Samed AĞAOĞLU: Babamın Arkadaşları -1- [ZİYA GÖKALP]

[ZİYA GÖKALP]

Babamın arkadaşlarından meşhur bir fikir adamı ve filozof der ki: “Nâzır ( bakan) sandalyası firavun sandalyasıdır. Oraya melek veya Musa oturduğu zaman firavun olur!”

Bunu söyliyen insan şimdi gözlerimin önüne geliyor:

Tıknaz, şişman vücudunu biraz zorlukla iki yana sallana sallana taşıyordu. O, siyasî ve asker diktatörlerin Devlet gemisini karşılıklı ihtirasların kurduğu muvazene sayesinde yürütebildikleri bir devirde kendi sahasının tek diktatörü idi. İstanbul Darülfünunundaki (Üniversitesindeki) kürsüsünde nasıl konuşuyorsa mensup olduğu fırkanın umumî merkez içtimalarında da öyle konuşuyordu. Ayni sakin, muntazam’, sarf ve nahvi yerinde lisan; ayni kendisine itiraz edilmesini kabul etmiyen, kendi fikirlerinden başka fikirlerin yanlış olduklarına önceden hükmetmiş insan duruşu! Onu yalnız emir vermek, yol göstermek için ağzını açan bir Sfenks’e, veya bir Buda’ya benzetmek pekâlâ mümkündü. Sükût içinde tahakkümü temsil eden bir heykel de sayılabilirdi! Türk cemiyetini Batılı olmıya teşvik eden bu mürşit, işini Şarklı bir şeyh metod, zihniyet ve ruhu ile yapıyordu. Onun ruh ve zihniyeti ile inanışları arasındaki tezat fikirlerinin sapmasına sebebiyet veriyor, aslı kendisine ait olmıyan bir sözü, “Garp medeniyetinden, Türk Milletinden, Islâm Ümmeti’nden olmak” vecizesini telkin ederken, Batı medeniyetinin temeli olan insan hak ve hürriyetlerini devletin mutlak otoritesi altına almakta tereddüt etmiyerek “hak yok, vazife var” diye bağırıyordu!

Bir cemiyet üzerinde onun kadar tesirli insanlar azdır. Fakat cemiyet içinde, cemiyet için bu kadar mühim olan bu adamın kendi ailesi içinde bir gölgeden farkı yoktu. “Evin içi” büyük Türk mütefekkiri için bir meseleydi. Sakat bir kadın; ondan olmuş babalarına benziyen kızlar! Mürşit üç çocuk ve bir kadının arasında birinin kaprisinden diğerininkine koşmaktan halsiz kaldığı zaman dinlenmek için bir yer döşeğinden başka bir şey bulamıyordu. Bu döşek aynı zamanda yazılarını yazdığı, kitaplarını okuduğu yerdi.

Evin içinde bu gölge meleğin zaman zaman izahı çok güç hiddet buhranları da oluyordu.

Bunlardan birisini hatırladıkça hâlâ hayretle gülmekten kendimi alamam: Ankara’da aynı yerde, Keçiören bağlarında oturuyorduk. Evlerimiz arasındaki mesafe üç yüz metre kadardı. Bir sabah bağın içinde feryatlar yükseldi. Gördüğümüz manzara şu idi:

Önde mütefekkirin uşağı, iri yarı esmer bir Urfalı “yetişin, bey beni öldürüyor!” diye haykırarak koşuyor, arkasında mürşit, sırtında entari, ayakları çıplak, elindeki bastonu sallaya sallaya kovalıyor!

Mürşidin karısı ondan birkaç sene sonra öldü. Ölümünden biraz önce beni ve kardeşlerimi yanına çağırdı. Hepimize ayrı ayrı bakarak garip bir tarzda güldü. Bir aralık daldı. Sonra birdenbire gözlerini açtı, kocasının ismini söyliyerek bağırdı: “Geldi, geldi. Beni çağırıyor. Hayır, ben senin yanına gitmek istemiyorum!”

