Samed AĞAOĞLU: Babamın Arkadaşları -2- [M. Fuad KÖPRÜLÜ]

EN GENÇ AMA EN VEFASIZ ARKADAŞ!

ONU Aşina Yüzler’de “Pikasso”nun modellerine benzetmiştim. Belki biraz insafsız, biraz hırçın bir ruh haliyle böyle yazdım. Kader babamın benden çok yaşlı, babamdan çok genç bu arkadaşını hayatının en hareketli, hattâ tek hareketli devresinde ve bir siyasî kadroda benimle yanyana getirmişti. Bu yıllarda bazı davranışlarından şikâyetçi idik. Fakat birçok iyi günleri de beraber yaşamıştık. Fena günler daha çok uzak ufuklarda belirmeğe başlar başlamaz, hepimizi bırakıp gitmek için fırsatlar aramış, bulur bulmaz da bırakıp gitmişti. Felâket saatlarımızı da gönül ferahlığıyla karşıladığını duymuştum. Bütün bunlar ona karşı ruhumu, kalemimi sertleştirmişti. Aşina Yüzler”i yazdığım zaman yaşıyordu da. Şimdi ölmüştür. Onu babamın arkadaşlarından biri olarak hatırlıyabiliyorum. Bu kanal kalbimi, hislerimi yumuşatıyor ve bu satırları yazarken gözlerimin önünde İstanbul’un Sultan Ahmet Camii eteklerinde, deniz kenarında bir ev canlanıyor. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili geniş bir bahçe içinde tahtadan, iki katlı, pencere ve balkonlarından Marmara’nın alabildiğine açıldığı bir ev. Küçük bir odada annem evin hanımıyla konuşurken ben yerde renk renk, boy boy, pırıl pırıl zıpzıplarla oynuyorum. Birden kapı açılıyor, içeri giren genç bir adam anneme selâm verdikten sonra önümde durarak dudaklarında tatlı bir gülümseme “Samet, Samet” diyor, “Ben senin yaşında bu zıpzıplarla oynadım. Ama tekini kaybetmedim. Eğer kaybedersen kulağını çekerim!”

Başımı kaldırıp bakıyorum. Biraz uzun beyaz yüzü, kumral saçları, uçları aşağıya çekik gür kaşları, açık yeşil gözleri var. Yanakları, dudakları pembemsi. Kısaya yakın boyu ve zayıf vücuduyla ne kadar genç duruyor. Halbuki o babamın en yakın arkadaşlarından biridir. Sonra yine o kadar genç ki bana hiç çekinmek hissi vermiyor. Yanında rahat rahat oynıyabiliyorum.

Babamın bu arkadaşını, birkaç yıl geçerek tarih kitaplarında resimlerini göreceğim çok meşhur bir Osmanlı Sadrazamına benzeyen annesini, ablalarımla arkadaş, beyaz yüzlü, ince sesli kızkardeşini seviyorum. Bahçenin bir yanındaki kale üstünden denize bakmak hoşuma gidiyor. Biri siyah, biri beyaz bol tüylü, parlak gözlü iki iri kedi var ki sofraya oturduğumuz zaman onlar da masanın iki başına konulmuş geniş ve yaygın çiçek vazolarına benzeyen yerlerine serilip yatıyorlar. Bir de evin bütün insanlarını tanıyan ve günün belli saatlarında toprak altından çıkarak bahçedeki çeşme önünde güneşlenen ihtiyar bir kaplumbağa.

Evet, bu evi, insanlarını, kedilerini, kaplumbağasını, zıp-zıplarını, kalesini ve denizini seviyorum.

Hayalim birden Büyükada’ya atlıyor. Babamın arkadaşı ve biz çamlar arasında yanyana iki küçük evde oturuyoruz. Mehtaplı gecelerde iki aile beraber geziyoruz. Bu gecelerin şarkı ve şaka ile dolu mavi aydınlığının hasreti içimde hâlâ var.

