Richard PIPES: Sovyet Rusya’da Müslümanların Durumu (1969)

Sovyet Rusya’da Müslümanların Durumu

RİCHARD PİPES*

(*)Harvard Üniversitesi Rusya İle Alâkalı Araş­tırmalar Merkezi Mensuplarından, “Sovyetler Birliği’nin Kuruluşu” adlı eserin müellifi.

Rusların Kültürel baskı ve gittikçe artan lâikleştirme faaliyetlerine rağmen, yeni millî duygular gittikçe kuvvetlenmektedir.

İnsan, Sovyet Merkezî Asyasının en büyük şehri olan Taşkent’ten uçakla Afganistan’a giderken, değişikliği zor seçebilir. Büyük endüstriyel devletlerden birinin metbuu olan ülke ile dünyanın en geri memleketlerinden biri olan ülkenin peyzajının büyük bir kısmı­nı çıplak tepeler teşkil etmekte olup, zaman zaman bu tepeler kenarlarında yeşillik veya ev ve çadır kümeleri bulunan çamurlu suyu havi kıvrıla kıvrıla akan dereler tarafından kesilmektedir. Yalnız hududun iki yanındaki şehirler farklıdır. Afganistan’da olduğu gibi Orta Asya’da da şehirler havadan her bir hücresi bina ve bahçelerle çevrilmiş olan bir petek gibi görünür. Fakat Sovyet Asyasında peteğe benziyen ve yerlilerle meskun bu mahallere muvazi olarak muntazam bir şekilde döşenmiş sokaklar ve meydanlar gö­ze çarpar ki, bu da buralarda Avrupalı sa­kinlerin bulunduğunun gözle görülen bir de­lilidir.

Orta Asya sekenesinin ekseriyeti Müslüman olan birkaç büyük Sovyet müstemleke­sinden ancak bir tanesidir. Sovyetler Birliği’nde bulunan Müslümanlar 25 ilâ 30 mil­yon kadardır. Bunların çoğu 16.ncı Asır ile 19.ncu Asır ortalarına kadar Çarlık Rusyası tarafından fethedilmiş olan ve geçen bin yıl zarfında Rusya’nın Doğu ve Güney hudut­larına yerleşmiş bulunan Türk kabilelerinin ahfadıdır. Bunlar üç bölgede toplanmıştır :

16.ncı asırda Korkunç İvan tarafından fet­hedilmiş olan Volga – Ural Bölgesi; 19.ncu asrın ilk yarısında ele geçirilmiş olan Kafkaslar; ve 19.ncu asrın ortasında kısmen İkin­ci İskender’in orduları tarafından ve 1920-21 yıllarında da Komünistler tarafından tamamiyle fethedilmiş olan Orta Asya, Sovyetler Birliği’nde Türkiye’de olduğundan daha fazla Türk ve Birleşik Arap Cumhuriyeti’nde ol­duğundan da daha fazla Müslüman bulundu­ğunu öğrenmek, bazıları için bir sürpriz teş­kil edecektir.

ÇARLIK DEVRİ ve MÜSLÜMANLAR

Çarlık rejimi Müslüman ahaliye bir hayli dahilî otonomi bırakmıştı. Gerçi 16ncı ve 17nci asırlarda Müslümanları Ortodoks yap­mak için bir mikdar baskı yapılmıştı, fakat Müslümanlar buna mukavemet ettiler ve ne­ticede Büyük Katerina’nın onların dinlerine karşı tahammül göstermesini sağladılar. Müs­lümanların çoğu geçimlerini ziraat ve hay­vancılıkla ve ticaret ve el sanatları ile sağlı­yorlardı. Zaman zaman karşılaştıkları polis ve vergi memurları hariç, Rus makamları ile pek az temasları vardı.

