Prof. Dr. Mehmet ERÖZ: TÜRKÇÜLÜK, MUARIZLARI VE DÜŞMANLARI

TÜRKÇÜLÜK, MUARIZLARI VE DÜŞMANLARI

Prof. Dr. Mehmet ERÖZ

Türkçülük fikrini, bin beşyüz yıl öncesine, Göktürkler’e kadar götürebiliriz. Göktürk hakanlarının, «Türk budunu» (Türk soyu, Türk kavmi) ile övünmeleri, onun iyilik, cesaret ve diğer meziyetlerinden bahsetmeleri, kusurlarını düzelt­meğe çalışmaları, bu hususu iyice ortaya koyar. Fikir, Kaşgarlı Mahmud’da zirvesine çıkar. Türklük sevgisi ile dolu olan bu Türk bilgini, Türk kavminin Allah indindeki değe­rini ve tarihî misyonunu, bir «hadîsi kudsî» naklederek an­latır. Ali Şîr Nevâî, Türk kültürünün hayranıdır ve Türk di­linin Farsça’dan hiç geri kalır yeri olmadığını gösterir.

Türkiye’deki bilginlerden Aşıkpaşa, Kemal Paşazade ve Vânî Mehmed Efendi’nin adından söz edilmelidir. Bilhassa sonuncusu, dar manâda Türkçü, Oğuz Türkçüsü idi ([1]).

Mefkurenin (idealin, ülkünün) Gelişmesi ve öncüleri 1848 de, Prag Kongresi’nde, Panislavizm’in temelleri atıl­mıştır. 1867 Moskova Kongresi’nde, Polonya ve Sırp temsilcileri bu cereyanın «Ruslaştırma» manâsına geldiğini söyle­yip, karşı çıkmışlarsa da, sonraki yıllarda daha da güçlen­miştir ([2]). Panislavizmin emelleri, Macar ve Rusya’daki Türk aydınlarını korkutmuştur. Macarlar, Panislavizm ve Pancermenizm önünde çaresiz kalınca, Ural-Altay kavimlerini bir araya getirmeyi gaye edinen, «Panturanizm» fikrini ortaya atmışlardır. Türk, Fin, Macar ve Moğol kavimlerini birleş­tirmeyi hedef alıyordu. Gene bu sıralarda (1870 de), Buda­peşte Üniversitesinde, dünyanın ilk «Türkoloji kürsüsü ku­rulmuştu. Macarlar bu fikre öyle heyecanla sarılmışlardı ki, Sultan Abdülhamid zamanında Macaristan’a gönderilen he­yette bulunan, «Çağatay Lügati» yazarı, Türkçülerden, Buhara’lı Şeyh Süleyman Efendi’nin elini öpmek için sıraya giriyorlardı ([3]).

«Pan» sıfatı verilerek, «Pan-Türkizm» şeklinde anılan «Türkçülük» ise, «Bütün Türklük» fikrini savunuyor ve sa­dece Türkler’in birliğini düşünüyordu. Tanzimatçıların ve Genç Türkler’in (Yeni Osmanlılar’ın), Batı’yı taklitten öteye geçemiyen tutumları ve «Osmanlılık» veya «Osmanlıcılık» fikirleri, gittikçe gücünü ve manâsını kaybediyordu, işte bu sıralarda, Türkiye dışındaki Türkleri, onların meselelerini ve kültürlerini merak etmeye başlayan düşünürler, Osmanlı münevverleri ortaya çıktı. Bunlardan biri, sonradan «paşa­lık» ünvanı verilecek olan Ahmet Vefik Efendi (Paşa) dir. Ahmet Vefik Paşa, Osmanlıca (Oğuz lehçesi) üzerinde durur­ken, diğer Türk lehçeleri ile de ilgilenmiş; Çağatay lehçesi­ni öğrenmiş, Ebülgazi Bahadır Han’ın «Şecere-i Türkî» sini de tercüme etmiştir. İstanbul Dariilfünunu’nda (üniversite­sinde), umumî Türk tarihi müderrisi (profesörü) olmuş ve böylece, «Bütün Türklük» fikrini iyice benimsemiştir. Türk kültürüne bağlılığı dillere destan olmuş, bütün yaşayışı, gi­yim kuşamı, ev eşyası Türklüğün izini taşımıştır. Şemseddin Sami Bey, ünlü lugatları ile Türk dilini ve Türk kültürünü işliyor ve «Bütün Türklük» fikrine güç katıyordu.