Mütareke yılları. Babam Malta’da esir. Annemle birçok defa akşamdan gelerek İstanbul’daki evde kalıyoruz. Sabaha karşı annem kaleden sulara, bir şişe içinde bir mektup, çocuklarının babasını bir an önce göndermesi için Hazreti Ali’ye bir mektup atıyor! Fakat bu yıllarda babamın arkadaşını ancak biz onlara gittiğimiz zaman görüyorum. O bize eskisi gibi gelmiyor artık. Büyüdükçe farkına varıyorum, ailesinin değil, kendisinin babamla ve bizlerle yakınlığı babamın siyasî hayattaki iniş ve çıkışlarına göre ayarlı. Yalnız bize değil, İttihatçı bütün dostlarına karşı, Ziya Gökalp’e karşı da öyle. Onun bu davranışı babam ölünceye kadar değişmedi. Zaferden sonra babam ikbaldedir. Bu arkadaşı da hep yanında. Babam gözden düşmüştür. O da meydanda gözükmüyor!

Burada biraz Aşina Yüzler’e döneceğim. Ama bazı kelimeleri değiştirerek. O kelimelere bu kitapta lüzum yok. Şimdi karşımda duran sadece babamın arkadaşıdır:

“Boyunu biraz büyütmek için ayakkabılarının ökçelerine gizli katlar yerleştirmek yerine, başını ince çenesi yukarıya kalkacak şekilde dikip, göğsünü şişirerek yürüyen bu adamın yüzü bir türlü ihtiyarlamıyordu. Daha yirmi yaşında şair olarak basın dünyasına ayak bastığı gün nasılsa, daha yirmibeş yaşında üniversite kürsüsü basamaklarını tırmanırken, otuz beş yıl sonra tek parti devrine son vermiş yeni bir partinin kurucuları arasına girerken de hemen hemen aynıydı. Küçük, uzunca, beyaz yüzde açılmış açık yeşil gözleri, sivri çenesi, uçları düşük kaşları ile susmuş dururken hiçbir mânâ taşımayan bu baş konuşmağa başlar başlamaz şaşırtıcı, oldukça da yapma bir samimilik rüzgârı ortalığı sarıyor, konu ne olursa olsun, bilgi, politika veya şakalar hep bu rüzgârın, bu havanın içinde kalıyordu. Bu görünüşü, ruhunu sarmaşıklar gibi çevirmiş gurur ve övünmelerin birbirine karışmasından doğuyordu. Gururlu idi, anasının kökü bir büyük Osmanlı vezirine dayanıyordu çünkü. Bu kök, isterse bazılarının iddia ettiği yolda uydurma olsun, bir gerçek var ortada. Asil bir otorite ile evine, erkeğine ve oğluna her zaman hâkim ananın yüzü, o vezirin tarih kitaplarına geçmiş, müzelerde asılı resimlerini daha ilk bakışta hatırlatıyordu. Sonra tarih bilgisinin bir kolunda tanınmışlığı memleket sınırlarını aşmış, dünyanın bellibaşlı üniversitelerinin şeref doktoru olmuş, kitapları ile Doğu ve Batı’nın isim yapmış bilginleri arasına girmişti.

Övünmesinin de kaynakları var: Çok genç çağında, kendinden on, onbeş yaş ileride siyaset, edebiyat, fikir adamları içine karışmış, her devrin hâkimleri bü “hârika çocuğu” hayranlıkla koruma kanatları altına almışlar, sofralarında, toplantılarında bulundurmuşlardı. Bunun ötesinde de kendini beğenmiş görünmek istemiyor, bu görüşünü, üstüne, babacanlık örtüsünü sererek gidermeğe çalışırken, bu sefer de gerektiğinden fazla samimî insan halini alıyordu.

İttihat ve Terakki yıllarının en genç fikir adamıdır. Zamanının Talât Paşa’dan Doktor Nâzım’a kadar büyük politik nüfuzları, memleketin övülmeğe lâyık yıldızlarından biri diye kucakladılar onu. Devrin mürşidi Gökalp’in kucağından inmedi. Kaderi imparatorluğun bu son idarecilerine öylesine bağlı görünüyordu ki Birinci Dünyâ Savaşı’nın felâket çanlarıyla beraber, onun da birçokları gibi tutulmasını, hapislere atılmasını; Malta’ya sürülmesini bekleyenler, ancak iki haftalık Bekir Ağa Bölüğü misafirliğinden sonra, serbest bırakılmış olmasının sebeplerini araştırmağa daha vakit bulmadan, dünkü sevgili ağabeyleri İttihatçılar aleyhinde ötede beride söylediklerini işittiler. Biraz sonra da, üniversitede bırakıldığını, Rıza Tevfik, Cenab Şahabettin gibi İttihatçı düşmanı profesörlerle sıkı fıkı olduğunu görerek şaşkınlık içinde kaldılar.

