun ne olmadığını bilmekden çok daha önemlidir.

Kelâm tam tersine, Allah’ı daha ziyade selbî sıfatlarla tanır: Allah araz değildir, cisim değildir, yukarıda, aşağıda, önde arkada, sağda, solda, değildir… gibi. Kelâmda Allah’ın ne olduğundan çok (sübûtî ve pozitiv sıfatlarından ziyade) ne olmadığı daha ehemmiyetlidir. Bu yol selefin tam tersi olan ye felsefeye daha yakın bulunan bir yoldur.

Kelâmcı bir mecliste, Allah, cevher değildir, cisim değildir… âlemin içinde değildir, dışında değildir… Âleme bitişik değildir, âlemden ayrı değildir… önde, arkada, sağda, solda, aşağıda ve üstte değildir… şeklinde konuşmaya başlayınca, orada bulanan bir Selefi dayanamaz ve: «Ey Hoca! Sen Allah yoktur, diyeceksin ama bunu doğrudan değil, dolaylı olarak, dolaştıra dolaştıra anlatıyorsun,» demişti.

İşte Selefi Allah akidesi ile kelâmî Allah telâkkisi bu kadar çok birbirinden farklıdır

Selefiye ayrıca medreselerde uzun süre okutulan ve aklî ilimlerden sayılan felsefe ve mantığın okutulmasını da şiddetle kötülemiş ve haram saymıştır. İbn Salah der ki: «Sefihliğin ve başıboşluğun esası, şaşkınlığın ve sapıklığın ana maddesi, zındık ve mülhid olmanın vasıtası, felsefedir. Felsefe tahsil edenin basiret gözü körleşir ve şeriatin güzelliklerini göremez». Felsefeye giriş manâsına gelen mantık aynı zamanda şerre giriş manâsını da ifade eder: Bu gibi şeyleri okumak ve okutmak şer’an helâl ve mubah değildir». (Bk. İbn Salah: Fetevâ, 34, Diyarbakır, tarihsiz)..

Selefiye, kelâm hareketini, kökü Yunanda olan. Meşşaî felsefesinin; tasavvufu da yine kökü dışarda bulunan bir takım dinî ve felsefî inanç ve fikirlerin İslâmdaki bir uzantısı olarak görmüş ve red etmiştir. : Kısaca Selefiyenin kelâm lıakkmdaki hükmü şudur; Akıl ve cedelle din olmaz. Cedel ve münâkaşa ile kurulan bir inanç ve düşünce sistemi diğer bir cedel ve münâkaşa ile yıkılmaya mahkumdur.

İbn Teymiye’ye göre «kelâmcılar ne İslâm’a yardımcı olmuşlar, ne de İslâm düşmanlarını hezimete] uğratmışlardır» (44).

Selefiler, kelâm ilminin katiyyetten, yakînden ve tatminkâr olmaktan uzak olduğunu anlatmak için kelâmcıların, ömürlerinin sonlarında ulaştıkları son noktayı bahis konusu ederler:

Fahruddin Razî: «Aklın ulaştığı son nokta, bir: ; bağla kösteklenmektir. Âlimler, gayretlerinin nihayetinde sapıklığa ulaşırlar. Canımız bedenimizde sıkıntı içindedir. Dünyada gördüğümüz, eza ve cefadan başka nedir ki? Uzun ömür boyu yaptığımız çalışmalar neticesinde elde ettiğimiz şey kil u kâl ve dedikodu toplamaktan başka bir şey olmadı! (45).