Fakat eski rejiminin son elli yılında Rus­ya’yı tahrik etmiş olan İktisadî ve entellektüel kaynaşmanın tesirinden nisbeten geri durumda olan Müslüman ahalinin bile kendi­ni tamamiyle kurtarmasına imkân yoktu. 19. asırda Kazan ve Bakû gibi büyük merkez­lerde, aslı kısmen ticarî ve kısmen de mes­lekî olan küçük fakat faal bir Müslüman or­ta sınıfı çıkmaya başladı ve bu sınıf dindaş­larının kültürel seviyesi ile hayat seviyesi­nin yükseltilmesine ciddî bir alâka göster­meye başladı. Bunların malî desteği ile Kı­rımlı Tatar Kaprinski’nin liderliğinde kültürel inkılâpçılardan müteşekkil bir grup, Birinci Dünya Harbi’ne tekaddüm eden yirmi yıllık devrede bütün Rusya’da hatırı sayılır miktar; da bir inkılâpçı Müslüman okulları şebekesi kurmaya muvaffak olmuştur. Bu yeni okul­larda Batı metodlarına göre Müslümanlıkla alâkalı klâsik mevzulardan başka ân’anevi Müslüman eğitimine ait olmayan lâdinî bazı mevzular da öğretilmeye başlandı. Reforme edilmiş dan bu yenilik taraftarı okulların öğretmenleri ile bu okullardan mezun olanlar mahiyet itibariyle geniş mikyasta liberal ve sosyalist ve Rusya’daki muhalefet grupları­na bağlı bir Müslüman münevverler sınıfı meydana getirdi. Neticede bu modem ce­reyan «Cedidizim» yâni teceddüt taraftarı ola­rak tanındı. Bu eski muhafazakâr Müslüman liderliğine muhalif ve bir asır evvelki Musevî Haskalah cereyanına benzeyen «terakkiper­veri» bir kuvvet meydana getirdi. Bu teced­düt cereyanı haddizatında Müslümanları ka­tılaşmış bir İslâmlığın tahdidlerinden kurtar­maya çalışan kültürel bir cereyan olmasına rağmen, kısa bir zaman sonra sosyal ve po­litik hüviyet de kazanmaya başladı. Bunun sebebi 1861 yılında serflerin kurtuluşunu müteakip büyük bir sömürgecilik cereyanı başladı ve bu esnada kütle kütle Ukraynalı köylüler Müslümanların elindeki ziraî bölge­lerle otlaklara hücum ettiler. Bu cereyanın husule getirdiği husumet, 1907-1911 yılların­da Başvekil Stolypin’in teşebbüsü ile Çarlık Hükümetinin Müslümanlarla sakin Sibirya, Volga – Ural ve Orta Asya bölgelerine Rus ziraat bölgelerindeki fazla ahaliyi yerleştir­mek için büyük çapta bir programı tatbik sahasına koymaya başlaması ile şiddetlendi.

TECEDDÜT TARAFTARLARI HAREKETE GEÇİYOR

Rus ihtilâli patlak verince teceddüt ta­raftarları hemen siyasi bakımdan harekete geçtiler veya-kendi başlarına veyahut da Rus aslından gruplarla işbirliği yaparak «kütleleri» teşkilâtlandırmaya başladılar. Umumiyet iti­bariyle gayretlerini Rusya’daki Müslüman ca­miaya tesir eden iki bellibaşlı dâvaya tevcih ettiler: Rus müstemlekecilerinin durmadan memleketlerine akını ve ortodoks makamla­rının Müslüman camiası üzerindeki boğucu hâkimiyeti. O zamanlar tamamiyle siyasî ma­hiyette olan meseleler ikinci plânda geliyor­du, zira faal liderlerin çoğu İmparatorluğun adem-i merkezileştirilmesi ve bir çeşit millî otonomi sağlanmasını kâfi buluyorlardı. 1917 yılında Mayıs ile Eylül arasında içtima etmiş olan Rusya’daki bütün Müslümanlara şamil İslâm Kongresi bilhassa sosyal ve kültürel meseleleri ele aldı. O yıl zarfında teceddüt taraftarları muzaffer çıktı ve seçilmiş olan dinî ve kültürel teşkilâtlarda tam bir ekseri­yet sağladı. Bu keyfiyet dünya Müslüman­ları arasında modern inkılâp cereyanının en evvel Rus İmparatorluğu dahilindeki Müslümanlar arasında başladığı ve geliştiği sözü­nün yerinde olduğunu göstermektedir.