Sultan Abdülaziz devrinde, askerî mektepler nazın olan «Süleyman Paşa», «Tarih-i Âlem» isimli tarihinde, Batı ve Doğu kaynaklarına dayanarak, Hunlar’a kadar çıkarak, bü­tün Türk tarihini işledi. Bu çalışmalar ve eserler, dış Türkler’e de tesir edecektir. Daha ilcriki yıllarda, bu kere, Türki­ye’den ilham almış olan dış Türkler, Türkiye’ye tesir edecek­tir.

Türkiye İçinde ve Dışında Türkçülüğün Gelişmesi

Süleyman Paşa’dan sonra, Necip Asım ve Veled Çelebi, Türkçülük fikrinin öncülerinden oldular. Ahmet Mithat Efendi’nin Beykoz’daki yalısında. Cuma toplantılarında bu fikri geliştiriyorlardı (e). Yabancı ilim adamlarının, Türko­loji sahasındaki çalışmaları da, Türkçülüğün gelişmesinde rol oynamıştır.

Ondokuzuncu Yüzyılın ortalarında, Kırım’ın Bahçesaray’mın Gaspıra Köyünde, ileride Türk dünyasının büyük ideoloğu ve idealisti olacak bir çocuk dünyaya gelmişti. Or­ta tahsiline Rus askerî mekteplerinde devam eden bu çocuk, Rus milliyetçiliğinin ve Panislavizmin ortasında, yarının Türkçülüğünün ilk damlalarını, özüne dolduruyordu. Girit’­te, Türkler’in Rumlar tarafından öldürüldüklerini duymuş, bir arkadaşı ile birlikte gizlice. Odesa’da vapura binmişti. Pasaportsuz olduğu anlaşılınca yakalanıp, ailesine teslim edilmişti. Artık Rus mektebine dönmemiş, bir müddet Türk mekteplerinde Rusça öğretmenliği yapmış, sonra da Paris’e gitmiştir. 1872 -1975 arasında Paris’te kalmış, mücadele ile hayatını kazanmış, bilgisini arttırmış ve Batı’yı içinden tanı­ma fırsatını bulmuştur. Rusça ve Fransızca bilen bir Türk

olarak, Osmanlı Ordusunda zabit olmak için İstanbul’a gel miş, fakat teşebbüsleri boşa gitmiştir. Bir rivayete göre sad­razam, meşhur Rus sefiri Ignatiyef’e bu müracaatı bildir­miştir. İsmail Bey Kınm’a dönmüş, gazete çıkarma isteği reddedilince, öğretmenliğe başlamıştır, öğretim ve eğitim (terbiye) metodlarına yenilik getirmişti. Bu yüzden usulüne, «Usul-ü cedit» (yeni metod) adı verildi. Yeni esaslarla, Batı ilim ve tekniğini edinmeyi, Türk çocuklarını yetiştirmeyi, Türk dünyasını uyandırmayı tasarlıyan bu yol, eski usulcü- ler (medreseciler) tarafından hücuma uğramışsa da, hızla bütün dış Türk dünyasına yayılmıştır. Süleyman Paşa ve Şemseddin Sami Beylerin fikirlerinden de çok şey edinmiş olan İsmail Bey, nihayet müsaade alarak, gazete çıkarma emeline nail olmuştur. «Tercüman» adlı gazetesi, 1883 te, yarısı Rusça, yansı Türkçe olarak çıkmağa başlamıştır. Ga­zetenin şiarı, «Dilde, fikirde, işde birlik»tiT. Bütün dünya Türklerinin aynı ağızla konuşmaları, «Boğaziçinin sandalcı­sından, Kaşgar’ın devecisine kadar» aynı kelimelerle anlaşmaları, ortak bir edebî dilin doğması, fikir birliği doğuracak ve ona dayanan «iş», «hareket», «aksiyon», yani dünya Türk­lerinin birliği doğacaktır (T). İstanbul’dan, Doğu Türkistan’a kadar her yerde aranıyor, okunuyordu. O dev­rin şartlarına göre, çok yüksek bir rakam olan, beşbin rakamına ulaşmıştı. Rusya’nın müslüman ve Türk tebaası üze­rinde ihtisas sahibi sayılan Misyoner İlminsky ve Profesör Simirnov gibi nüfuzlu müsteşrikler, gazetenin yayımlanma­sına izin verilmesinin «siyasî bir hata» olduğunu söylüyor­lardı. ([4]) öte yandan, Rus gizli polisi Okhrana’nm bir rapo­runda, adı geçen gazetede ve bu yolda yürüyen diğer Türk gazetelerinde görülen İslâm propagandasının, Pan-Türkizmi örten bir perde olduğu söyleniyordu (°).

