Şerif AKTAŞ: Bir Coğrafyanın Kaderi

Bir coğrafyanın kaderi

Gün Uzar Yüzyıl Olur (*)

Doç. Dr. Şerif AKTAŞ

“Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı roman Türk okuyucusuna “nerede Anadolu romanı” sorusunu sorduracak bu sahada Osmanlı’nın, Selçuklu’nun zamanımızda yeniden yaşatılması için toprağın dilini bilen Aytmatov’lara ihtiyaç olduğunu düşündürecektir.

 Cengiz Aytmatov’un “Gün Uzar Yüz­yıl Olur” adlı romanı birçok bakım­dan- okunmağa değer. Sarı Özek Bozkırı’nda yaşayan Kazak Türklerinin ananeye bağlı hayat tarzlarından bir esinti getiren bu roman, zaman içinde toprağın insanla nasıl kaynaştığını; bu iki unsurun millî kültürün örsünde döğüle döğüle bir coğrafya parçasını nasıl vatan hâline getirdiğini, sanata has bir âlemin imkânları çerçevesinde çok iyi sezdiriyor. Bu sentezin insana şahsiyet kazandırdı­ğını da çok iyi ifâde eden “Gün Uzar Yüzyıl Olur” gerçek insanla köle ruhlu varlık arasındaki farkın kaynağını da his­settiriyor. Eser, dikkatle okunduğunda, ferdî hürriyet probleminin arkasında millî kültürün bulunduğu anlaşılır: En otoriter idareler dahi millî kültürle bes­lenmiş insanların ferdî hürriyetlerini sınırlamakta dış kabukta kalırlar, öze nüfuz edemezler…

Millî kültürün bir yaşayış tarzı oldu­ğunu, bunun da ananelerde tezâhür etti­ğini ortaya koyan bu eserin cihanşümûl tarafı, her devirde ve her cemiyette köle rûhlu yaratıkla hür insanın birlikte yaşa­dıklarım ve bunlar arasında da açık veya gizli bir mücâdelenin devam ettiğini dik­katlere sunmasında aranmalıdır.

Ayrıca, “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı roman Türk okuyucusu, münekkidi ve edebiyat araştırıcısı için daha da mânâlıdır. Bu roman, gerçek mânâda yapıldığını zannetmediğimiz mukayeseli edebiyat çalışmaları için bir davet mektubu olarak ele alınabilir; ihtiva ettiği motifler, imaj­lar hatta epizotlar üzerinde düşünülebi­lir. Böyle bir gayret hiç de semeresiz kalmaz.

Bu romanın başka müsbet bir yönü de, millî romantik duyuş tarzıyla modern edebiyatta folklor ve halk edebiyatı mah­sûllerinden nasıl yararlanılabileceğini en iyi ve en zengin şekilde gözler önüne seren bir eser olmasıdır.

İşte bu hususiyetlerinden dolayı adı geçen eser Türk sanatkârına örnek ola­cak, Türk okuyucusunu da uzak geçmişi ile alâkalı bazı problemler etrafında düşündürecek cinstendir. Ayrıca “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı roman, Türk okuyucusuna “nerede Anadolu romanı, sorusunu sorduracak, bu sahada Osmanlı’nın Selçuklu’nun zamanımızda yeniden yaşatılması için toprağın dilini bilen Aytmatov’lara ihtiyaç olduğunu düşündürecektir. Çünkü Türk romanı da bir asırdan daha fazla zamandan beri Avrupa mektebindedir. Aytmatov’un mensubu olduğu ülkede ve zümrede de roman Avrupaî tarzda yazılmaktadır. Yani Aytmatov’un tekniği, ferdî ilâveler dışında, Avrupa’dan alınmıştır. Ama bu teknik, yerli ve millî malzemeyi rahatsız etmemekte ona göre esneklik kazanmaktadır.