Mütareke yıllarında, İstanbul’un mavi göğünü örten matem bulutlarına hep serinkanlılıkla baktı. Dili o günlerin siyâsî üslûbuna hemen uymuştu. O da sevmediklerinden “Zırtaporlar, hıyarlar, kabaklar, muşmulalar” diye bahsediyor, en ağır küfürleri, en açık-saçık imaları, İstanbul argosu ile kekelemeden savuruyordu. Bu biçim konuşmayı öyle benimsedi ki, artık bir daha dönemiyecek. Bu konuşma biçiminde Türkiye’nin bir çeşit ilk dil eksistansiyalistlerinden biri olacak!..

O karanlık devirden bıraktığı hâtıralar arasında unutulması güç olanlar da var.

İstanbul Üniversitesi öğrencileri Millî Mücadele aleyhinde çalışan profesörlerini protesto için ayaklandıkları zaman karşılarına yarı tehdit, yarı öğütle çıkanlardan biri de bu çocuk yüzlü adam!..

Anadolu zaferini kazandı. Yeni devletin kurucuları, memleketin bütün değerlerinden faydalanmayı düşünerek birçoklarının kusurlarını görmemiş davrandılar. Bu sefer de Ankara’nın kalpaklı, çizmeli, idarecilerinin yanında. Hem yaşı henüz otuzun altında bir bakanın müsteşarı olarak!

Fakat, Ankara’nın ne havası, ne insanları İstanbul’a uyuyor. Orada ufuklar şimşekli, yüzler, bakışlar, sesler de zaman zaman ürkütecek derecede sert ve asık. Şakaklarında vuran kanda, dedesinin, “Dikkatli ol, bir yana çekil,” diyen fısıltısını duyuyor, yaklaşan inkılâpların fırtınası başlamadan, İstanbul’un sessiz, bin bir renkli kıyılarında, kitapları, açık saçık konuşmaktan hoşlanan dostları, her birini bir yönden sevdiği kız, erkek öğrencileri arasında bir süre daha beklemeyi tasarlıyor! Kaçmak için gözlediği fırsatlar da gecikmiyor, Marmara’ya bakan bir kale içinde kurulu kütüphanesinin loş serinliğine uzanıyor.

Ankara, inkılâpları isyanlar, İstiklâl Mahkemeleri, sehpalar arasında yapıp bitirdi. Şimdi sıra bilgi konularında ve en başta da dil ve tarih kavramlarında inkılâpçılığa gelmişti. Askerlerin, kalpaklı, poturlu sivillerin bilginin sınırlarını pervasızca aşmalarına önce şaşırdı. Arkasından, bir zamanlar Enver Paşa’nın da, daha küçük çapta, bu işlere heveslendiğini, fakat bazı profesör ve edebiyatçıların, “Her iş ehlinin elinde,” parolasıyla karşı koymaları yüzünden vazgeçtiğini hatırladı. Bu örnekten aldığı cesaretle, yapılmak isteneni kulaktan kulağa fısıltılarla tenkide girişti. Bununla da kalmıyarak kendisine inanmış bazı genç asistanlarını öne sürmek suretiyle bir çeşit gerilla harbine yeltendi.

Fakat Mustafa Kemal, Enver değil. Tuttuğunu koparmak için her zaman başarı ile uyguladığı metodları var. Üstüne parmak bastığı işde tanınmış fikir ve sanat adamlarını ileri sürdüğü tezin eciri hâline getiriyor. Buna razı olmalarını her yola baş vurarak, meselâ Mütareke yıllarındaki tutumlarını hatırlamamış görünmek suretiyle sağlamağa çalışıyor, dayattıklarını görünce, kendileri gelip ellerine, ayaklarına kapanıncaya kadar yüzlerine bakmıyor! Dil ve tarih konularında da böyle yaptı. İyi biliyordu, İstanbul Üniversitesinin bu pek meşhur profesörü günün birinde inadından dönecek! Politikacıların sofralarında sarıksız fetva emini tavrı ile oturmağa alışmış insan, kendi sofrasının çekiciliğine elbette dayanamıyacak! Onu, öne sürdüğü genç insanları birer fıskiye ile yıktıktan sonra, herhangi bir fikir ve bilgi adamını değil, görünüşte elbiselerini sivilleştirerek vazifelerini mebusluğa çevirdiği, gerçekte ise yaverliklerinden ayırmadığı bazı askerleri araya koymak suretiyle yanına çağırdı. Kısa bir süre içinde Çankaya köşkünün figüranları arasında yer alarak aynı hızla mebus seçildi. Devletin resmî işleri arasına giren dil ve tarih tezlerinin ateşli savunucularındandır artık! İstanbul Üniversitesi’nin yeniden kuruluşunda, şu veya bu profesörün kaderini belirten gizli bilgilerin sahiplerinden biri de o! Bütün bu işleri Ali Kemal’den hâtıra küfürler, sözler, açık saçık hikâyeler, bazan da gözlerinin yeşilliğini örtecek kadar çatık kaşlar arasında görmekte. Üniversite konularında aldığı işaretlere göre kusur sahiplerini, aralarında bakanlar da var, medenî cesaret gösterileriyle açıklayıp suçlamakta…