Malta’da beraber geçirdikleri uzun esaret hayatında mürşidin ruh sükûnetini anlatan sahifeler babamın bu senelere ait hâtıralarının güzel parçalarından birini teşkil etmektedir: Mütefekkir, hapishanenin bir köşesini tekke haline getirmişti, Her gün etrafında halka olan, memlekette yüksek mevkiler işgal etmiş esirler ondan sabır, sükûnet, feragat dersi alıyorlardı. Mürşit derslerini verirken en ufak bir ses çıkmıyor, herkes kendinden geçmiş dinliyordu. Sözleri bazen cezbe halinde dudaklarından dökülüyor, o zaman bu sözlerde mantık, düzgünlük, fikir perişan bir hal alıyor, fakat buna rağmen her dersin sonunda onu dinleyenler bu ağır esaret hayatına birkaç gün daha dayanabilmek için ruhlarında, kalplerinde imkân ve kuvvet buluyorlardı.

Devrin, sahip olduğu kudrete rağmen en sade yaşıyan insanlarından biriydi. Evi, mahallenin içinde orta halli manzarasını hiçbir zaman kaybetmedi. Fakat mürşit içtimaî ahlâk sahasında, derslerinin dışına kat’iyen çıkmıyor, fırkasının bir kısım ikinci, üçüncü derecede adamlarının gösterdiği şahsî menfaat ihtirasları karşısında sessiz sedasız kalıyordu. Onun bu sükûtu devrinin asker, sivil diğer diktatörleri için de devam ediyordu. “Gözlerimi kaparım. Vazifemi yaparım” vecizesini mutlak bir disiplin ve itaat emri halinde evvelâ kendisi tatbik ediyor, gözlerini kapıyor, kendisine düşen vazifeyi en ufak bir ihmal göstermeden yerine getiriyordu!

Bu satırlarını hiçbir zaman filozof mürşidi Birinci Dünya Harbi içindeki tutumundan dolayı tenkit değildir. Sadece hayatının bir devrindeki görünüşünü yazıyorum. O senelerden uzaklaştıkça hâdiseler, hareketler, sözler sahiplerinin maksatlarını tam ifade eden mânalarını alıyorlar. Zaten insanın şahsî ve içtimaî hayatında sebep, vesile veya şahit bulunduğu bütün oluşlar, ayni değişmez kanuna tabidirler. Bunların hakikî değerleri, meydana getirdikleri med ve cezirler, dalgalanmalar, dedikodular dindikten, silindikten, sükûnete kavuştuktan, bir kelime ile zamanın temizleyici eli tesirini gösterdikten sonra belli olur.

Şimdi soruyorum; şayet mürşit kendisine düşen vazifeyi gözlerini kapıyarak yapmasaydı, etrafının doğru yanlış çeşitli rivayetleri, yolsuzlukları, fenalıkları ile meşgul olarak onları düzeltmeğe çalışsaydı muvaffak olabilecek miydi? Hayır! Bu takdirde büyük menfaat çekişmelerinin ortasına atılmış olacak, mücadelede belki de en yakın arkadaşlarından bile hıyanet görecekti. O zaman da asıl vazifesini yapamıyacaktı. O, Türk Milleti’ni Batı medeniyetine götürmek için yollar arıyordu. Bu yollar bulunduktan sonra, gördüğü fenalıklar kendiliğinden yok olacaklardı.