***

Bu roman, Sarı Özek Bozkırı’nda kamım doyurmak gayesiyle av arayan tilkinin yiyecek bazı şeyler bulmak umu­duyla tren yolu boyunca şaşkınlık içinde dolaştığını anlatan satırlarla başlıyor. Bu bir semboldür. Tilki, San Özek’teki tabiî düzenin temsilcisidir. Bir zamanlar boz­kırda yiyecek bulmak ve ömrünü sürdür­mek için başka imkânlar vardı. Burada ayrı bir hayât tarzı hâkimdi. Tilki, o devir­lerden yeni zamanlara intikâl eden bir unsur olarak düşünülmelidir. Büyük bir. sosyal hâdiseyle bozulan düzen, bozkır halkım yeni şartlara uymaya mahkûm etmiştir. Yeni şartların bariz vasfı teknik imkânın » temsilcisi, daha yerinde bir ifâ­deyle sembolü durumundaki trendir. Til­kinin yiyecek bulma içgüdüsüyle raylar çevresinde dolaşması gibi Sarı Özek’te yaşayan insanlar da demiryolu çevre­sinde hayatlarım devam ettirme zorunda kalırlar. Toprağın tabiî düzeni, ananevî yerleşme şekli sözünü ettiğimiz sosyal hâdise ve onunla birlikte gelen teknik imkânlarla bozulmuştur. Lokomotifin projöktörünün yaydığı ışıktan ve tekerlek­lerin gürültüsü, rayların gıcırtısından ürken tilkinin hâli ile eserin son satırla­rında anlatılan Sarı Özek uzay alanında fırlatılan füzenin gürültüsünden ve çev­reye yaydığı ışıktan korkan Yedigey’in durumu arasında yalnızca derece farkı vardır. Her ikisi için de bu ses ve ışık yabancıdır, korkutucudur ve tabiî değil­dir. Her ikisini de hedefinden uzaklaştır­mıştı. Ancak Yedigey, bu toprağın kaderini yaşadığının farkındadır. Ona bunu idrâk ettiren, böylece onu yücelten unsur an’anedir. Çünkü Sarı Özek Bozkırı’nda, çok eski devirlerde tabiî düzen bir daha bozulmuş bu toprağın insanlan başka bir kavmin zulmüne uğra­mıştır. O zaman, Nayman ananın oğlu mankurt olmuş ve neticede Nayman ana kendi öz oğlunun -mankurt oğlunun- attığı okla vurulup devesinden düştüğü zaman ak yazmasının içinden bu kuş uçmuştu… Yeri-göğü inleten o gürültü de, o cehennem aydınlığının içinde Yedigey’in hemen yanıbaşında beyaz kuş da bağırarak, çırpınarak kaçıyordu. Hem kaçıyor, hem bağırıyordu.

Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa (hatırla) adını! Senin baban Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay…” (348)

Nayman Ana Efsânesi Sarı Özek’te nesilden nesile nakledilerek bu yerlerin sahiplerini geçmişlerine bağlayan kültür unsurlarından biridir. Nayman Ana, toprak anayla eş değerdedir. Dönenbay kuşu ise mitolojik bir değer kazanmıştır. Kısacası Nayman Ana efsânesi bu yerle¬rin bilinmiyen gizli tarihidir, bu toprağın ve üzerinde yaşayanlann müşterek kede¬rinin ifâdesidir. Zira San Özak halkı Nayman Ana’nın evlâtlan durumundadır. Bu efsânenin ikliminde, San Özek Bozkırı’nda geçmiş, hâl ve gelecek birleşir.

Romanda nakledilen hâdiseler, tanıtılan şahıslar bu efsânenin ruhuna uygun tarzda değerlendirilip gruplandırdığında eserin mesajı daha iyi anlaşılır.

“Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı romanda muhtelif hâdiseleri çevresinde toplayan vaka, daha önce sözünü ettiğimiz sosyal değişiklikle yerinden yurdundan olan insanların demir yolu çevresinde hayatlarını sürdürme gayretine bağlı olarak Boranlı istasyonuna yerleşen Kazan- gap adlı birinin defnedilme merâsimidir. Kazangap, Boranlı istasyonuna hayâtını vermiştir, bu küçük istasyonun en zor işlerini yüklenmiş bir insandır. Aral Gölü civarında doğup büyüyen Kazangap, harpten yan sakat olarak dönen Yedigey’ in de bu küçük istasyona yerleşmesine sebeb olmuştur. Sosyal değişikliğin, daha doğrusu ihtilâlin meydâna getirdiği karışıklık içinde bir yere tutunma mecburiyetinde kalan bu iki insan, Boranlı’daki diğer birkaç aile gibi, kimsenin tenezzül etmediği bu küçük istasyonu yurt edinmişlerdir. Müşterek kader ve müşterek kültür, birlikte çalışmanın ve aynı kaderi paylaşmanın getirdiği hâtıralarla zenginleşerek bu iki insanın son derece kuvvetli bağlarla birbirine bağlanmasına zemin hazırlamıştır.