***

Gaspıralı İsmail Bey, karısının ziynet eşyalarını, evinde­ki eşyaları satarak, gazetesini çıkarmağa devam etti. “Tercüman”ın kapatılması için birçok teşebbüsler olduysa da, İsmail Bey’in zekâ, maharet ve enerjisi bütün Türk ve İslâm düşmanlarının entrikalarına mukabele ile, yirmi otuz milyon­luk Türk kitlesinin kendi dilinde çıkan bu ufacık haftalık yegâne gazetenin yayınının devamını sağlayabilmiştir» ([5]).

Türklük ve Müslümanlığa sıkı sıkı sarılarak, Batı’nın ilim ve tekniğini alma şeklindeki sentezi ve diğer fikirleri, Türkiye Türklerinden başka, Kırım, Kazan, Azerbaycan ve Türkistan Türklerine de tesir etmiştir.

Azerbaycan’da, dış Türk dünyasının ilk gazetesi olan «Ekinci», 1875 te, Hasan Bey Zerdabî tarafından çıkarılmış­tı. Milliyetçilik fikrini çok üstü kapalı işliyordu. 1878 de, Os- manlı-Rus harbi sırasında kapandı. Tercüman’ın yaptığı hiz­met gibi bir hizmet göremedi. Zaten satışı da bine bile ulaşa­mamıştı (ıx).

İsmail Bey’i takip eden birçok Türkçü yetişti: Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali Bey, Ağaoğlu Ahmet Bey, Sadri Maksudi (Arsal), Zeki Velidi (Togan), Abdullah Battal (Taymas) ve diğer birçok düşünür ve hareket adamı. 1905’te ya­pılan Rus-Japon harbinden sonra, Rusya bir ideoloji kazanı haline gelmişti. 1917 yılına kadar süren bu çalkantı esnasın­da Türkler, ne yazık ki birşey elde edemediler. Duma’daki (Rus Meclisindeki), Kongrelerdeki çalışmalar neticesiz kal­dı. Türk ve İslâm topluluklarının, Rusya’nın her yerinden gönderdikleri temsilcilerle yapılan bu kongrelerde alman kararlar, kuvveden fiile geçirilemedi. Rus Çarlığının çökü­şü sırasında, tutulacak yol’da anlaşma sağlanamadı. Kimi muhtariyet, kimi federasyon fikrinde oldu; mahallî milliyet­çiliklerin hayli tesiri görüldü. Gaspıra’lı İsmail Bey başta ol­mak üzere, Kırım ve Kazan Türklerinin ve Azerbaycan Türk­lerinin çalışmaları semeresiz kaldı. Gökalp, 1918 yılında «Ye­ni Mecmua»da yazdığı, «Rusya Türkleri Ne Yapmalıdır-» başlıklı makalesinde, «kabile şuurlan»nın «marazî hâdise» olduğunu, onun terkedilerek, yerine «millî şuur»un getiril­mesi gerektiğini söylüyordu. Fakat iş işten geçmişti. Orta Asya’da, «Birlik Tuvn, «Uluğ Türkistan», «Türk Söz ve El Bayrağı», «Turan», «Hürriyet» gazeteleri «Bütün Türklük» fikrini işlemeğe başlamışlarsa da, Ruslar, Türk ülkelerini bir bir işgal etti, Enver Paşa ve Basmacıları yok edildi. Bu fi­kirler öldürülememiş, sadece çok sert tedbirlerle, su yüzü­ne çıkması önlenmektedir. Çolpan’ın şiirleri halâ hafızalar­dadır. Hepsinin ümidi Türkiye’dedir ([6]).

1908 lerden itibaren, Türk Derneği, Türk Ocağı ve Türk Yurdu etrafında gittikçe gelişen Türkçülük, Ziya Gökalp ta­rafından sistemleştirilmiştir. Prof. Zeki Velidi Togan, Ziya Gökalp’i «Türkçülüğün manevî rehberi olarak kabul etmeli- yiz» diyor ve şunları ekliyor: «Yanlışlan, eksikleri varsa ta­mamlamalıyız» ([7]). Gökalp’in geliştirdiği Türkçülüğü, kültü­rel esaslan üzerinde yürütmek, siyasetten uzak tutmak fay­dalı olur. Ancak, Türk dünyasımn kurtuluşu ve birliği de, bir ideal olarak gönüllerde yaşamalıdır.