Tarihî bir hakikati itiraf etmek lâzım gelir:

Belki de Mürşidin öyle düşünmesi, böyle hareket etmesi sayesindedir ki İttihat ve Terakki devri ilim, sanat, düşünce bakımlarından mümtaz vasfına hak kazanmıştır. Ondan sonra gelen devirlerin hiçbiri ilme, sanata, düşünceye lâyık oldukları yeri vermemişlerdir. Fikir ve kanaatlarıyla İttihat ve Terakki’nin düşmanı sayılan şairler, filozoflar, yazarlar, mürşidin ve başında bulunduğu Yeni Mecmua’nın etrafında ‘ toplanabilmişler, yanında samimî, emin bir sığınma yeri bulabilmişlerdir. Genç istidatlar onun açtığı kapıdan şöhret dünyasına geçtiler. Şiirde aruzdan heceye atlayış, sahnede ortaoyunundan hakikî tiyatroya geçiş, tarihte Osmanlı’dan önce Türk Milleti’nin varlığını kabul, dinde Kur’an’ın tercümesi, bâtıl itikatlar ile mücadele, ıslahat hareketleri hep onun rehberliği ile oldu. Devrinin en kibirli, en azametli siJ yasî şahsiyetleri mürşidi gördükleri zaman küçük bir çocuk gibi ellerini öpüyorlar, öptüklerini de herkese göstermeğe çalışıyorlardı.

Yine belki de mürşidin öyle düşünmesi, böyle hareket etmesi sayesinde İttihat ve Terakki zamanında yapılmış içtimaî hamlelerin şerefini siyaset adamları kendilerine maletmek cesaretini gösteremediler ve bunlar bir devrin, bir partinin eseri olarak kaldılar!

Malta’dan serbest bırakıldıktan sonra doğru Ankara’ya geldi. Ankara, İttihatçıları esaretten millî haysiyet düşüncesi olarak kurtarmıştı. Fakat onlara karşı çekingendi. Anadolu’ya geçen diğerleri gibi mürşide de fazla güleryüz göstermiyerek, doğduğu yere, Diyarbakır’a gidip oturmasını tavsiye etti. Milliyetçilik, Batı dünyası, geri ve ileri cemiyet mes’elelerinin kafasında birer müphem, fakat çok çekici kavramlar halinde ilk defa belirdiği bir ortaçağ şehrine, şimdi ismi bütün Türk dünyasınca tanınmış bir âlim olarak dönüyordu. Bu dönüş onun hayatında yeni bir merhalenin başlangıcıdır. Diyarbakır ve etrafı şeyhler, hocalar, derebeyler diyarı idi. O da bu şeyhler, hattâ derebeyler arasına hakikî bir şeyh gibi üstüne oturacağı postu atabilirdi. Onun postu ceylân derisi değil, bir mecmua olacaktı. Şehirde bulunan tek taş basma matbaada basılacak el içi kadar, ismi boyuna uygun bir mecmua, Küçük Mecmua! O bu mecmuada yıkılmış Osmanlı İmparatorluğunun yerine geçmesi mukadder yeni Türk Devleti’nin fikir rehberliğine cesaretle başlıyacaktı. Bunda muvaffak olmak için de yine ayni samimiyetle, vaktiyle İttihat ve Terakki Fırkası’nın şeflerine karşı aldığı tavrı tekrar göstermekten çekinmedi. Millî Mücadele’nin başlannı birer kahraman olarak kabul ve ilân ettikten sonra asıl vazifesine koyuldu.

Burada bir noktaya işaret etmek yerinde olur:

