Can Mustafa ÇEBİ: Şair ve Siyasetçi Uyuşmazlığı

POETİKA VE POLİTİKE, İMGELEM VE RASYONALİTE ÜZERİNDEN

ŞAİR VE SİYASETÇİ

UYUŞMAZLIĞI

Can Mustafa ÇEBİ

 

“Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı” diye başlar Yuhanna İncili, sözün önemini vurgular biçimde. Modernite öncesi çağların düşünce biçiminin bir özetiydi aslında bu ifade. Sözün önemi ve sözün edebi bir sunuşla halka aksettirilmesi… Bu aksettirişin ana failleri olan şairler de bu yüzden kutsandı hep ve onlarla beraber şiir. Öncesizliğin sesini duyurabildikleri için ve bunu şiirleri ile yapabildikleri için avamdan ayrıldılar. Kadim düşünce biçimi Aydınlanma ile aşındı ve transandantal bir olguya atıf yapan ve bu yüzden saygıyla karşılanan kadim çağlar şairliğinin kutsal sözünün yerini “eylem” aldı. Modern bilimin psikoloji konusundaki kilometretaşı olan Sigmund Freud bu konuda modern çağ adına son sözü söyledi : “Başlangıçta eylem vardı…”

     Merhum Hüseyin Nihal Atsız bey, Bozkurtların Ölümü adlı eserinde; “Bütün Türk budunu saygılı bir sessizlik içinde dinliyordu. İlk deyişi Kara Ozan söylüyordu” diye başladığı pasajda romanda geçen Türk budununun şairlerinden Kara Ozan ve Ozan Çuçu arasındaki atışmayı canlandırır. Atışmada gerek Kara Ozan gerek Ozan Çuçu romandaki kötü karakterlerden İ-Çing Katun ve Şen-King hakkında iğneliyici sözler söylerler. İ-Çing Katun durumdan rahatsız olur ve bu rahatsızlığı eşi olan Kara Kağan’a ; “Bu bayağı kişinin yüce konuğu kınamasına göz yumacak mısın?” şeklinde ifade eder. Kağan’ın cevabı kadim geleneğin şiire ve şaire bakışını özetler niteliktedir: “Ozanların sözü kutludur, kesilemez…” Pasajın devamında her iki Ozan hem yergilere devam eder hem de o an yönetimin başında olan Kara Kağan’ın yerine övgülerini Kür Şad’a yönelterek bir nevi siyasi otoriteyi de halk nazarında küçük düşürürler. Hatta övgülerinde o kadar ileri giderlerki Kara Ozan bir dörtlüğünde; “Erlik ululuktan yana Tanrı Kür Şad’dan geridir” diyerek Kür Şad’a Tanrısal bir makam dahi tayin etmiştir. Ama töre bellidir: “Ozanların sözü kutludur, kesilemez…”

     Ozan, söz, kut… Kut, Türk inancında Tanrısal bir hüviyet taşır. Divan-ü Lügat-it-Türk’te “q” sembolü ile belirtilen qut maddesinde kelimenin uğur, baht, talih anlamına geldiği belirtilip “Tanrı kuluna kut verirse, Onun mevkisi her gün yükselir” şeklinde cümle içinde de kullanılarak Kut’un ilahi bir hüviyet taşıdığı vurgulanmıştır. Meselemizde tam bu noktada düğümlenmektedir. Nedir şairin sözünü kutlu kılan? Şairin Tanrısal bir özellikle donanmasının nedeni ya da insan bilincinin kadim evrelerinde ozanlara ve şairlere hep ilahi bir rol biçilmesinin sebebi nedir? Cevap aslında basittir…

     Şairin düşünsel durumu algılardan ve akıldan başka bir yerde konumlanır. Bu yer eski dilde muhayyile olarak tabir edilen imgelemdir. Şair olayları ve durumları ne algı düzeyinde ne nous yani akıl düzeyinde yorumlar ve tarif eder. O düşüncesinin temeline imgelemi yerleştirir. Bu nedenle şair iki boyutta anlaşılmaz hale gelir ve bu anlaşılmazlık kendine yine iki boyutta anlamlar yüklenmesine neden olur. Algı düzeyinde düşünce kapasitesinde olan halk, şairin imgelem yeteneğine anlam veremediği için daha doğrusu şairin açıklama biçimini anlamadığı için şairi ilahi bir hale içine alır, bununla birlikte bir akıl faaliyeti olan siyaset yani temeline aklı yerleştiren yönetme faaliyeti (politike) de şairin imgelemini gerçeklikle uyuşturamadığı için şairlere temkinli –ama çok da ciddiye almadan- bir saygıyla yaklaşır.