Türkçülüğün Muarızları

Türkçülüğü çekemeyenler, sevmiyenler, onu hazmedemiyenler çoktur. Birkaç misalle yetinecek, fikrî seviyesi dişe dokunur olmayanlara dokunmayacağız. Bunlar arasında, «İslâm’ın kavmiyete karşı olduğu» iddiasıyla, Türk düşman­lığı yapanlar da vardır. Gerçek Müslüman olan, Türk kavmini nasıl sevmez? Tarihi bilen, bunu yapar mı? Onlan ele al­mağa, ne vaktimiz, ne de yerimiz müsaittir.

Türkiye’de sekiz yıl kalarak Türkçeyi öğrenen, David Hotham adındaki bir İngiliz’in, Türkiye hakkındaki bir ya­zısı, bir gazetede yayımlandı (Milliyet, Nisan-Mayıs 1973). «Etnolog ve tarihçi değilim» diyen yazar; Türkiye Türkleri’nin, Rusya’daki ve Batı Çin’deki Türkler’den apayrı bir mil­liyete, Anadolu milliyetine mensup bir kavim olduğunu ispat­lama işini, kendisine vazife edinmiş. «Türk istilâsından son­ra», yerli kavimlerle Türkler arasında, tersine bir kültür ak­tarması olmuş. Yazara göre, Anadolu’daki topluluklar şun­lardır: Hititler’den öncekiler, Hititler, Frikyalılar, Lidyalılar, Keltler, Yahudiler, Yunanlılar, Romanlılar, Ermeniler, Moğollar. Yazar, tez’ine şöyle devam ediyor: «Asya’dan gelen bir avuç Türk, kendilerini hazır mevcudun ortasına kat­mış, böylece bir Anadolu karışımı, aşağı yukarı önceden ney­se, öyle devam edip gitmiştir. Bütün mesele, kalabalık karı­şımın Türkleri hazmedip arasında eritmesi gerekirken, sayı­ca az Türklerin, yerli halka damgasını basacak derecede kuv­vetli çıkmalarıdır. Bunun sonucu olarak da, önceden var olan kavimler, Türkçe konuşan Müslüman bir halk haline dön­müş» tür (Milliyet, 22 Nisan 1973, 1 Mayıs 1973).

Kültür değişmesi ve sosyal değişme hakkında, sosyolog­lara ve antropologlara yol gösterecek (!) bir teori. Türkler «bir avuç» olduğu halde, erimiyor, eritiyorlar; dinlerini ve dillerini, kalabalık yerli ahaliye kabul ettiriyorlar. Üstelik, bi­raz aşağıda adından ve görüşünden bahsedeceğimiz bir yaza­rın deyimiyle, «iptidaî bir göçebe kültürü» ne de sahiptirler. Bu yan-ilmî tez’in, sağlam bir yanı yoktur. Ona, «yarı» sıfa­tı bile cömertliktir. Bugünkü Rumlar, Ermeniler, Yahudiler olmasaydı, dediği belki doğru bir dereceye kadar doğru ola­bilirdi. Anadolu’nun pek az sayıdaki-zelzele, bulaşıcı hastalık ve harplerden kurtulabilen – topluluklarını, Ermeni ve Rum kiliseleri, asırlar boyu bünyelerinde eritmiştir. Bundan başka, Anadolu’ya, Müslüman Türkler’den asırlar önce gelen Hıris­tiyan Türkler’in varlığını da unutmamalı. Yazar, «Pan-Türkizm» den korkmakta ve milliyetçiliğin, sağcıların inhisarın­da olmadığım söylemektedir. Yazara göre, solcular da milli­yetçidir (!). Solcu olduğu anlaşılan bu İngiliz yazarının, Tür­kiye’ye kadar gelerek, Türk gazetesinde, Türkçülüğü ve Türk kültürünü ve milliyetini kötülemesi, anlaşılacak şey değil­dir.

İkinci misalimiz buna benzemiyor. Objektiflikten uzak­laştığı noktalar olmakla birlikte, İlmî seviye ve kalitesi mü­kemmeldir. Ele alacağımız eser, Uriel Heyd’in, Ziya Gökalp hakkındaki kitabıdır. Heyd, Gökalp’in Türkçülüğünü şöyle tenkit ediyor: Gökalp, milletin şuur altında yatan iddiaları canlandırmak için iki yol tutmuştur, tutulabileceğini söyle­miştir:

1 – Eski Türklerin kültür ve tarihini araştırmak,

2 – Halkın kültürünü incelemek.