Nice insanlar ve devletler gördük. Hepsi de yok; olup gitti. Dağların zirvesine yükselen nice âlimler gördük. Onlar dağın tepesinden yuvarlandı, fakat dağ hala, yerinde durmaktadır. Fikri sıkıntılardan kurtul-mak için bu kadar çalıştım. Hakikatin sırrını keşf etmek için o kadar derinleştim ve didindim. Neticede, en doğru ve en sağlam yol Kur’an-ı Azîm ve Furkan-ı Kerim’in yoludur. Bu yol, arz ve semâdaki cisimlerin nevilerine dayanarak Allah’ın varlığına istidlâl konusunda sık dokuyup ince elemeyi terk etmek, bu gibi hususlarda derinlik cihetine gitmemek, Mevlayı tazimde mübalağa etmektir. Allah’ı tenzih mi edeceksiniz? «O’nun gibisi yoktur»; «De ki Allah tektir», mealindeki âyetleri oku.  Hakk Taâlâ’nın Subûtî sıfatları olduğunu mu anlatacaksın? «Rahman olan Allah, arş’a istiva etti», «onlar üstlerindeki Rablarından korkarlar», mealindeki âyetleri oku ve diğerlerini de buna kıyas et.

Fahruddin Razî en son yazdığı Kitabu aksâmi’l-lezzât isimli eserini bu şekilde bitiriyor ve keşke yokluk halini muhafaza etseydik de bu âleme gelmeseydik, ruh bedenle alaka kurmasaydı, diyor» (46).

Bütün kelâmî yolları ve felsefî ekolleri araştırdım. Hastaya şifâ dertliye deva olacak bir şey bulamadım. Hakk’a giden yolların en doğrusu Kur’an; yoludur. İspat konusunda, «Allah arşa istiva etti», âyetini; nefy konusunda, «O’nun misli gibi bir şey yoktur», «Onu ilimle ihata edemezler» âyetini okurum.

Yaptığım tecrübeleri deneyen, ulaştığım neticeye varır!

Gerçekten de, bir ömür tükettikten sonra kelâm âlimlerinin dudaklarından dökülen bu acı sözler düşündürücüdür, Fahruddin Razî’ye belki de bundan dolayı Müşeklrik (insanı şüpheye düşüren) adı verilmiştir.

Şehristanî (öl. 548/1153) de şöyle demişti: «Vallahi, ilim öğretilen yerlerin hepsini dolaştım. Gözümü her yerde dolaştırdım. Hayretinden elini şakağına dayayarak kara kara düşünen veya dişlerini sökecek kadar pişmanlık duyan kimseden başkasını görmedim.

Koca karıların dininden (ve inanç biçimlerinden) ayrılmayınız, ‘Zira en yüce ve en değerli şeyler bunlardır» (47).

Şehristani’nin ulaştığı son merhale şaşkınlık ve pişmanlıktır.

İmamu’l-Haremeyn Cüveynî (öl. 478/1085) uzun süre kelâmla uğraştıktan sonra şöyle demişti: «Dostlarım, kelâmla meşgul olmayınız. Kelâmın beni bu noktaya getireceğini bilseydim onunla uğraşmazdım».

Ölürken şu sözleri söylemişti: «İslâmî ilimleri bırakarak menedilen bir ilme daldım, şimdi Rabbımın rahmeti imdada yetişmez. Cüveynî’ye yazık olacak! Şahid olun şu anda ben annemin akidesi üzerine ölüyorum. Nişabur’daki kocakarıların imanı ile ruhumu teslim ediyorum» (48).

Bir gün Cüveynî minbere çıkmış ve «kane’llah ve lâ arşe» (Allah’ın olduğu öyle zaman vardı ki o vakit arş yoktu), diyor ve istivayi inkâr ediyordu. Orada bulunan Ebu Cafer Hemedânî ayağa kalktı ve: Hoca, hoca! dedi. Nasla sabit olan istivayı reddetmeyi bırak da, kalbinizin içinde zaruri olarak mevcut olan itikadı bize izah et. Hiç bir kimse ‘Allah’ demez ki, bu kelimenin içinde bir yükseklik mefhumunun var olduğunu idrâk etmiş olmasın! Yaratılıştan cibilliyetinizde mevcut olan bu zarureti içinizden nasıl atacaksınız?