Mürşit, Türk Milleti’nin her zaman kahramanlara hayran olduğunu, onların etrafında ve arkasında cihanın fethine koştuğunu, bütün Türk Tarihi’nin hemen hemen böyle geçtiğini düşünüyordu. Meşrutiyet inkılâbından sonra İmparatorluğu anca bir kahraman kurtarabilirdi. O halde Enver bir kahraman olmalıydı. Onu tereddütsüz kahraman olarak terennüm etti. İmparatorluk yıkıldı. Şimdi Türk Milleti yeni bir kahramana muhtaçtır. Bu da Mustafa Kemal olacaktı. Enver için yazdığı şiirleri Mustafa” Kemal için de hemen hemen aynen tekrarladı. Kendisi de daha önce olduğu gibi bu sefer de devlet, cemiyet, fert, vatandaş olarak Türk Milleti’ni Batı medeniyeti seviyesine getirmek için tutulması lâzım gelen yolları gösterecekti. Diyarbakır’da çıkarmağa başladığı taş basması küçük mecmuanın vazifesi işte buydu. Mecmuayı tetkik ediniz, latin harflerinden soy adlarına kadar, Devlet anlayışından Türk dilinin sadeleştirilmesine kadar, sonraları Atatürk’ün birer birer gerçekleştirdiği içtimaî inkılâpların nazarî izahlarını makaleler halinde orada bulacaksınız. Mürşit,’ bu işi yaparken “İslâm Ümmetinden, Türk Milletinden, Garp Medeniyetinden olmak” düsturunun “İslâm Ümmetinden olmak” kısmını biraz ihmal etmiş, fikirleri Türk’ün İslâmlıktan önceki tarihine çevirmek suretiyle Hilâfetin artık Türk Milleti için ehemmiyetini, mânasını gittikçe kaybeden bir müessese haline geldiği düşüncesini müphem bir şekilde ortaya atmıştı.

O bütün telkinlerinde eski Türk tarihini, tezlerinin millî dayanaklarını bulmak için icabederse kısmen tefsir etmekten çekinmedi. Fakat bu asla ilmî bir kusur sayılamaz. Türk Milliyetçiliğini uyandırmak, Türk’ü bütün şartlarıyla hakikî bir millet halinde taazzuv ettirmek için, 18. asırda Napolyon istilâlarına karşı Alman millî şuurunun uyanması hedefiyle, Cermen tarihini tahriften korkmayan Alman mütefekkirleri gibi hareket edebilirdi. Küçük Mecmua’nın yazıları Ankara ve İstanbul gazete ve mecmualarının bazılarında aynen yayınlanıyor, makalelerin tesiri bu suretle memleketin aydın muhitlerine yayılıyordu.

Millî Mücadele kazanıldı. Artık İttihatçılardan çekinmek için sebep kalmamıştı. Birçokları gibi mürşidi de Ankara’da vazifeye, Maarif Vekâletinde kurulan ve üyeleri arasında Ağaoğlu Ahmet, Samih Rifat gibi eski arkadaşları bulunan; Talim ve Terbiye Heyeti Reisliğine dâvet ettiler. Kendisine Hâkimiyeti Milliye gazetesinin sütunları da açıldı. Bu sütunlarda Küçük Mecmua’da ele aldığı bahislere, biraz daha genişleterek devam etti. Şimdi “Türk Devleti’nin esasları ne olmalıdır?” meselesi üzerinde fikirlerini yazıyordu. Fakat garip tezat! Bu mevzuda ortaya attığı fikirlerin tam aksi yine aynı gazetenin sütunlarında Ahmet Ağaoğlu tarafından müdafaa ediliyordu. Mürşide göre yeni Devlet her şeyin esası olmalıydı. Hukukun kaynağı dahi ancak devlettir. “Hak yok, vazife var” vecizesini İttihatçılar zamanında da ortaya sürmüştü. Ama bu sefer bunu büyük bir şiddetle benimsemiş gözüküyordu. Mürşide göre millî iktisadı da askerlik gibi “Tıp mektebi”, “Mülkiye mektebi” gibi Devlet yaratacaktır. Sistemin daha sonra Anayasa’da resmen kabul edilecek ismini de, “Devletçilik” diye koymuş bulunuyordu. Ağaoğlu Ahmet ise yeni devletin tamamen liberal prensiplere dayanması lâzım geldiğini yazıyor, “Türk Milleti’nin Batı medeniyetine erişmesinin tek çaresi, bu medeniyeti meydana getirmiş olan serbest teşebbüs prensibinin samimiyetle kabulünden ibarettir” diyordu. Ona göre de ferdin haklan devletten önce vardır. Devletin vazifesi bu hakları muhafaza ve müdafaa etmektir.