Romanda, yeni şartlar altında ananevî hayât tarzını sürdüren bu insanlardan birinin defnedilmesiyle ilgili hadiseler çevresinde diğerinin hissettikleri, düşündükleri, gördükleri geçmişle ve toprakla ilgili hâtıra, bilgi ve düşünceleri anlatılmaktadır. Cenâzeyi toprağa verme merasimi bir gün içinde tamamlanır. Bu bir gün zarfında Yedigey, başta dostu Kazangap ve kendisinin müşterek geçmişi olmak üzere, Sarı Özek Bozkırı’nın tarihî macerasını nefsinde yeniden yaşar. Kazangap’ın Ana-Beyit mezarlığına gömülmesini vasiyet etmesi, Yedigey’in bu mezarlıkla ilgili Nayman Ana efsânesini hatırlamasına ve bu efsânenin Sarı Özek Bozkırı’ndaki değeri üzerinde durmasına zemin hazırlar. Diğer taraftan, bir ucu Sarı Özek Bozkırı’nda olan uzay çalışmalarından ve bu faaliyetlerin geleceğinden söz eden satırlar, hem Yedigey ve arkadaşlarının duyduktan sesleri, gördükleri bazı hâdiseleri değerlendirmeğe hizmet eder; hem de romandaki muhtelif hâdiseleri birleştiren köle ruhlu insan ile millî değerlere bağlı insan arasındaki çatışmanın gelecekte de varlığını sürdüreceğini ifâdeye zemin hazırlar.

Aslında roman bu çatışma üzerinde kurulmuştur: “mankurt” yaratılışlı insanlarla geçmişe saygılı, üstün ve millî değerler bütününe bağlı tarihî bir varlık olduğunun şuuruna varmış insanlar arasındaki mücâdele, “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı romanın özünü teşkil etmekte- » dir. Eserde anlatılan hâdiselerde rol olan kahramanlar, bu iki gruptan birine mensuptur. Onları “mankurt” olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayırmak mümkündür.

İnsanın “mankurt” olması ve “Mankurt’un husûsiyetleri Nayman Ana efsânesi ile ilgili pasajlarda anlatılıyor. Görülüyor ki Ana-Beyit mezarlığıyla da ilgili olan ve hattâ adı geçen yere yarı- mukaddes bir mâhiyet kazandıran bu efsâne, romanın kâinatını çepeçevre sar¬mıştır. Daha yerinde bir ifâdeyle roman, söz konusu efsânenin değişen şartlar içinde değişmeyen özünün yorumudur. Tabiî olarak bu yorum, zamanın getir¬dikleri ve getirecekleriyle zenginleştirilerek dikkatlere sunulmuştur.

Sarı Özek Bozkırı’nda, tarihi bilinmeyen devirlerden beri, zamanla değişmeyen husûs, yukarıda ifâde ettiğimiz mücâdeledir. Bu mücâdele toprağın kaderidir.

Söz konusu mücâdelenin mahiyetini daha iyi anlamak için “mankurt”un hususiyetlerini, romandan aldığımız cümlelerle anlatalım:

Geçmiş asırlarda Sarı Özek Bozkırı’nı ele geçiren juanjuanlar esirlerinin başına deve derisi geçirip korkunç işkenceler yaparlar, sonra da zavallı esirin hâfızasının yitirmesini sağlarlar. “Önce tutsağın kafasını kazırlar, bu arada saç diplerini deşip kanatırlardı. Bu işlem sürerken usta kasaplardan biri iri bir deveyi (…) keser, derisini yüzerdi (…) boyun derisinden bir parça kesilir, taze taze tutsağın kafasına geçirilirdi. (…) Bu örtü tutsağın kafasını simsin kavrardı…. Kafasına deri geçirilen tutsak başını yere sürtmesin diye boynuna tahta kalıp takılıp, yürek paralayıcı çığlıklarını kimse görmesin diye ıssız bir yere götürülürdü. Kolları bacakları bağlı tutsak orada güneşin alnacında aç, susuz birkaç gün kalırdı. Başına , deri geçirilenden çoğu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlar belleklerini yitirerek geçmişlerini hatırlamayan birer mankurt -köle- olurlardı.” (125)

Ölme saadetine kavuşamayan “mankurt kim olduğunu, soyunun sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmezdi; kısacası insan olduğunun bile farkında değildi. Benlik bilincini yitirdiği için efendisine İktisadî açıdan büyük çıkarlar sağlardı.” (126)

Kaçmayı veya herhangi bir şekilde efendisine ihâneti düşünemeyen mankurt, “köpeklerin sahiplerini dinlemeleri gibi” efendisinin emrinden dışarı çıkmaz, ondan başkasının sözünü dinlemez, fizyolojik ihtiyaçlarının dışında birşey arzu etmez ve düşünmez.. “En kirli, en ağır işler mankurtlara verilir; sonsuz sabır isteyen bıktırıcı, sıkıcı, sinir törpüleyici işler onlara yaptırılırdı.” (127)

Ana-Beyit mezarlığına ismini veren efsânede de Nayman Ana’nın oğlu juanjuanlar’ın eline düşer ve mankurt olur. Bu efsâne kahramanı, oğlunun hiç olmazsa bedenini kurtarma arzusuyla juanjuanların ikâmet ettiği toprakların içlerine kadar gider ve oğlunu bulur. Neticcde geçmişiyle ilgili hiçbir şey hatırlayamayan mankurt olmuş evlat, efendisinin tenbihlerine uyarak annesini okla öldürür. İşte Ana-Beyit mezarlığı bu kadının mezarının bulunduğu yerdir.