Bu söz üzerine Cüveynî, eli ile başını dövmeye başladı ve: «Hayyerenî Hemedânî…» (Hemedânî beni şaşkına döndürdü, hayrete düşürdü), sözünü bir müddet tekrarladı, durdu (49).

Gazali uzun süre kelâmla uğraştıktan sonra, bu ilmin derdine deva olmadığını söyleyerek, tasavvufta karar kılmıştı.

Bizzat Eş’arî, kelâmda muhalif mezhebler tarafından ileri sürülen delillerin eş değerde olduğuna , (telcâfu – i edille, antinomi) kanâat getirerek bu konuda bir eser yazmıştı (50).

Böylece Selefîler şunu anlatmak istemişlerdir: Ke-lâm ilmi, insan canını yaradanına teslim ederken işe yaramaz. Can çekişme halinde faydalı olmaz. Pişman-lığa sebep olur. En zor zamanda işe yaramayan bir ilimle uğraşmanın faydası nedir ki? Şaşkınlığa, hay- ete, nedamete, tereddüde ve iki de bir fikir değiştirme sonucunu veren kelâm ilmi âhirette de işe yaramaz. Kelâm ilmi ile manevî huzura, ruhî sükûna ve alb itminanına ulaşılamaz.

  1. İlham ve tasavvufa hücum

Kelâm sistemlerinin her şekline karşı çıkan Selefiye ilham ve ona dayanan tasavvuf sistemine karşı aynı derecede sert, kesin ve müsâmahasız bir tavır takınmıştır.

İmam Ahmed, bütün sûfîlerce büyük ve saygı değer bir din âlimi olarak kabul edilen Haris Muhasibî’den hoşlanmıyor, onunla olan irtibatı kesiyordu (51).

Meşhur muhaddis Ebu Zur’a: «Haris Muhasibî’nin eserlerinden sakının, bu eserlerde bid’at ve dalâletten başka bir şey yoktur. Esere yani hadise sarılınız, eser sizi bu nevi kitaplara muhtaç etmez» diyor. «Bu eserlerde ibret ve ders olacak şeyler var», diye itiraz edenlere: «Allah’ın kitabından ibret almayanlar bu kitaplardan ibret alıp ta ne yapacaklar? İmam Mâlik, İmam Evzaî ve Süfyan Sevrî nefsin vesvesesi ve havâtır konusunda eser yazdılar mı? Şimdiki insanlar ne de çabuk bid’ata koşuyorlar!» diye cevap – veriyordu (52).

Zehebî gibi Selefi bir şahıs bile, Ebu Zur’a’nın Muhasibi hakkındaki sözlerini aşırı buluyor ve çok haklı olarak: «Ebu Zur’a İbn Arabi’nin Füsûs’unu ve Futuhât’ını görmüş olsaydı aklı başından giderdi» diyor.

Meşhur hadis âlimi İbn Salah, ilk ve en muteber tasavvufî tefsiri yazmış olan Sülemî’nin Hakâiku’t-tefsir isimli eseri hakkında «Bu kitaptaki şeyler tefsir değildir: Eğer Sülemî bunların tefsir olduğuna inandıysa kâfir olmuştur» derken (53), Zerkeşî «Sûfîlerin sözleri tefsir değildir» diyordu.

İbn Akil, «İslâm dini için en zararlı olan iki zümreden biri kelâmcılar, diğeri sûfîlerdir. Kelâmcılar akla dayanarak halkın akidesini bozarken sûfiler nefsi hoş tutmayı esas alarak milletin amelini ifsad etmişlerdir. Kelâmın en. son ulaştığı gaye şüphecilik, tasavvufun nihâi hedefi şathiyecilik (naslara zıd şeyler söylemek) tir», demiştir (54)..