     Önermemi açımlayalım. İmgeleme girmeden evvel imgeyi tarif etmek gerekir. İmge; dışarıdaki nesneleri temsil eden, onlarla belirli birtakım görsel benzerlikleri olan zihinsel resim ya da suret olarak tanımlanır. Zihinde imgenin iki şekilde oluşabileceği kabul edilir. Birisi algı yoluyla, diğeri ise zihinde bir şeyi çağrıştırmak veya kurmak yoluyla olur. Şairlerin imge kurma süreci ikinci şekilde gerçekleşir. Halk ise algı yolunu kullanmak zorundadır. Algı sadece duyusal olarak uyarılma sonucu oluşur. Görme, duyma, tatma, dokunma ve işitmeden ibaret bir farkındalık mevzubahistir. Algı düzeyinde ne muhayyile ne akıl vardır. Şairi halktan ve rasyonel bir faaliyet olan siyasetten ayıran durum budur. Şair duyu düzeyinden aşkın fakat nous düzeyinden bağımsız bir düzlemde konum alır. Bu düzlem de imgelemdir. Keza Aristoteles imgelemi algıyla düşünce arasında bir yerde olarak kabul eder. İmgelem/muhayyile ise var olmayan, şimdi ve burada olmayan nesne ya da durumları zihinde temsil etme ya da canlandırma yeteneğidir. Tanıma dikkat edersek şair; şimdi ve burada olmayan durumları zihinde temsil eder ve bunu söz aracılığıyla dışavurur. Takdir edilmelidir ki böyle bir şimdi ve burada olmama durumunun algı düzeyinde olan halk tarafından anlaşılmaması ve bu anlaşılmama üzerinden şaire bir mistiklik yüklenmesi gayet doğaldır. Buna mukabil siyasetçi de şimdi ve burada olmayan üzerine bir tasarrufta bulunamaz. Dolayısıyla şairin imgelemden yola çıkarak kurduğu dünya ile siyasetin üzerinde tasarrufta bulunduğu dünya birbiriyle uyuşmaz. Şayet şair imgelemini bir politike biçimi haline getirip ideolojileştirirse uyuşmazlık çatışmaya dahi dönüşebilir.

     Şiir ve şair konusunun Tanrısal bir ilham ile açıklanmasında esas başvurulacak kaynaklardan biri Platondur. Burada antik Yunan düşüncesi üzerinden dünya düşünce geleneğinin hala Platoncular ve Aristotelesçiler olarak ikiye ayrıldığı parantezini de açmak gerekir. Yine antik Yunan düşüncesi bağlamında bu düşüncenin teolojik kaynakları olan Hesiodos ve Homeros metinlerinin de şiir olduklarını göz ardı etmemek gerekmektedir. Keza Hesiodos ve Homeros’da şairdir ve anlattıkları Yunan Tanrılarının yaşantılarıdır. Herhangi bir beşerin Tanrıların yaşamları hakkında bilgi vermesi için de o beşerin Tanrılardan bilgi alması gerekir. İşte Homeros ve Hesiodos’ta Tanrılardan ilham alabilmiş şairlerdir. Ya da başka bir ifade ile ancak şairler Tanrılardan kendileri hakkında bilgi verici ilham alabilirler. Böyle bir yetenek de takdir edilmelidir ki algı düzeyinin temsilcileri olan halk için şairlere ilahi bir misyon yüklemek için kafidir. Platon’da Diyaloglarında Sokrates’in ağzından bu duruma atıf yapar. Yine burada antik Yunan düşüncesini belirleyen inançsal formda yer alan Musalar’a/Müzlere/Mousailere değinmek gerekecektir. Zira Musalar, ilahi/yaratıcı gücün şairle temasını sağlayan aracılardır. Bugün her şairin “ilham perisi” dediği şeyin kökeni bunlardır. Musaların perilik gibi dişil bir anlama tekabül etmeleri Zeus ile bellek Tanrıçası Mnemosyne’nin kızları oluşundandır. Müzik kelimesinin kökeni de Yunanca Mousai olarak ifade edilen bu Tanrıçalar/perilerdir. Keza bugün kullandığımız Müze ifadesi de bellek Tanrıçası olan Mnemosyne’nin kızları olan Musalardan gelmektedir. Zira Müzeler toplumların hafızalarının tutulduğu yerlerdir.