Lenin ile Bolşevik mesaî arkadaşları baş­langıçtan, haddizatında Teşrii Demokratlar ve Menşevik Sosyal Demokratlarla işbirliğinde bulunan teceddüt taraftarlarını büyük şüphe ile karşılamakta idi. Fakat Müslümanlar ara­sında Bolşeviklerin sayısı o kadar az idi ki (1917 den evvel belki de bir tek Bolşevik Müslüman yok idi), Lenin iktidarı ele geçir­mek için harekete geçip de her ne pahasına olursa olsun iktidarı elinde tutmaya çalışır­ken kendi hükümetini tanıdığı müddetçe , her Müslüman topluluğunu desteklemeğe razı idi. Lenin’in Stalin vasıtasiyle 1917-1918 yılla­rında yapmış olduğu müracaatlara teceddüt taraftarı liderlerden hiç kimse kulak asma­dı, fakat Lenin’in vaadlerine ve onun ka­yıtsız şartsız selâhiyet teklifinin cazibesine kapılan bazı daha genç Müslüman Marksistler Lenin’e iltihak etti. Daha sonra Bolşevikler rejimlerini daha müstakar kıldıkça aynı şartlar tahtında daha bazı Müslüman münev­verler de Bolşeviklere iltihak etti. Lenin bu taraftarlarını gerek dahilde ve gerekse ha­riçteki Müslüman efkârını Sovyet dâvası için istedikleri şekilde idarede serbest bıraktı. Batıda yakın bir zamanda ihtilâl çıkması ümi­di söndükçe Lenin Bolşevik cereyanını em­peryalizmin «ihtiyat müstemlekelerine» yay­mak için desteğine güvendiği Müslüman mü­nevverlerle anlaşmak için büyük bir arzu gösterdi.

MOSKOVA’NIN TAHAKKÜMÜ

Fakat Rus imparatorluğunun Doğu hudud bölgelerini teşkil eden ve dahili harp esna­sında çoğu ayrılarak bağımsız devletler haline gelmiş olan ülkelerin neticede Bolşevikler tarafından yeniden fethi bir avuç Bol­şevik taraftarı Müslüman münevverin faali­yetinden ziyade bu bölgelerde bulunan Rus ahalinin beklenmedik sadakatına mebni idi. Onyıllar hattâ yüzyıllar imtiyazlı bir grup durumunda olan Ruslar (Rus memurlar, tüc­carlar, askerler, işçiler ve köylüler) yerlile­rin kontrolü altında mahallî rejimlerin onları bu an’anevî hegemonyalarından mahrum et­melerine muhakkak ki razı değillerdi. Bunlar Moskova’da yerleşmiş Bolşeviklerin hâkimi­yeti altında bir Rus rejimini yerlilerin ekse­riyeti teşkil ettiği demokratik mahallî rejim­lere tercih ettiler. Bunun neticesi, Müslümanlarla meskûn bölgelerin çoğunda 1917 -1921 yıllarında, korkunç bir millî savaş patlak ver­di ve bu savaşlarda Komünist Moskova ta­rafından desteklenmekte olan her sınıftan Ruslar, yerlilere Rus idaresini «proleter dik­tatörlüğü» adına yeniden empoze ettiler ve bu bölgeleri tekrar Moskova’ya bağladılar. Birçok bölgelerde bu savaşları vahşiyâne bir tedhiş takip etti ve bu tedhişe yerliler gerilla savaşları ile mukabele ettiler ki, bu gerilla savaşlarının en uzun süreni ve en amansızı 1918  -1924 yılları arasında (Basmachestvo) ismi altında Orta Asya’da vukubuldu. Rus sö­mürgecilerin yardımı ile ve sağlanan muvak­kat tâvizlerle neticede Kızıl Ordu yerli aha­lilerin isyanlarını bastırmaya muvaffak oldu.