Şatıbî şöyle diyor: «Türedî sûfîler âyete, hadise ve peri naslara aykırı bile olsa kitaplarda nakledilen mutasavvıfların sözlerine ve menkıbelerine bağlanıyor e bunları kendileri için din haline getiriyorlar. Veliliği sabit olan zatların yaptıkları her iş ve söyledikleri er söz haktır, onun için de uyulması gerekir. Fıkıh âvam için, tarikat havas içindir, diyorlar. Mutasavvıfların söz ve davranışlarına hüsn-i zan gösterdikleri lalde Muhammed (s.a.)’in şeriatı konusunda hüsn-i zan seslemiyorlar. Bu ise Hakk’a tabi olmak manâsına gel- nez, kişilere uymak manâsına gelir» (55). Yani şeyhlere olan aşın bağlılık, insanların dine ve nassa bağlı, imalarına engel olmaktadır.

Selefîlerin mutasavvıfları en çok tenkit ettikleri konulardan biri ruhlarından yardım dilemek maksadıyla mutasavvıfların mezarlarının ziyaret edilmesi ve velîler için türbeler yapılmasıdır. Bütün sûfîlerin ittifakla kabul ettikleri) «ermiş kişilerin mezarları ziyaret edilir de ruhlarından yardım istenirse bunun faydası olur», tezini başta Selefîler olmak üzere, fıkıh re kelâm âlimleri sürekli olarak reddetmişlerdir. Selefiyenin, türbe inşa edilmesi ve ziyaret edilen mezarda yatan ermiş kişinin ruhundan istimdâd edilmesi fikrini devamlı olarak ve çok sert bir biçimde reddetmesi, ilk üç nesil içinde bu çeşit bir tatbikatın görülmemesindendir.

Semâ’, toplu zikir, evrâd, ezkâr ve dinî musiki konusundaki sûfîlerin tutumları da Selefiyenin şiddetli taarruzlarına maruz kalmıştır. Toplu halde ve dinî bir vecd içinde okunan ilâhîlere Selefîler, «şeytânın Kur’ân’ı» adını vermişlerdir (56).

Mutasavvıfların, zühd namına dünyayı terk ederek inzivaya çekilmelerini, cemaatı, cemiyeti, cumaayı, ilim tahsilini terk etmelerini, et yememe ve soğuk su içmeme gibi hareketlerini Selefîler şeriat dışı hareketler olarak değerlendirmişlerdir (57)

«Ene’l-Hakk» diyen Hallac’ın ve o meşrebteki mutasavvıfların akidelerini hulûlcü; vahdet-i vucûdu esas alan İbn Arabî’nin tasavvufunu ilhadcı bir hareket olarak gören, şeriat dişi ve hatta İslâm’a karşı-cereyanlar olarak değerlendiren Selefîler, bu nevi bir tasavvuf anlayışına karşı gittikçe artan bir husûmet duymuşlardır. Selefîler için Hallaç ve İbn Arabî, Fi- ravn’dan farkı olmayan iki dinsizdir. Şeriat tahribcisi ve İslâm tahrifcisidir. Son asırlarda Hallaç ve İbn Arabi’nin anladığı bir tasavvuf anlayışı hâkim olduğundan; Selefîleri hakiki çehreleriyle tanımak güçleşmiştir. Zira muhalifleri tarafından onlar da Mücessime, Müşebbihe ve Haşeviye olarak suçlanmışlar ve böylece tesirsiz bir hale getirilmişlerdir.

İlk zâhid ve sûfîlere karşı az çok yakınlık duyan, hiç olmazsa onları Müslüman sayan Selefîler, sonraki tasavvuf anlayışını ve tarikatçılığı şiddetle ve kararlı bir şekilde yermişlerdir. Selefîlere göre İslâm dünyasının geri kalmasının vebâl ve sorumluluğu da; halkı inzivaya, tekke hayatına, dünyayı terke, mutlak zühd ve tevekküle davet eden sûfilere aittir. Sûfilikten kurtulmadıkça maddî ve dünyevî kalkınma ve ilerleme mümkün değildir (58)

Bütün bunlara rağmen «Ehl-i sünnet-i hassa» diye adlandırılan Selefîler, her devirde hatırı sayılır, sözü dinlenir ve fikirlerine itibar edilir temsilciler yetiştirmişlerdir.