Atatürk’le İnönü’nün arası açıldığı zaman, damarlarındaki kan onu uyarmakta gecikmedi. Bu kan, birincisinin kudretinden, ikincisinin inadından korkması gerektiğini hatırlatıyordu. Atatürk’ün ölümü sıralarında, Halkevleri dergisinde köşeye çekilmiş, yarıyarıya unutulmuş bir insan tutumunu alabilmişti. Gerçekte ise “Devr-i İsmet”i hasretle beklediğini İnönü’ye çoktan duyurmuştu! Millî Şef’ten güler yüz bulamadı. İsmet Paşa’nın insanlara güvenme ölçüleri kendine göre. Çevresinin birinci halkasına alacaklarını Çakırcalı usulü ile seçiyor, tehlikeli günlerin imtihanlarından geçmiyenleri oraya sokmuyor. Devletin başına kayıtsız şartsız kudretle geçtiği günden kısa bir süre sonra patlayan İkinci Dünya Savaşı, iç politikada yer kapma yarışının hızını iyiden iyiye azaltmıştı. O halde Birinci Dünya Savaşı’ndan bu ikincisine aynı çocuk yüzü ile gelebilmiş profesör politikacıya, Meclisin bilardo masası, açık şakalar, hikâyeler, kulaktan kulağa dedikodular arasında kurulmuş köşesinde gününü beklemekten başka yapacak iş kalmıyor!

Savaşın Avrupalı diktatörleri ezmesi ihtimali kuvvetlendiği zaman beklediği an da gelip çattı. Türkiye zaferi paylaşan iki rejimden birine uymak zorunda. Ya sağ demokrasiye, ya sol âleme katılacak. Tarihin gösterdiği yön sağda uzanıyordu. Tek parti devri yerini çok partili düzene, belki Halk Partisi de iktidarı yeni kurulacak bir partiye ve başka insanlara bırakacak.

Biri Atatürk’ün son başbakanı, ikincisi Millî Mücadeleden bu yana, milletvekili, İstiklâl Mahkemesi üyesi, Halk Partisi grup başkan vekili, vâli olarak hafızalarda çeşitli hâtıralar bırakmış bir isim, üçüncüsü onbeş yıldan beri Mecliste, fakat parti ve hükümette sorumluluk almamış, eski bir aileden gelen henüz genç sayılabilecek yaşta, fazla tanınmamış idealist bir Anadolu çocuğu ile birlikte Demokrat Parti’nin kurucularından olmak için fazla düşünmedi.”

Bundan sonrasını bırakarak ona yine babamın arkadaşı diye bakmıyorum. Hayatının geri kalan macerasıyla bu arkadaşlığın hiçbir ilgisi yok. Yalnız son bir yaprak:

1946 yılında Ticaret Bakanlığında İç Ticaret Umum Müdürü idim. Karar vermiştim, memurluktan çekilerek Demokrat Parti’ye girecek ve memleket hizmetime bu yolda devam edecektim.

Haziranın son günlerinden birinde Süreyya ablam Bakanlığa beni görmeğe geldi, “Samet,” dedi, “siyasete atılmanı uygun görüyorum, Demokrat Parti’ye girmeni de. Ama (babamın bu en genç arkadaşının ismini söyledi) onun ne kadar vefasız olduğunu bilmiyor musun? Dikkat et, gün gelebilir şimdiye kadar öteki dostlarına hep yaptığı gibi sizleri de bırakıp gidebilir. Güvenilmez ona, güvenilmez ona!”

***
KAYNAK: Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, İletişim Yay., 1. Baskı, 1998; s.184-191.