Hudud bölgelerinin Bolşevikler tarafından yeniden fethinin meydana getirdiği durum, Müslüman münevverler için ciddî bir müşkilât idi. Bir taraftan onları, daha evvel eski kafalı Müslümanlar tarafından engellenmiş olan ve çok ehemmiyet verdikleri birçok da­hilî reformları Moskova’nın yardımı ite tahak­kuk ettirmek imkânları cezbediyordu. Diğer taraftan da hudud bölgelerinde patlak veren savaşlarda Rusların yerli ahaliyi eski durum* da bırakmak için birleşerek savaşmaları ve bu müstemlekecileri Komünizmin açıktan açı­ğa desteklemesi karşısında dehşete ve nevmidiye düşüyorlardı.

Bu çıkmazın sebep olduğu buhran en iyi bir şekilde İhtilâl ve Dahilî Harp devrinin başta gelen Müslüman Komünisti Volga Tatarlarından Sultan Galiev misâl gösterilmek suretiyle mükemmel bir şekilde belirtilebi­lir. Eğitim bakımından teceddüt taraftarı ve mesleği de gazetecilik ve öğretmenlik olan Sultan Galiev, Bolşeviklere 1918 yılının ba­şında genç iken iltihak etmiş ve hiyerarşi dahilinde sür’atle yükselerek Stalin’in şahsî bir hamisi olmuştu. Zeki, dinamik ve Müs­lüman camiasının hürmetini kazanmış bir şa­hıstı. Sultan Galiev, Bolşeviklere kapitalizm ve emperyalizmin Asya ve Afrika ahalileri­nin geriliğine binaen yaşamakta olduğuna ve İslâmların ancak kapitalizm ve emperyaliz­min yıkılması ile kurtulabileceğine inandığı için iltihak etmişti. Mamafih Dahilî Harp ve NEP bakımından geçirdiği tecrübeler onun bu kazilerini kısa bir zamanda baltaladı.

1919 yılında Sultan Galiev, Rus Komünist Partisi’nin haddinden fazla bir Garplılaşma­dan muzdarip bulunduğundan açıkça şikâye­te başladı ve Doğu ahalilerinin ihtilâl potan­siyeline daha fazla alâka gösterilmesini is­tedi. Daha sonra daha ileri giderek bir çeşit acayip Bakuninizm, Leninizm ve nasyonalizm halitasından müteşekkil bir prensiple parti politikasından nazarî olarak «inhiraf» etti. 1920 yi takip eden yıllarda Müslüman Komünistler arasına şahsen yaydığı bu nazariyeye göre, sömürge ahalilerinin hakikî düşmanı emperyalist memleketlerin burjuva sınıfı değil bütün endüstriyel cemiyet idi. «Kapitalistler tarafından istismar edilen» an­titezi yerine «endüstriyel bakımdan geri» an­titezinin ikamesini ileri sürdü ve bu kaziye­den, müstemleke ahalilerinin ancak, daha ev­velkiler gibi endüstriyel cemiyetlerin temsil­cilerinin hâkimiyeti altında bulunan Üçüncü Enternasyonalin hilâfına olarak, kendi Komü­nist Enternasyonallarını kurmak suretiyle kur­tulabilecekleri neticesine vardı. Bundan baş­ka Orta Asya’da kendi Komünist partisine sahip bir tek Müslüman Cumhuriyet teşkilini ileri sürdü.

1923 yılında Sultan Galiev’i hapse attılar, sonra serbest bıraktılar ve 1929 – 1930 yılın­da tekrar tevkif ettiler ve kısa bir zaman sonra onu Sovyet temerküz kamplarından bi­rinde öldürdüler. Tabiatiyle ileri sürdüğü fi­kirlerden hiçbiri kabul edilmedi. Filhakika, onun yazmış olduğu yazılar o kadar mükem­mel bir şekilde ortadan kaldırılmıştır ki, bu yazılar hakkında ancak ikinci defa hapsolunduğunda Sovyet basınının ona yapmış oldu­ğu hücumlardan bilgi edinmiş bulunuyoruz.