İnsanların mankurt olabildikleri günlerde, Sarı Özek Bozkırı’nda ulaşım at ve deve ile yapılıyordu. Demıij olunun yapıldığı yıllarda, teknik gelişmeye paralel olarak, mankurt olmanın şeklinin değiştiği sezdirilen romanda, uzay çağında da ayrı bir mankurt olma tarzının ortaya çıkacağı hissettiriliyor.

Böylece Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı romanda, değişen zamana rağmen değişmeyen kader bir efsâneden, kahramanların yaşadığı ve müşâhede ettiği hâdiselerden, uzay çalışmalarıyla ilgili olarak anlatıcının naklettiklerinden hareketle ifâde ediliyor. Aynı davranış tarzı çerçevesinde, zamanın tesirsiz olduğu, ancak davranış tarzına ait şekilleri değiştirdiği anlayışın ise aynen kaldığı sezdiriliyor.

Romanda nakledilen efsânenin kahramanı Nayman Ana, Kazangap’ta Yedigey’de ve Abutalib’de, XX. asrın şartlarında, devam etmektedir. Daha yavru iken Kazangap’ın Yedigey’e hediye ettiği Karanar adlı devenin Nayman Ana’nın devesinin cinsinden geldiği belirtiliyor. Bu devenin bütün bozkıra hâkim olduğu, kendi cinsinden diğer hayvanların fevkinde bulunduğu, bu hususta ilmî araştırmaların da yapıldığı ifâde ediliyor. Bu alâkanın Kazangap ve Yedigey ile Nayman Ana arasında da mevcudiyeti okuyucunun sezgisine bırakılıyor.

XX. asrın mankurdu Sabitcan, ebeveyninden birini fiilen öldürmez. Ama, efendisinin isteğiyle, onun düşüncelerine, değer hükümlerine ve inançlarına hücum eder, onu manevî bakımdan öldürür. Abutalip’i hatıra yazdığı için ihbar eden memur, uzay alanının kapısında Yedigey ve arkadaşlarının konuştuktan teğmen Sabitcan ile birlikte düşünülecek, cinsten insanlardır. Romanda bunların hepsi Nayman Ana efsânesindeki mankurta bağlanabilir. Böylece tarih boyunca devam eden bir insan tipi dikkatlere sunulur.

Kazangap, Yedigey ve Abutalip, eşleriyle birlikte, millî kültüre ve üstün değerlere bağlılıkları, düşünce tarzları, ^mücadeleleri, asîl yaratılışlarıyla Nayman Ana’nın XX. asırdaki temsilcileridir. Bunlar, kökleri üzerinde doğduklan toprakta vücûd bulmuş bir büyük kültürün derinliklerine olan değerler sistemine sıkı sıkıya bağlıdırlar, karşılaştıklan her hadiseyi bu sistemden kaynaklanan bir bakış tarzıyla kıymetlendirir ve ona göre hareket ederler. Yani bu grupu teşkil edenler, insanın tarihî bir varlık olduğunun şuurundadırlar. İlk gruptakiler için yalnızca biyolojik ihtiyaçlar önemlidir. Bu sebeple de iki grup arasında bir çatışmanın olması tabiîdir.

Yedigey, dostu Kazangap’a lâyık bir cenaze töreni düzenlemekle onu – vasiyetine uyarak- Ana-Beyit mezarlığına götürmekle olduğu kadar arkadaşlarıyla birlikte Boranlı’da sürdürdüğü hayat tarzı, Kazangap ve Abutalip ile müşterek zevkleri ve his hayatlarıyla da millî ve yaratılıştan asil insan tipine örnek gösterilecek cinstendir.

Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı roman, edebî esere has bir dünya içinde, vatan hâline dönüşmüş bir coğrafya parçasının kaderini, dikkatlere sunan bir eserdir. Onda coğrafya, insan, folklor ve tarih iç içe girerek bir kaderin iâdesine zemin hazırlamıştır. Bu kaderin gelecekte nasıl tecelli edeceği hususunda şimdiden hiçbir şey söylenemez…

(*) Bu romanı Mehmet Özgül Türkçe’ ye çevirmiş ve Cem Yayınevi 1982 yılında yayınlamıştır.

KAYNAK: Türk Edebiyatı Dergisi, Ocak, 1984.