Gökalp’e göre, eski Türkler sayı­sız meziyetlere sahiptiler: Misafirperver idiler, alçak gönüllü idiler; fedakârdılar; yiğittiler; dürüsttüler. Bilhassa kendile­rine boyun eğen kavimlere karşı davranışları çok insancay- dı. İdarecilerinin tek gayesi, bir barış düzeni kurmaktı. Din­lerinde taassub da yoktu, nefse eza da yoktu. İbadetin bediî cephesine bağlıydılar. Mefkûre (ülkü) ve şahsiyet, eski Türkler’in meçhulü değildi. Bu mefhumlar, yazısız ve yazılı ka­nunlarında ifadesini bulmuştur.

Taraf tutmayan bir tarihin, günün birinde, demokrasinin ve kadın haklarına saygının, Türkler arasında doğduğunu kabul edeceğini söyleyen Gökalp, eski Türklerde kadınların İçtimaî hayata katıldıklarını ve hattâ savaşlara bile iştirak ettiklerini söyler. Gökalp’in bu fikirlerini nakleden Uriel Heyd’e göre, «Bu ideal tablonun oturduğu zemin, değersiz ve cılız birkaç delilden ibaret»tir. Herder’in iddialarına benze­mektedir.

Bunlara cevap vermeğe çalışmazdan önce, Hey d’in, bu konudaki birkaç sözünü daha aktaralım. Heyd, şöyle devam ediyor: «Gökalp, soyunun asaletine iman etmekle kalmaz, sahneye bir başka mit (üsture) de çıkarır. Bir çok milliyetçi ideolog’da şahit olduğumuz bu mit, kavminin büyük bir mis­yonu olduğu mitidir. Tarihten Türk soyunun ahlâkî üstünlü­ğünü öğrenen Gökalp, Türk milletinin tarihî misyonunu en üstün faziletleri gerçekleştirmek» ve fedakârlık ve kahraman­lık menkıbelerinin imkânsız olmadığını ispatlamaktır, der.

Gökalp’in bu fikirlerini aktaran Heyd’in iddiasına gö­re, Gökalp’in dikkatten uzak tuttuğu bir hakikat vardır. O da şudur: «İlkel kabilelerden ibaret olan eski Türkler, ileri bir medeniyetin kusurlarından da meziyetlerinden de yoksundular. XX. yüzyılda göçebe bir kavmin kültürel kıymet­lerine dönmek teşebbüsü tam manâsıyla» yanlış bir iştir. Heyd, Gökalpin ölümünden sonra, Türkçülük yolunda iler­leyen Türk bilginlerinin ilmî araştırmaları, ne kadar değerli olursa olsun, «modern Türkiye’nin (kültürel gelişmesine) etkileri olmamıştır» hükmünü veriyor ([8]).

Adı geçen eseri Türkçeye çeviren, değerli fikir adamı Ce­mil Meriç Beyin, bu acı tenkit ve ithamlar karşısında sus­ması, bir not düşmemesi, şaşırtıcıdır. İstanbul Üniversitesin­den mezun olan Heyd’e demek birşey verememişiz. Amerika’lı sosyolog Zimmerman kadar objektif davransa yeterdi. O, «Türk inkılâbının fikir babası, manevî babası Gökalp’tir» di­yor (ın). Heyd, eski Türk kültürü üzerinde kalem oynatmış yerli ve yabancı yazarları incelemesin zarar yok, sadece ken­di soyundan olan Vambery ile Leon Cahun’u okusa yeterdi.

O  zaman, büyük devletler, imparatorluklar kuran bir kav­min kültürünün, «ilkel» (iptidaî) olmadığı hakikatim teslim edecekti. Eğer her göçebe kabile kültürü iptidaî ise, göçebe İbranilerin kültürü de iptidaî olmak gerekir. Kendisi niçin, hemen hemen ölü olan bir dil ve kültürü canlandırmağa ça­lışanlar arasında yer alıyor? Türk aydınlarının, yaşayan bir dile ve canlı bir kültüre sahip çıkmaları niçin yadırganıyor? «Sizin ülkenizde insafın yeri yok mu?» diye bir söz vardır. Onlara hak olan, bize hak değil mi? Heyd, eserinin önsözün­de şöyle diyor: «Kitabımız önce İbranice olarak yazılmış ve Kudüs’teki İbranî Üniversitesi tarafından filoloji doktorası tezi olarak kabul edilmiştir» diyor.

İkibin yıl öncesinin ölü diline ve kültürüne dönmeyi ken­disine hak bilen Heyd, acep niçin bizim eski Türk kültürün­den ilham almamızdan gocunur? Gökalp’in ve onun izinden gidenlerin bu yöndeki çalışmalarından tedirgindir? Söylene­cek söz, verilecek cevap kitap hacminde olur. Şimdilik bu kadarla yetiniyor ve üçüncü yazara geçiyoruz.

