S. Ahmed ARVASÎ: İslâmda Eğitim Yöntemi Ve Tekkeler

İSLÂM’DA İLK DERGÂHIN KURULUŞU

İslâm terbiyesinde “medreseler” kadar “’tekkelerin” de mühim bir yeri vardır. Bilindiği gibi “medrese”, din ve dünya ilimlerinin öğretildiği İslâmî müesseselerdi. “Tekkeler” ise, Hicret’in ikinci asrında İslâm dünyasında görülmeye başladı. Bu müesseseler ise İslâm’dan kaynaklanan imanın ve bu imanla tutuşup yanan gönül ve muhabbet sahibi “erenlerin”, bir mürşidin terbiyesi altında, “ihlâs” ve “ahlâk”, makamlarını aşa aşa yüceldikleri fazilet yuvaları idi.

İslâm’da “sofi” sıfatı ile anılan ilk zât, Ebu Hâşim Sofi’dir. Ondan önce, İslâm dünyasında “zühd, verâ ve tevekkül sahibi” pek çok büyük gelip geçmişse de “sofi” ismini ilk taşıyan odur. Kendisi, Hicret’in ikinci asrının ilk yarısında yaşamıştır.

Aslen Kûfelidir. “Tasavvuf” kelimesinin kullanılması da bu zât ile başlar.

Ebu Hâşim Sofî, Süfyanı Sevrî Hazretleri ile çağdaştır. Süfyan onun hakkında buyurdu ki: “Eğer, Ebu Hâşim olmasa idi, ben İlâhî incelikleri öğrenemezdim. Onu görmeden önce de tasavvuf nedir bilmiyordum”, (Bkz. Halkadan Pırıltılar, Necip Fazıl Kısakürek, 1948, Sf: 1).

İslâm dünyasında “ilk dergâh”, yahut “İlk tekke”, Şam şehrinde Remle’de kuruldu. Kuruluş hikâyesi de şöyle: “Emirlerden biri, kırda ava çıkmıştı; Orada Ebu Hâşlm’i gördü. Aşk ve safa ehlinden bir kimse ile karşı karşıya… Birbirlerinin ellerinden tutmuşlar, birbirlerinin gözlerine dalmışlar, sımsıkı bir sevgi kemendi içinde söyleşiyorlar… Onlar, Emîr’in gözü önünde, yere çömelip neleri varsa yediler, sonra aynı bağlılık edasına bürülü, birbirlerinden ayrıldılar.

Bu hal, Emîr’in çok hoşuna gitti. Ebu Hâşim’ln yanına sokulup anlamak istedi.

-Biraz evvel, yanından ayrılan adam kimdi?

-Bilmiyorum.

-Buluşmanızdaki sebep?.,

-Hiç…

-Peki, o adam nereli?…

-Onu da bilmiyorum.

-Birbirinizle ülfet niçin öyleyse?

-Bu, bizim yolumuz, tarikatimizdir; böyle emrolunmuşuz.

Emîr, hayran, sordu:

-Sizin, içinde buluşup halleşecek, konuşacak bir mekânınız var mı?…

-Hayır!

-Size bir dam altı yaptırayım da orada toplanın.

Ve Emîr, böylece Şam’da Remle denilen yerde, ilk dergâhı bina ettirdi. İşte, gönül ve aşk ehlî için ilk yaptırılan dergâh ve işte ilk sofî… (Bkz. a.g.e. sf:1 -2). (Yine bakınız. İslâm Meşhurları Ansiklopedisi, Ahmet Faruk Meyan, C:1, sf: 232-233).

 

İslâmiyeti, sadece bir dış disiplinden ibaret sanan-bazı “yobazlar” İle “tasavvuf” kelimesinin ya Eski Yunan’dan, yahut Budizm’den İslâm’a bulaştığını vehmeden bazı gafiller, İslâm’da bir “İç disiplin müessesesi olan tekkeleri” ve onların Şanlı Peygamber’den kaynaklanan muhteşem ruhunu idrak edemezler, Bizzat yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de “mukarrabîn” (Allah’a yakın olan kimseler) olarak öğülen ve “Haberiniz olsun, Allah’ın velî (kul)ları için hiçbir korku yoktur. *’ Onlar, mahzun olacak değillerdir” (Bkz. Yûnus Sûresi, âyet: 62) diye sevgi ile anılan “tasavvuf erbabını” kim inkâr edebilir? Kim bunların İslâm’ın dışında bulunduğunu, imanını tehlikeye atmadan iddia edebilir? Tasavvuf, İslâm’ın tâ kendisidir.