     Platon şairler hakkında Sokrates ile Ion’u konuştururken şöyle ifadelerde bulunur: “İşte Musalar şairlere böyle ilham verirler; şairler de bu ilhamı başkasına geçirirler; böylece bir ilhamlar zinciri meydana gelir. Büyük epos şairleri o güzel şiirlerini sanatla değil, Tanrı ilhamıyla, Tanrı cazibesiyle yaratırlar.” Devam eder Platon; “Korybantlar ancak kendilerinden geçtikleri zaman dönmeye başladıkları gibi coşkun ve heyecanlı şairler de herkesin bildiği o güzel şarkılarını yaratırken kendilerinden geçmişlerdir. Akılları başlarından gitmiş, sarhoşluğa dalmış bir halde, süt ve bal çeken Bakkantlara benzerler. Coşkulu ve heyecanlı şairlerin ruhları, kendilerinin de dedikleri gibi işte böyledir. Onlar Musaların bahçelerinde, ağaçlı vadilerinde, arılar gibi oraya buraya uçuştuklarını, bal pınarlarından bal aldıklarını, şiirler koparıp bize getirdiklerini söylerler. Böyle demekte haklıdırlar da. Çünkü şair hafif kanatlı kutsal bir varlıktır. İlham duymadan,kendinden geçmeden, aklı başında iken bir şey yaratamaz. Tanrı vergisi olmayınca kimse şiir söyleyemez,gelecekten haber veremez. İşte şairler senin Homeros üzerinde yaptığın gibi, konuları üzerinde o güzel sözleri sanatla değil bir Tanrı vergisiyle söylediklerinden, her biri ancak Musanın kendisini sürüklediği cinste, kimi Dithyrambosta, kimi Enkomionda, kimi Hyporkheimada, kimi Eposta, kimi Lambosta başarı gösterebilir. Çünkü şiirlerini sanatla değil Tanrısal bir güçle söyler. Öyle ya, şairler bir tanesini bile sanatın gücüyle işlemesini bilselerdi, diğerlerini de işlemek de ellerinden gelirdi. Tanrı tıpkı geleceği görenlere ilham almış bilicilere yaptığı gibi, şairlerin akıllarını çıkarıp onları kendi sözcüleri olarak alıyorsa bu, onları dinleyen bizlere, bütün o değerli şeyleri onların söylemediğini, onların diliyle Tanrıların söylediğini göstermek içindir.”

     Yazının başında bir Türk Kağanı tarafından söylendiği betimlenen, “Ozan sözü kutludur, kesilemez” ifadesi ile Platon tarafından Sokrates’e söylettirilen ifadeler arasında şairin Tanrısal rolü bağlamında muazzam bir paralellik vardır. Ve bu paralellik kadim çağların insan bilincinin şairlere bakışının özetini oluşturur. Yukarıda Platon’dan alınan pasajda önemli olan bir diğer husus da şairlerin imgelem düzeyinde olması bağlamında şairlerdeki akli durumdur. Şairler bütün kaynaklarda aklı ötelemiş, Tanrısal ilham yoluyla bir vecd halinde imgelem, daha kaba tabirle hayal dünyasında yaşayan insanlardır.

     Bu hususta Kuran’ı Kerim’de Saffat Suresi’nin 36. Ayeti’nde Hz. Peygamber için müşriklerin “Cinlere kapılmış bir şairin sözüyle Tanrılarımızı mı bırakacağız, derler” ifadesi yer almaktadır. Cinler, şairlik ve bu iki kavram arasındaki kapılmak fiili Platoncu bir anlam ifade etmektedir. Keza kadim insan bilinci için şairane söylenen her ifadenin yani şairliğin kökeni mistiktir. Kur’an’da belirtildiği üzere müşriklerin Peygamber’e yönelttiği suçlama onun cinlere kapılmış bir şair olduğu yönündedir. Müşrikler için mesele Peygamber’e ilham edilen şiirin hangi Tanrı tarafından ilham edildiğidir. Peygamberi red edişlerinin nedeni de vahyin (onlara göre şiirin) kendi Tanrıları tarafından ilham edilmemiş oluşudur.

     Siyaset ile şiirin, siyasetçi ile şairin ayrıldığı ya da uzlaşamadığı nokta akıl ile örtüşen siyasetin, imgelem ile belirginleşen şiir ile, beyin-kalp ayrımında da keskinleşir. Akıl beyinsel bir üretimdir, şiire kaynak olan ilham ve ondan türeyen imgelemin muhatabı ise kadim öğretide kalptir. Harvey’in kanın vücutta dolaşımının kalp sayesinde olduğunu ortaya koyup kalbin gerçek biyolojik görevini keşfettiğinden beri artık kalp sadece vücuda kan pompalamaya yarayan bir kastan ibarettir ama modernite öncesi dönemde kalp ile muhayyile dolayısıyla şairlik arasında sıkı bir ilişki vardır.