Ele alacağımız üçüncü eser, Amerika’lı yazar, Jacob M. Landau’un, «Pan-Turkism In Turkey, London, 1981» (Türki­ye’de Pan-Türkizm) adlı eseridir. Yazar, Türkçe ve Rusça dahil, birçok dildeki kaynağı konuşturan ve Türkiye üzerin­de ihtisaslaşan veya ihtisaslaşmakta olan, çok dikkatli bir araştırıcıdır. Türkiye üzerine başka bir eseri daha çıkmış ve Türkçeye tercüme edilmişti. Eserin, yorulmak bilmiyen bir insanın çalışmasının ürünü olduğu anlaşılıyor.

Rusya’daki dış Türklerin meselelerini ele alırken, daha yumuşak dil kullandığı, biraz daha objektif olduğu gözden kaçmıyor. Cumhuriyet devri öncesi Türkiye’sindeki Türkçü­lük hareketleri ile ilgili satırlarında da, keskin bir dil görül­müyor. Dış Türkler hakkında yazan bir çok yabancı araştı­rıcının (Kolarz, Hostler, Wheeler gibi), meseleleri objektif olarak gözler önüne sermelerinin, bunda dahli olsa gerek­tir. Amma, iş Türkiye’ye ve cumhuriyet devrine geldi mi, o zaman iş değişiyor. Landau’nun buradaki hükmü keskin, üs­lûbu acıdır. Üzerine «Pan» damgası bastığı «Türkçülük» hak­kında yapılan bütün çalışmaları, «propaganda» olarak görü­yor. Pan-Türkistler, «aktif Pan-Türkist propagandası» m hızlandırmış; «Komünizm»i, gittikçe artan bir şekilde «şa- mar-oğlam» (Whipping-boy) haline getirmişler ve 3 Mayıs 1944’de «sokaklara dökülmüşler» (sf. 94, 111, 112, 113, 114). Bu «Pan-Türkist propaganda», Kıbrıs Türkleri arasına da sıç­ratılmış. Hattâ, Çin istilâsı karşısında vatanını terkederek, ikinci vatan Türkiye’ye sığınan İsa Yusuf Alptekin’in, 1960 yılında Johnson’a, Chiang-Kai-Sheke, Arap Birliği Genel Sek­reteri Azzam’a ve başkalarına, «muhtıra» vermesi de, yazara göre, «Pan-Türkist Propagandasıdır» (sf. 115).

Elli yıldır esir Türklerin dâvası için mücadele eden İsa Yusuf Bey, Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak hazırlanan «muhtıra»sının sonunda şöyle haykırır: «Bütün İslâm mem­leketlerinden ve Hür Dünya devletlerinden, Kızıl Çin ve Rus emperyalizmi altında her türlü insan hak ve hürriyetlerinden mahrum olarak yaşayan, müslüman Türk halkının dâvasını bir an önce Birleşmiş Milletler’e intikal ettirmelerini ve des­teklemelerini talep ediyoruz. Kezâ İslâm devletlerinden ve Dünya İslâm Birliği Umumî Kâtipliğinden Kongre kararla­rını, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmelerini bekliyo­ruz» ([9]). Hüı* ve demokratik bir ülkenin insanı olan Landau’yu, çaresiz insanların bu feryadı hiç müteessir etmiyor.

O,  «Komünizm»in, «şamar-oğlanı» haline getirilmesinden (!) yakınmaktadır.

Landau, ilmi faaliyet göstererek, pek çok değerli eser ve­ren ve «mutedil bir Pan-Türkizm» yaptığını kabul ettiği Türk Kültürünü Araştırma Enstilüsü’nün faaliyetlerini bile, bir dereceye kadar propaganda saymakta ve komünizme karşı olan çalışmalarından tedirginlik duymaktadır (sf. 159). «Kül­türel» Pan-Türkizm’e bağlı olan Prof. İbrahim Kafesoğlu’nun «Bütün Türklük» sözünden de memnun değildir (sf. 159). Bi­zim, «Türkistan’dan Kıbrıs’a Kadar Tek Bir Kültür» başlıklı makalemizden de epeyce rahatsız olduğu anlaşılıyor (sf. 156- 157). Landau. haber veriyor: Pan-Türkistler Türkiye’de 1950’ lerden sonra, «kültürel Pan-Türkizm propagandasına» hız vermişlerdir (sf. 132).