 

TASAVVUF VE TERBİYE

İslâm’da “sofî” kelimesinin menşei etrafında mühim tartışmalar cereyan etmiştir. Bizi, bu tartışmalar pek fazla ilgilendirmemektedir. Bu kelime, ister şanlı Peygamber’in ilk meydana getirdiği terbiye, halkası olan “Ashab-ı Suffa”dan, ister yine yüce Peygamber’in sünnetine uyarak “yün elbise” (sof) giyinenlerin sıfatı olmaktan, ister arınmış, temizlenmiş kimseler mânâsına gelen “saf”tan gelmiş olsun ne fark eder?

Bizim için mühim olan; yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de “mukarrebîn” ve “Allah’ın velî kulları” olarak öğülen bu ulvî kadronun (mutasavvıfların), Allah ve Resûlü’nün çizgisinde yürüyerek ve zerre taviz vermeden “sırat-ı mustakim” üzere yücelmenin ve yüceltmenin yollarını göstermiş olmalarıdır.

İslâm’da “medrese” ve “tekke”, birbirine zıt, iki müessese değil, aynı imanı, aynı aşkı, aynı ahlâk ve şuuru, farklı, metodlarla kitlelere mal etmeye çalışan ve birbirini tamamlayan İslâmî kaynaklardı. “Medresede”, kitap, ders, akıl, nakil, tecrübe, müşahede, ilim, tâlim ve terbiye vardı. Orada “müderrisler1” bir ömür boyu, didinir, çalışır, çırpınır “ilim adamları” yetiştirirdi. Orada, akıl ve zekâ ile başarıya ulaşılır, dünya ve ahîretin “sırları” öğrenilirdi. Oysa “tekkede”, yol daha kısa idi. Orada akıldan çok gönül, ilimden çok aşk, dış dünyadan çok iç dünya, tecrübe ve müşahededen çok “mükaşefe” vardı. Orada “kiyl ü kal” (dedim-dedi) ile vakit kaybeden müderrisler değil, “aşk” ile “tevhidin sırlarını” çözen “mürşidler” vardı. Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubaisinde, bu konuda şöyle buyururlar: “Aşkın gönlüme dolalı beri, senin aşkından başka neyim varsa hep yandı/Aklı, dersi, kitabı hep rafa koydum.” (Bkz. Mevlâna, Rubailer, —M. N. Gençosman— Sf: 96, 495. Rubai).

Gerçekten de “mutasavvıfların” hayat ve menkıbelerini inceleyenler hayretle görmüşlerdir ki, onlar, hiçbir ilmin, fennin ve aklın ulaşamıyacağı “ötelerin ötesinden” sesler getirmektedirler. Evet, onların böyle birer “hayat hikâyesi” vardır.

Bu konuda büyük fikir adamımız Necip Fazıl Kısakürek, “Halkadan Pırıltılar” adlı muhteşem eserinin önsözünde şöyle yazar; “Bu hikâyeler, dünyada insanî ve beşerî kaç mevcut varsa ve bu mevcutların ne kadar idrak müessesesi kurulmuşsa, topyekün hepsinin birden olamadığı, varamadığı, eremedlğl; ne şiirin, ne tılısımın, ne ilmin, ne fennin, ne aklın ulaşabildiği noktada bağdaş kuranların hayatından pırıltılardır.” (Bkz. ag.e. Önsöz).

İslâm’ın büyük mütefekkiri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali Hazretleri, büyük bir ruhî bunalım içinde hakikati araştırırken, nihayet tasavvufun yüce kaynaklarını da kurcalamak ihtiyacını duyar. Bu maksatla Ebu Tâlib-I Mekkî Hazretlerinin “Kut-ül Kulûb” adlı kitabını, Hâris-I Muhasibî’nln kitaplarını, Cüneyd, Şiblî. Ebu Yezidî Bestamî ve diğer büyük mutasavvıfların sözlerinden meydana getirilmiş kitapları okur. Bu arada öğrenir ki, “Mutasavvıfların ilmi, netice itibarı ile nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkiyle fena vasıflarından kendini uzaklaştırmaktan İbarettir. Bu suretle insan, kalbini, Allah’tan gayrı şeylerden boşaltır, onu Allah’ın zikri ile bezer.” (Bkz. İmam-ı Gazalî, El-Munkızu Min-Ad-Dalal,-Hilmi Güngör- 2. Baskı, 1960, Maarif Basımevi, Sf: 57).

İmam-I Gazali şöyle devam eder: “Şüphe götürmeyecek surette anladım ki, mutasavvıflar, Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir… Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunlukları, hep nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır.” (Bkz. a.g,e., Sf: 63-64).

Evet, “şeriatın” büyük üstadı İmam-ı Gazali “tasavvuf* konusunda böyle düşünür ve böyle yazar. Çünkü, bunların her ikisi de ayni hakikatin iki yüzü gibidir.