DARBELER

1921 ile 1928 yılları arasında Sovyetler Bîrliği’ndeki İslâm camiaları, İhtilâlden evvel kurulmuş olan şekilde devam etti. Bu camia­lara kültürel bakımdan tam bir müstakil idare dahil olmak üzere geniş mikyasta dahilî oto­nomi verildi. Bolşevikleri muhtelif «otonom» İslâm Cumhuriyetleri meydana getirmeye sevk eden sebep, Orta Asya’da bir tek İslâm Cumhuriyeti kurulması arzusu şeklinden te­zahür eden yaygın Pan Türkist ve Pan İslâmist temayülleri kösteklemekti ve vatandaş­ların hayatı üzerinde pek az tesiri görülmüş­tü. Fakat bunu müteakip, 1928 yılı ile baş­layan on yıl zarfında Sovyetler Birliği’ndeki Müslümanlara arka arkaya öyle şiddetli dar­beler indirilmeye başlandı ki bunun tesirin­den henüz tamamiyle kurtulmuş değillerdi.

Bu darbelerden birincisi kollektifleştirme idi. Ziraatle iştigâl eden Müslümanlar arasın­da kollektifleştirme ancak UkraynalI ve Rus­ların maruz kaldıkları ıztırap ve kayıplarla mukayese edilebilen ıztırap ve kayıplara se­bep olmuştur. Mamafih Müslüman ahalinin çoğu göçebe ve yarı göçebe bir hayat yaşa­maya devam ediyordu. Onlar için kollektif­leştirme yalnız topraklarına el konulmak de­ğil aynı zamanda an’anevî aşiret toplulukla­rının parçalanması ve zorla toprak üzerinde iskân ettirilmeleri demekti. Bunlar bu kolek­tifleşmeye şiddetle mukavemet ettiler ve Sovyetler Birliği’nde bir tek etnik grupun ma­ruz kaldığı en büyük kayıplara maruz kaldı­lar. Sovyet istatistiklerine bakılırsa Türk as­lından belli başlı göçebe bir halk olan Ka­zakların nüfusu 1926 yılında dört milyon iken 1939 yılında 3 milyon 100 bine düştü. 1926 ve 1939 yılları arasında artması icap eden nüfus miktarı bir yana demek ki, bir buçuk milyonluk bir kayba maruz kaldılar. Diğer ta­raftan, bir istatistikten diğer istatistiğe ka­dar geçen devre arasında Sovyetler Birli­ği’ndeki Müslümanlar, Ruslara veya Sovyet­ler Birliği’nin bütün nüfusuna kıyasen daha az nisbette artmışlardır.

İkinci darbeyi kollektifleştirme taarruzuna muvazi olarak girişilmiş olan İslâm kültürü aleyhine yöneltilen taarruz teşkil ediyordu. 1920 ile başlayan on yılın sonlarına doğru ve 1930’u takip eden ilk yıllarda binlerce cami kapatıldı, binlerce molla ve dinî lider tevkif edildi ve bütün dinî hayat felce uğratıldı. Dinî hayatın canlanmasını önlemek için, Sov­yet makamları her ne maksat için olursa olsun Arap harflerinin kullanılmasını yasak etti, bunun yerine bütün halka sun’î bir Lâtin alfabesi empoze etti ve daha sonra da bu alfabenin yerine tâdil edilmiş Rus alfabesini ikame etti. Zamanımızda kendi Arabca harflerini kullanmalarına müsaade edilmeyen ve lisanlarını müstevli kuvvetin alfabesinde yaz­maya mecbur kalan yegâne Müslüman cami­ası, Sovyetler Birliği’ndeki Müslüman camia­sıdır. Bu politikadan gaye Rusya’daki Müslü­man ahalilerin hem hariçteki Müslümanlarla ve hem de tevarüs ettikleri kıymetlerle olan alâkasını koparıp atmaktı.