Anlaşılır şey değil: Türkiye’de «Türkçülük» benimsenmiyecek te, neye bağlanılacak? Landau, bunun da cevabını veriyor. Diyor ki: «Türkiye’deki mutediller», «Pan-Türkizmi romantik bir fantezi sayıyor; ırkçı ve şövenist görüyorlar.»

 

Ona göre bu hareket, küçük bir aydınlar, seçkinler hareketi­dir ([10]). Biraz aşağıda ise, Türkiye’ye gelen dış Türkler’in (Kınm’lı, Kazan’lı, Azerbaycanlı, Türkistanlı), sayıyı kabart­tıklarını resmen açıklıyor (sf. 109). Landaunıın «Mutediller»i kimler ola acaba? O çevrelerden aldığı ilhamla, Atsız’la kar­deşi Nejdet Sançar’ı «ırkçı Pan-Türkistler»in başında anıyor. Atsız’m, 1948 de İsrail Devleti kurulur kurulmaz bu konuda yazı yazması ve Sançar’m da, «Kızıllar, Farmasonlar, Siyonistler» başlıklı bir makale döşenmesi, yazarımızın öfkesini mucip olmuştur (sf. 127). Şakası yok; Landau bu konuda çok hassastır. Siyonizm’e lâf söyletmez. Landau’ya göre «Siyonizm»in «Pan» karakteri çok zayıftır; o daha ziyade, ma­hallî bir milliyetçilik hareketidir. Yazarımızın tarifine göre «Siyonizm», «Bütün Yahudiler’i, ata yurtlarına (ana vatanla­rına) getirerek, önları yeni bir millet ve devlet içinde şekil­lendirmek» gayesini taşıyan hareketin adıdır. 1917 Balfour Beyannamesi hükümleri doğrultusunda, «millî bir vatan»da (Filistin’de), sürgünlerin bir araya getirilmesine çalışan «siyonist hareket», önce İngiliz desteğine kavuşmuş, sonra da beynelmilel destek görmüştür (sf. 182, 185). Siyonizm’in «Pan» karakteri yoktur; bu vasıf, Pan-Türkizm’e, Pan-Arabizm’e, Pan-Cermenizm’e aittir (sf. 180-184).

Landau, Abdullah Battal Taymas’ın «Kazan Tatarların­dan, «Kazan Türkleri* diye bahsetmesini beğenmiyor. Zeki Velidi Togan için de şöyle söyler: «Dış Türkler’in millî kur­tuluşu ve siyasî birliği için, yorulmak bilmez bir şekilde mü­cadeleye girdi. Sovyet aleyhtarı amansız bir üslûpla, Türkis­tan’ın istiklâlini» istiyordu (sf. 82, 93).

Landau, Türkiye’deki Türkçülük hareketleri hakkında birçok kaynağa başvuruyor. Bunlar arasında dikkat çekici olanlardan birkaçı şunlardır: Muzaffer Şerif, İngiliz Elçilik Raporu, Agop Dil açar ve Prof. Z. Fahri Fındıkoğlu. (sf. 132). Yazar, Prof. Fındıkoğlu’nun Türkçülüğünden ve bu konuda, «Türk Yurdu»na (1968-1970 lerde) yazdığı değerli makaleden habersiz görünüyor.

Landau, «Irkçı» dediği «Pan-Türkizm» kadar, «kültürel» dediği «Pan-Türkizm»e de muarızdır. Onun için, Ziya Gökalp’in fikirleri de, Yusuf Ziya Ortaç’m ve Orhan Seyfi Orhon’un «Çınaraltı»sı da sevimsizdir (sf. 95). Yazar, «Ziya Gökalp, ırkçılığı takbih ediyordu» (sf. 92) dediği halde, onun fikirle­rinden gene de hoşlanmaz.

İngilizler, Rus’ların Hindistan’a doğru sokulmasından endişe ederek, Türkçülük hareketini destekleme ihtiyacı duymuş ve bu maksatla Vambery ve diğer bazı bilginleri Or­ta Asya’ya göndermiş, eserler yayımlamışlardı. Birinci Dün­ya Harbi sırasında, bu cereyandan Almanlar’ın istifade et­mesinden kaygı ve kuşku duyarak, karşı çıktılar. Enver Pa­şa ve Basmacılar’mı ve diğer Türk istiklâl (kurtuluş) hare­ketlerini desteklemediler. Ingiliz Genel Kurmayı’nın o tarih­teki bir raporu da, bu endişeyi ve adı geçen harekete karşı duydukları antipatiyi gösterir ([11]).