Bu iki tez, bu iki dost, Halk Partisi’nin programını ve yeni devletin anayasasını hazırlamak için Gazi’nin reisliğinde toplanan ilim heyetinde de çarpıştılar. Orada da mürşidin tezi kazandı. Tatbikat da onun tuttuğu prensibe göre, fakat gittikçe dejenere olarak tecelli etti.

İkinci Büyük Millet Meclisi’ne Diyarbakır’dan milletvekili seçilerek girdi. Fakat bu yeni siyasî hayatına hevessiz başlıyordu. Kendisinde garip, yaşı ile uygun olmıyan maddî, manevî yorgunluklar hissediyor, bazan günlerce süren şiddetli baş ağrılarından göz açamıyordu. Her zaman hareketsizdi. Fakat bu sefer halsiz gözüküyordu. Her zaman konuşmağa başlayıncaya kadar durmadan terlerdi. Kendisini bu halde görenler onun şu meşhur adam olduğuna asla inanamazlardı. Vakta ki söze başlardı, karşısındakiler dudaklarından tatlı bir sesin içinde bir vâiz üslûbu ile dökülen fikirlerin cazibesine kapılıp saatler ve saatler dinlemekten usanmazlardı. Ama bu sefer ses boğuk çıkıyor, fikirlerini zaman zaman perişanlığa kadar giden bir dağınıklıkla ancak anlatabiliyordu. Atatürk, mürşidin şerefine verdiği bir çay ziyafetinden çıkarlarken “bütün o eserleri, o makaleleri yazan hakikaten bu adam mı?” diye sormuştu.

Ne oluyordu? Mürşidin ruhunda, kafasında büyük bir değişiklik mi husule gelmişti? Daha henüz çok gençti. Koskoca bir memleketin fikir âleminde bir yarı peygamber tesiri yapmış bu adam elli yaşına varmamıştı bile.

Etrafında olanlar, dostları, talebeleri ondaki değişikliğin sebeplerini araştırırken mürşit gizli hakikati bütün çıplaklığı ile görüyordu. Bazan gözlerim kapayarak ilk gençlik senelerinin bir gecesini hatırlıyordu. Diyarbakır’daki evlerinde yatak odasında karyolasına bağdaş kurarak oturmuştu. Önünde, yanında ve arkasında kitaplar, kâğıtlar, kalemler vardı. Petrol lâmbasının hafif ışığı ile aydınlanmış yüzü sararmıştı. Derin bir keder bütün benliğini kavramış, onu ıztırapların en korkuncu, etrafında manevî hiçbir değerin kalmadığını görmekten doğan ıztırap, pençeleri altına almıştı. Mensup olduğu büyük milleti haksız yere mâruz kaldığı ihmallerden, yaşadığı geri hayattan, içinde bulunduğu cehaletten kurtarmak için, ilk ve en büyük şartın istibdadın yıkılması olduğuna inanmıştı. Fakat bunu başarabilecek kuvveti ne kendinde, ne etrafında buluyordu. Elini yavaş yavaş yastığın altına soktu. Oradan çıkardığı tabancayı şakağına dayayarak tetiği çekti.

O zaman beynine girerek orada kalmış kurşun işte onu otuz sene sonra öldürüyordu. Sanki o intihar dakikasından şimdiki fecî baş ağrılarına kadar geçen müddet ve bütün hayatı tetiği çektiği anda görmeğe başladığı bir rüyadan ibaretti.

Mürşit, sezdiği hakikati bir kere olsun söylemedi. Doktorlar hastalığın mahiyetini anladıkları zaman da iş işten geçmişti.

Bir sabah İstanbul’da Fransız hastahanesinin küçük bir odasında, kimbilir belki de hayalinde Diyarbakır’daki o gece, gözlerini ebediyyen kapadı.

İstanbul halkı, Şeyhülislâm Yahya Efendi’den sonra hiçbir tabutun arkasında onun cenaze gününde olduğu kadar azametli bir sessizlikle yürümemişti.

***