TEVKİF ve TEHCİRLER

1930 u takip eden yıllarda Müslüman mü­nevverlerin hemen hemen hepsi uydurma it­hamlar ve bilhassa «burjuva nasyonalizmi» ithamı ile tevkif edilerek tehcir edilmişler­dir. Bu suretle Stalin 1917 yılından itibaren rejime hizmetten ziyade rejimle işbirliği yap­mış olan teceddüt taraftarları veya bunların fikirlerini aşıladığı güzideler grupunun kökü­nü kazımağı ümit ediyordu. Din liderlerini takiben münevverlerin de toptan tevkifi Müs­lüman ahalileri seslerini duyurmak fırsatın­dan tamamiyle mahrum etti. Böylece buna takaddüm eden elli yıllık sıhhatli gelişme âniden dumura uğradı, ve daha evvelki dev­renin yerini sükût ve şüphe aldı. Filhakika teceddüt devrinin miras bıraktığı o büyük an’ane kökünden sökülüp atılmıştı. Bununla be­raber reform cereyanının doğuşundan bu ya­na Avrupalı ve yerli toplulukları yekdiğerine bağlayan köprü de çöküverdi. İslâm camia­ları gene yabancılara karşı bir itimatsızlık içinde pasif ve kırgın bir şekilde kendi iç­lerine kapandılar.

Müslümanların Sovyet rejiminden ne kadar nefret ettikleri İkinci Dünya Harbi’nde kendini gösterdi. Bu harp esnasında Müslü­man askerlerle Müslümanlarla meskûn bölgeler dehşetle bu rejim aleyhine döndü. Fil­hakika harp sona erince Stalin, 250,000 kişi­lik Kırımlı Tatarlarla Kuzey Kafkasya’da bu­lunan bazı gruplar da dahil olmak üzere, ba­zı Müslüman grupların toptan Doğu’ya teh­cirini emretti. (Kafkasya’dakiler Rusların Finlandiya’ya taarruzu esnasında isyan ettik­leri için cezalandırıldılar).

Stalin’in ölümü, durumlarının oldukça hafifletilmesine rağmen, Sovyetler Birliğindeki Müslüman camianın hayatında esaslı bir de­ğişik getirmedi. Tehcir edilmiş olan camia­lardan bir kısmının (zengin toprakları Rus ve Ukraynalı müstemlekecilere bağışlanmış olan Kırım Tatarları hariç) memleketlerine avdet­lerine müsaade edildi. Artık oldukça bir dinî hayata müsaade edilmektedir ve İslâmlığın emirlerini yerine getirenler eskisi kadar iş­kenceye maruz kalmamaktadır. Buna rağmen Stalin tarafından 1928 yılını müteakip tatbik mevkiine konmuş olan politikaların hiçbiri il ga edilmiş değildir. Sovyetler Birliğindeki din­daşları ile mukayese edildiğinde meselâ Ce­zayir’deki Müslümanlar hayret verecek dere­cede bir hürriyet ve kendi kendilerini idareye sahiptir.

1928 den 1939 a kadar olan on yıllık iş­kence devrinden bu yana Müslüman camia­lar dış dünya ile olan alâkalarını kesmişler­dir. İç hayatları hakkında pek az şey biliyo­ruz. Salâhiyetti Sovyet gazetelerinin yazdık­larına bakılırsa Ruslar da onlar hakkında pek az şey bilmektedir. Meselâ son zamanlarda Sovyet etnograferleri kendi Müslüman camia­larına hakkiyle duhul edemediklerini itiraf etmişlerdir.