Başta dört mezhep kurucuları ve Kütüb-i sitte müellifleri olmak üzere Selefîlerin en mümtaz temsilcileri şunlardır: İbn Kuteybe (öl. 271/884), Tâhavî (öl. 2,1/933) , Herevî (öl. 481/1088), İbn Cevzî (öl. 597/ 200), İbn Kudame (öl. 620/1223), İbn Salah (öl. 643/ 245), İbn Teymiye (öl. 728/1328), İbn Kayyım Cev- iye (öl. 751/1350), İbn Vezir (öl. -840/1436), Ali Kâri (öl. 1014/1605)’, Şevlcânî (öl. 1250/1834), San’ânî (Sü- ülü’s-selâm müellifi), Şah Veliyyulah Dehlevî, İbn bdulberr, Kasımî… (59).

Selefi ve Hanbelî âlimlerinin en önde gelenlerinden olan ve el-Muğnî isimli eseri ile haklı bir şöhret, yapan İbn Kudame (öl. 682/1283) biri Zemmu’t-te’vil, diğeri, Mesele fî tahrîmi’n-nazar fi kûtubi ehli’l-kelâm isimli iki eser yazmış ve Selef akidesini savunmuştur. Sübkî’ye karşı hocası İbn Teymiye’yi müdafa etmek için de er-Redd ale’s-Sûbkî isimli eserini yazmıştır. İbnu’l-Vevir (öl. 840/1436) Kur’an usûlunün kelâm usûlünden üstün olduğunu göstermek için Tereilıu eşâlibi’l-Kyr’an ala esalibi’l-Yunan isimli eserini yazmıştı.

Makbilî (öl. 1108/1696) kelâmcılara ve mutasavvıflara itiraz ve onları tenkit için el-Alemu’ş-şâmih isimli bir eser yazmıştı;

Şevkânî (öl. 1250/1834) et-Tuhaf fi mezhebi’s-selef isimli eserinde Selefîliği savunmuştu.

Seyyid Kutup, Muhammed Kutup, Mevdudî, Nedevî, Reşid Rıza, Merâği, Muhammed. Abduh, Cemaleddin Afgânî, Mustafa Sibâi, Subhî Salih, Muhammed İkbal, Akkad, Muhammed Ebu Zehra, Yusuf Kardavi… son zamanlarda yetişen Selefilerdir. Fakat Selefiye anlayışları az çok birbirinden farklıdır.

Mehmed Akif, Mehmed Şemseddin, Kamil Miras ve Ahmed Naim Selefiyenin Türkiye’deki ölçülü ve mutedil taraftarlarıdır.

Bugün İslâm âlemine geniş ölçüde hâkim olan, özellikle yapılan tercüme eserler vasıtasıyla Türkiye’deki durumunu gittikçe güçlendiren Selefilik her bakımdan incelenmeye ve araştırılmaya değer bir harekettir.

Vahhâbilik, çöl şartlarına göre, bedevî bir cemiyet içinde Selefilik iddiasıyla ortaya çıkan, bilgisiz, kül-türsüz, tarihsiz ve mutaassıb kişiler tarafından temsil adilen, İslâm âleminin muhtelif yerlerinde tesirini hissettirmiş olan bir harekettir. Bilgisizlikleri, aşırılıkları ve taassubları bir yana bırakılırsa, bugünkü Vahhabîlik layık olduğu seviyeye çıkamamış bir Selefîliktir.

Osmanlılardaki Birgivî hareketini de böyle değerlendirmek mümkündür.