 

İSLÂM TERBİYESİ “BÜTÜNLÜK” İSTER

“Şeriat”, müminleri, dıştan, “tarikat” İçten “disipline ederdi”. Bu sebepten “medrese” İle “tekke ve dergâhlar” arasında bir “çatışma” değil, işbirliği esastı. Nitekim, dinimizin büyük “imamları”, bir taraftan “şeriatın” diğer taraftan “tasavvufun” üstadları durumunda idi. Bilfarz, İmam-ı A’zam Ebu Hanîfe Hazretleri, “fıkıh” sahasında üstad olmakla, kalmamış, zamanının en büyük velîsi olan Câfer-i Sâdık Hazretlerinden iki sene “ilm-i ledün” (ilâhî sırlara dair ilimleri) de tahsil etmişti. Yine İmam-ı Gazalî Hazretleri, bir önceki yazımızda açıkladığınız üzere, diri ve dünya ilimlerinde zamanının en büyüklerinden olduğu halde, kurtuluşu “tasavvufta” bulmuştu.

Öte yandan, bütün İslâm Dünyasında “İkinci binin yenileyicisi” olarak tanınan yüce velî İmam-ı Rabbani Ahmed Farukî Hazretleri, “Şeriat” ve “Tarikat”ın bölünmez bir bütün olduğunu belirttikten sonra, “tasavvufun”, ancak “Şeriat” çizgisinde gelişebileceğini açıklar. Ona göre “Şeriata uymayan kimse Allah’a kavuşamaz.” (Bkz..273. Mektup) yine ona göre “Şeriattan kıl kadar ayrılan kimsede, ahval ve mevacîd hâsıl otursa, bu istidractır”. (Bkz. 78, 112, 184, 266, 273, 280, mektuplar).

Bununla beraber, itiraf etmek gerekir ki, İslâm dünyasında bu hakikat, zaman zaman unutulmuş, yahut ihmal edilmiştir. Veyahut “ard niyetli” bazı çevreler İslâm’ı parçalamak üzere “medrese” ile “tekke”nin, daha doğrusu “şeriat” ile “tarikatın” arasını açmak istemiş ve ıstırapla belirtelim ki, çok defa da başarılı olmuşlardır. Böylece İslâm dünyasında, zaman zaman “tasavvufu inkâr eden şeriatçılar” (!) ve “şeriatı İnkâr ve ihmal eden tarikatçılar” (!) meydana getirebilmişlerdir. Bu sürtüşme asırlarca devam etmiş ve çok zararlı olmuştur.

Sevgili şairimiz Yûnus Emre, bu bölünme ve çatışma karşısında hayrete düşmüş ve duygularını şöylece dile getirmiştir:

Mumsuz baldır şeriat,

Tortusuz yağdur tarikat,

Dost için balı yağa,

Pes niye katmayalar?

Görülüyor ki, Yûnus Emre de tıpkı İmam-ı A’zâm gibi İmam-ı Gazalî gibi, İmam-ı Rabbani gibi “Şeriat ve tarikatın birbirine karşı olmadığını, bunların birlikte yürümesi gerektiğini en iyi bilen ve söyleyen gerçek bir müslümandır”. (Bkz. Yûnus Emre Divanı, Faruk K. Timurtaş, Tercüman 1001 Temel Eser, Sf: 31).

Biz, müslümanların “şeriatçı” ve “tarikatçı” diye bölünmesini, büyük bir ıstırapla karşılarız. Tarihimizden öğrendiğimize göre tasavvufu reddeden “şeriatçılar” (!) yobazlıkla, şeriatı reddeden “tarikatçılar” (!) da zındıklıkla İtham edilmişlerdir. İş, bu kadarla da kalmamış, bu durum, “medreselerin”, hem de “tekkelerin” soysuzlaşıp yıkılmasına müncer olmuştur. Oysa sağlam, başarılı ve geçerli bir din terbiyesi, “şeriat” ve “tarikat”ın dengesi üzerine kurulabilirdi. Nitekim, bunu başarabildiği zaman İslâm Dünyası, büyük bir dinamizm içinde inkişaf ediyordu. Asla unutmamak gerekir ki, İslâm Terbiyesi sisteminde “kafanın, gönlün ve etin terbiyesi” birlikte yürütülür.

“Türk-İslâm medeniyetinde, “Cami” mihveri etrafında kurulan “külliyeler”, hem “din ve dünya ilimleri”nin, hem “ruh ve beden terbiyesi”nin, hem de “şeriat ve tasavvuf hayatı”nın, bir bütün teşkil ettiği ulu müesseselerdi. Osmanlı Türk’ü, başarısını biraz da bu dengeyi sağlamak suretiyle kurabildiği kadrolara borçludur. Bugün bile, bu terbiye sisteminden çıkaracağımız pek çok ders vardır.

KAYNAK: S. Ahmed ARVASÎ,  Türk-İslâm Ülküsü