Türkçülüğün Düşmanları

Şüphe yok ki, bunların başında Sovyetler Birliği ve Kızıl Çin gelir. Lenin, III. Enternasyonalin ikinci Kongresi (Moskova, 1920), «Pantürkizmin» Rusya için arzettiği tehlike­ye dikkatleri çekiyordu. Stalin’in milliyet meselelerinde, baş yeri Türk meselesi alır ([12]).  Büyük Sovyet Ansiklopedisi», «Türkiye’nin hâkimiyetini yaymak» maksadıyla hareket eden ve bu maksatla bütün Türkleri birleştirmeğe çalışan, «Türk gerici çevrelerinin şövenist doktrini» diye tarif eder. Yazı­nın devamı şöyledir: Genç Türkler’den beri «tarih kalpazan­ları, bu halkların birliğini ve ortak ırkî bağlarını ispatlamak için mücadele» edegelmişlerdir ([13]). Türkçülük hareketleri hakkındaki Sovyet tezlerinden bazı kısa iktibasları, ileride (Kadro Hareketi ve Basmacılarla ilgili makalede) vereceğiz.

Sovyetler ve Kızıl Çin, hem ideolojik yönde, hem de sür­günler, tasfiyeler, Rus halkının Türk bölgelerine iskânı, sıkı İdarî tedbirler gibi fiilî yönlerden, Türklüğü ve dolayısiyle Türkçülüğü sindirmeğe, parçalamağa ve ortadan kaldırmağa çalışıyor. Türkiye’nin ilkin kültürel yönden hazırlıklı olması, bütün dünya Türklerine fikrî rehber olması gerekir. Bu iş, üniversitelerimize, aydınlarımıza, basınımıza düşmektedir.

______________________________________________
KAYNAK: Mehmet ERÖZ, Milli Kültürümüz ve Milliyetçiliğimiz

[1]       İsmail Hâml Dânişmend, Türklük Meseleleri, İstanbul, sf. 83 -115.

[2]       Prof. Hans Kohn, Panislavizm ve Rus Milliyetçiliği, ter­cüme eden : Dr. Agâh Oktay Güner, İstanbul, 1983, sf. 75-92, 143-157.

[3]       Prof. Dr. L. Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara, 1971, sf. 129, 259; Prof. Dr. Z. V. Togan, Türklüğün Mukadderatı Üzerine, İstanbul, 1970, sf. 86; Yusuf Akçura, Türkçülük* İstanbul, 1978, sf. 76.

[4]        Akçura, Türkçülük, sf. 199.

[5]         Akçura, aynı eser, sf. 107 -108, 200.

[6]         Bu konuda daha geniş bilgi için bk.; Türk Dünyası El Kitabı (Ankara, 1976, T.K.A.E. yay.) içindeki makalemiz (sf. 1361 • 1377) ve aynı eser içinde Akdes Nimet Kurat ve

Ahmet Temir’in makaleleri (sf. 1295-1316, 1391-1404); Landau’nun adı geçen eseri, sf. 10 -16. Bu konuya ait yerli ve yabancı pek çok eser vardır ki, burada veremiyoruz.

[7]         Togan, Türklüğün Muikadderatı Üzerine, sf. 86; Rasonyi, Tarihte Türklük, sf. 258 – 259.

[8]         Uriel Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, çeviren : Cemil Meriç, İstanbul, 1980, sf. 81-85.

 

[9]Büyük Türkistan Hakkında Muhtıra, İstanbul, 1967, sf. 24. Bu muhtıra, Landau’nun bahsettiği muhtıra’nın biraz daha geliştirilmiş şekildir.

[10]       Türkçülük hareketi, dar bir çevrenin malı değil, bütün Türklüğe yayılma istidadı gösteren bir düşünce sistemi­dir. Gezdiğimiz Yörükler ve Türkmenler’in, Türkiye dışın­daki Türkler’e büyük ilgi gösterdiklerini, onların sayıl a n- m ve hallerini merak ettiklerini, ibretle ve takdirle müşa­hede ettim. Yirmi yıl önce Toroslar’da, «Karahacılı» Oy­mağından, yetmiş yaşlarındaki «Suyuyağdan İbrahim Ağa» bu sevgiyi şöyle ifade etmişti: «Yedi dağ ötesinde bir Yörûğün ayağına diken batarsa, acısını burda ben duyarım».

[11]       Togan, Türkistan Tarihi, sf. 562-563.

[12]       Türk Dünyası Elkitabı’ndakl ma’&alemlze ve «Mancizm Leninizm ve Tenkidi» isimli eserimize bakınız.

420) Jacob M. Landau, Pan-Turkism In Turkey, sf. 18-19.