Kelâmî ve tasavvufî düşünce ve inanç biçimine düşman olmak, bunların zararına inanmak, bunlar bir tarafa atılmadıkça İslâm’ın anlaşılamayacağını savunmak müfrid ve mutaasıb Selefîlerin; aynı düşünüş ve inanış, tarzını hoş karşılamamak, faydasız ve lüzumsuz saymak, en azından buna ısınamamak mutedil ve müsamahalı Selefîlerin özelliğidir. Müfrid veya mutedil Selefîlerin ortaya koydukları tavır, kelâmcıların ve sûfîlerin aşın ve ılımlı olmalarına göre de sert ve- ya, yumuşak olmaktadır. Meselâ: İbn Arabi’ye zındık ve kâfir diyen Selefîler, Kuşeyrî gibi süfîlere saygı duymaktadırlar. Fahruddin Razî’nin kelâmına hiç yanaşmayan Selefîler Bakıllânî’nin kelâmına ses çıkarmamaktadırlar.

 

 

 

 

DİPNOTLAR

  1. Şatıbî : el-ftisam, II, 338 (Mısır, 1332/1914).
  2. Ali Karî: Şerhi Fıkhı’l-ekber, s. 33 (Mısır, 1323/1905).
  3. Cüveynî: Akîdetu’n-Nizamiyye, s. 23 (1948).
  4. Âli Karî, a.g.e, s. 23. Dikkate şayan bir husustur ki sırf te’vile taraftar olmadığı için çok koyu bir Aristocu filozof olan İbn Riişd’ü Selefîler adeta takdir etmişlerdir.
  5. Bk. Katip Çelebi: Keşfu’z-zunûn II, 1287.
  6. Bk. Beyazî: İşaratu’l-meram, s. 47, 186 (Kahire, 1949), • Maturidî ve Nesefî de Ebu Hanife’nin kelâmî bir yorumunu yapmışlardır.
  7. îzmirli İsmail Hakkı: Yeni ilm-i kelâm, II, 117.
  8. Abdulkadir Geylanî: el-Gunye, s. 52 (Beyrut, ts.).
  9. Katip Çelebi: a.g.e, II, 1287.
  10. İbn Teymiye: Nakzu’l-mantık (Kahire, 1951).
  11. Şatıbî: a.g.e, II, 336.
  12. Ibn Abdulberr: Câmiu beyâni’l-ilm, II, 29 (Mekke, ts.).
  13. Ebu Talib Mekkî: Kûtu’l-hulüb, I, 281 (Mısır, 1961).
  14. Alımed Naim : Tecrid-i sarih tercümesi, I, 70 (İst. 1928).
  15. Ali Karî: a.g.e, s. 2,3. Kelâm aleyhinde dört mezhep imamının fikir ve yorumları için bk. Taşköprülüzâde; Mevzuâtu’l-ulûm, I, 597.
  16. İzmirli: a.g.e, I, 77.
  17. Molla Hüsrev: Dürer, I, 323 (İst. 1317/1899).
  18. Ali Karî : a.g.e, s. 3.
  19. a.g.e, s. 4.
  20. İbn Teymiye : Nakzu’.l-mantık, s. 26; Ali Karî: a.g.e, s. 6.
  21. İbn Teymiye : a.g.e, s. 118.
  22. Bu söz İmam Şafiî’ye aittir. Bk. Ali ICarî: a.g.e, s. 2.
  23. Ebu Talib Mekkî: a.g.e, I, 197. _
  24. Bk. Şa’ranî: Mizanu’l-kübra, I, 55 (Mısır, 1306/1888).
  25. Şatıbı: a.g.e, II, 333.
  26. Şatıbî: a.g.e, II, 332. Selefiye, kelâmî manâdaki aklı, nazarı ve istidlâli kötülemiş ve mahkum etmiştir. Naslarda ifadesini bulan şekliyle akla karşı, çıkmamıştır. Reddettiği akıl metafizik akıldır, pratik ve tecrübî akıl değildir.
  27. Ebu Talib Mekkî: a.g.e, I, 182.