MÜSLÜMANLAR ÇÖZÜLMÜYOR

Mamafih bilinen birkaç şey vardır. Bir defa, açıkça anlaşılıyor ki, son otuz yıl zar­fında gerek onları dağıtmak bakımından ve gerekse kültürel bakımdan onlara yapılmak­ta olan muazzam baskıya rağmen Rusya’daki Müslümanlar çözülüp dağılmamıştır. Evvelâ 1930 u takip eden yılların terörüne ve daha sonra da Kruşçev’in Kazakistan’ın «bâkir top­raklarını» istismar hamlesi ile alâkalı olarak Müslümanlarla meskun bölgelere akın eden milyonlarca Rus, Müslümanları memleketle­rinden sürememiş ve onların yanıbaşında yerleşmiştir. Ne köylerde ve ne de şehirler­de ahaliler mühim sayılabilecek bir şekilde yekdiğeri ile karışmış değildir. Diğer müs­temleke bölgelerinde olduğu gibi bir yere yabancıların akını iki münferid ve ayrı cemi­yet meydana getirmektedir: Avrupalı ve yerli.

Gayesi İslâm cemaatını kendi kültürüne sahip bir cemaat olmaktan çıkarıp dağıtmak olan kültürel baskı da akamete uğramıştır Dinin yeni nesiller üzerindeki tesirinin zayıf­ladığı ve bir hayat tarzı olarak İslâmiyetin Batı’da Hristiyanlık gibi mâziye ait birşey olduğuna şüphe yoktur. Fakat, diğer cemi­yetlerin geçirdiği teamüllerle tecrübe edil­diği veçhile lâiklik milli hissiyatın şiddetlen­mesine yol açmıştır. Sovyetlerin akılsızca po­litikaları ile tahrik edilmiş olan batınî kuvvet­lerin tesiri altında, Müslüman ahali daha ev­velki dinî ve kabilevi duygusunu kaybetmiş ve bunun yerine milli bir duygu gelişmiştir. Teceddüt taraflarının öldürülmüş olmalarına rağmen, bir bakıma kültürel misyonları ifa edilmiş ve onların, daha az kültürlü olmala­rına rağmen aynı derecede vazife duygusuna sahip halefleri, işi devam ettirmektedir. Sov­yetler Birliğindeki yeni yetişen Müslüman münevverler gerçi Rusça bilmektedir, fakat bu lisanı kendi ana lisanı yerine yardım­cı bir lisan, Batının usullerini ve tekniğini öğrenmek için bir vasıta olarak kullanmakta­dır. Meselâ Hintli münevverlerin İngilizceyi kullanışları gibi.

Sovyetler Birliğindeki Müslümanlar Batılıların 16.ncı asırdan 19 uncu asra kadar ve Batı müstemlekeleri ahalilerinin de hâlen ge­çirmekte oldukları tekâmül safhasına benzet bir safhadan geçmektedirler. Sosyal mânasiyle cemiyet lâikleştirilmekte ve demokratlaştırılmadadır. Bunun neticesi dinî bağlar zayıflamakta ve bunun yerini milli bağlar al­maktadır. Modern sosyal bir inkişaf mahiye­tinde olan bu gelişmeyi Rusların baskısı an­cak hızlandırmaktadır.

Belki de komünist makamlar bu olup bi­tenlerin oldukça farkındadır ve Müslümanları sıkı bir kontrol altında tutmağa devam edi­yor. Ama dış âlemin bundan haberi yoktur. Müslüman ahalilere müstahak gördükleri mu­amele kapkara bir leke teşkil ettiği halde bunun onların Müslümanları ve Arap milliyet­çiliğinin dostu görünmeleri üzerinde fiili pek bir tesiri olmadığı anlaşılıyor. Ne yazık ki Arap politikacılarının çoğu İslâm ahalilerin refahına, Batıya şantaj yapmak ve kendi ik­tidarlarını kuvvetlendirmek için Müslümanla­rın baş düşmanından sağlayabilecekleri isti­faden daha az alâka göstermektedirler.

(New Leader’den)

KAYNAK: Millî Hareket, Sayı:42, Ocak 1970.