  1. Reşid Rıza : Tefsiru’l-menâr, II, 376.
  2. Reşid Rıza: a.g.e, XI, 376.
  3. Ebu Nuaym: Hilyetü’l-evliya, IX, 10.
  4. İbn Kuteybe : a.g.e, s. 52.
  5. İbn Kuteybe : a.g.e, s. 52.
  6. İbn Kuteybe : a.g.e, s. 54.
  7. Ahmed Emin: Duha’l-İslâm, II, 134, 195 (Mısır 1938).
  8. İbn Teymiye : Beyanu muvafakat, s. 2,3, 74.
  9. Suyutî: el-İtkan, IX, 178 (Mısır, 1370/1950).
  10. İbn Teymiye: Rakzu’l-manttk, s. 53, 144.
  11. Süyûtî: el-îtlcân, II, 178.
  12. İbn Teymiye: el-Furkan, s. 47.
  13. İzmirli: Darulfunûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası, sayı: XXV, s. 60.
  14. İbn Kayyım: îctimau’l-cuyûş, s. 148. (Kahire, ts.).
  15. Şehristanî: Nihayetü’l-ikdam, s. 3,4 (Bağdat, ts.).
  16. Blc. Darulfunûn İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: IX, s. 3.
  17. İbn Teymiye : Nalczu’l-mantık, s. 38-52.
  18. a.g.e, s. 25.
  19. İbn Hallikan : Vefeyûtu’l-a’yan, II, 58 (Beyrut, ts.)l
  20. Zehebî: Mizânu’l-i’tldal, I, 430 (Mısır, 1963). ‘
  21. Zerkezî: el-Burhan, II, 171 (Mısır, 1957); İbn Salah, Fetâvâ, s. 29 , (Diyarbakır, ts.).
  22. İbn Cevzî: a.g.e, s. 361. Selefîlerin sûfîleri tenkitlerine, kelâmcılar da aynen iştirak ederler. Bk. İbn Kayyım, îgâsetü’l-lehfân, I, 139 (Mısır, 1961).
  23. Şatıbî: a.g.e, II, 348.
  24. İbn Kayyım : a.g.e, I, 269.
  25. İbn Cevzî: Telbîsu İblis, s. 145, 149. Gazalî îlcâmu’l- avam adlı eserinde Selefiyeyi savunmuştur.
  26. Bağdat müftüsü Zehavî: Din-i mübî.n-i Ahmed-i mürsel berbâd dâd Der sünnîyan t eşey yuh, der Şia ictihad «İslâmiyeti Sünnîleriıa tasavvufu ve Şiîlerin içtihadı berbat etti» demiştir.
  1. îlcâmu’l-avam adlı eserinde, Selefiyenin fevkelade güzel bir savunmasını yapan Gazali, «Selef mezhebi gıda gibidir, kelâm ise devaya benzer», diyerek görüşünü belirtmektedir.

Selefîlerin görüşlerini ihtiva eden başlıca eserler: Herevî: Zemmu’l-kelâm ve ehlihi, İbn Kudame: Mesele fî tahrimi’n-nazar fî kûtubi ehli’l-kelâm; Akîdetu’s-selef (Mısır, 1971), İmam Ahmed, Buharı, Ebu Da- vud, İbn Kuteybe, Darimî ve Kasımî’nin selef mezhebine dair risalelerini toplayan geniş bir eser. Hatib Bağdadî: Takyîdu’l-ilm, İbn Abdulber: Camiu be- yâni’l-ilm, Tahavî: Beyanu’s-sünne ve’l-cemaat (Ha- leb, 1344/1925), Sâbunî, Ebu Osman İsmail: Akîdetu’s- selef ve ashabi’l-hadis (Mısır, 1343/1924), Tahavî: Şerhu’t-Tahav’.yye fi’l-akâidi’s-selefiyye, Talat Koçyiğit: Hadiscilerle kelâmcilar arasındaki münakaşalar (Ank. 1969), İbn Hazm: el-Fısal, İbn Kayyim: I’la- mu’l-muvakkiîn, Şatibî: el-İ’tisam, İbn Teymiye: Mecmuatu’r-resâil.