Büyük Türk mütefekkiri Farabi algı, muhayyile ve akıl düzlemlerinin organsal karşılıklarını şu şekilde ifade etmektedir:

“Duyu kuvvetinin de bir amiri ve onun yardımcıları vardır. Yardımcıları, herkes tarafından emir bilinen, gözlere, kulaklara, ve diğer duyu organlarına dağılmış olan beş duyudur ve bu beş duyunun her biri kendine has olan duyumu idrek eder. Amir kuvvet ise beş duyu tarafından idrak edilen her şeyin kendisinde bir araya geldikleri kuvvettir. Sanki bu beş duyu bu kuvveti uyarır ve sanki onların her biri özel bir tür haberle veya memleketin bir bölgesinden kendisine ayrı bir haber getirmekle görevlendirilmiş habercilerdir. Amir kuvvet ise memleketin çeşitli bölgelerinden gelen habercilerin getirdiği haberlerin toplandığı sarayda oturan bir hükümdar gibidir. Duyuları yöneten bu amir kuvvetin yeri de kalptir. Tahayyül kuvvetinin başka organlara dağılmış yardımcıları yoktur. O tektir ve onun yeri de kalptir. O duyumsanan nesnelerin artık insanın karşısında bulunmadıkları bir durumda duyusalları muhafaza edendir ve tabiatı gereği o, duyusallar üzerinde yargıda ve tasarrrufta bulunur. Çünkü o, onları birbirinden ayırır ve tahayyül edilen şeylerin bazısının duyularla algılanan şeylere uygun düşeceği , bazısının ise onlara aykırı olacağı br tarzda farklı biçimlerde onları birbirine birleştirir.”

Yine Farabi’ye göre beyin ise kalpten sonra gelen ikincil organdır. Lakin Farabi duyu organlarından gelen bilginin kalpte suretleştiği ondan süzülen bilginin de beyinde somutlaşarak nihai suret aldığını belirtir. Dolayısıyla bu organ hiyerarşisi, kalbe tabi olması gereken beyini siyaset kurumu ile özdeşleştirirken, ilhamın düştüğü ve muhayyilenin canlandığı yer olan kalbi şairlikle eş değer tutar. Buradan da çıkacak sonuç Ozan/Şairlerin toplumdaki konumunu belirtir. Ve tabiidir ki işleri yapan beyin kalbin hizmetinde olmayı her zaman kabul etmez. Bu kabul etmeyiş siyasetçi ile şair arasındaki ayrımı keskinleştirir.

     Farabi’de de devlet yöneticisinde yani siyasetçide olması gereken ilk özellik “O bir filozof olmalıdır” şeklinde ifade bulur. Felsefe dolayısıyla filozofluk aklın öncelendiği bir bilinç durumudur. Muhayyilenin öncelendiği Şairlik durumu ile aklın öncelendiği filozof siyasetçi tipi arasında uyuşmazlık katidir. Yine Türk düşünce geleneğinde önemli bir yeri bulunan Kınalızade Ali Çelebi’nin Ahlâk-ı Alâî adlı eserinde Devlet Yönetimi İlmi, Ahlak İlmi ve Ev İdaresi İlmi ile birlikte Pratik Felsefe başlığı altında değerlendirilir. Binaenaleyh devlet yönetimi felsefenin yani aklın konusudur. Yine Kınalızade şiir hususunda “Evvela ölçülü ezgiler ve güzel sesler ile ruhlar arasında ruhani bir münasebet ve gizli bir sırrın olduğunun bilinmesi gerekir” diyerek şairliğin ilahi ilhamına vurgu yapmıştır…

     Hegel, Devlet için ; “kendini nesnel bir biçimde gerçekleştiren ve tanıyan rasyonel özgürlüğün cisimleşmesidir.” der. Toplumsal, bir anlamda da siyasal bir canlı olan insan toplumsal yaşayışının bir gereği olarak daima bir yönetim sistemi oluşturmak durumunda kalmıştır. Siyaset tam olarak budur, insan topluluklarının aralarındaki ilişkiyi düzenlemek ve bu çerçevede yöneten yönetilen ilişkisini de şekillendirmek. Binaenaleyh devlet yönetimi siyasetin ana konusudur. Hangi toplum biçiminde örgütlenirse örgütlensin veya hangi tip siyasal formda yaşarsa yaşasın insan toplulukları devlet dediğimiz siyasi bir olguya ihtiyaç duymuştur. Zaman ve toplum biçimlerinin durumlarına göre devletlerin formları farklı olsa da temel de bu kurum üç temel insan eylemi üzerine bina edilir. Bunlar; siyaset, hukuk ve ekonomidir. Her devlet biçimine gelmiş veya devlet biçimiyle benzerlik gösteren toplumsal/siyasal yapıda bu üç öğe muhakkak bulunur. Yine insan toplulukları Comteçu bir ayrımda Teolojik-Metafizik-Pozitivist aşamalarda bulunsa da ya da Marksçı bir çerçevede İlkel Komünal-Köleci-Feodal-Kapitalist- Komünist toplum aşamalarının herhangi birinde bulunmuş olsa da devletin oturduğu zeminin siyasal, hukuksal ve ekonomik özlü olduğu durumu değişmez. Bu öz de rasyonalite temellidir yani özünde akıldır. Rasyonalite en başta içgüdüsel olarak davranmak yerine, ölçüp biçerek ve hesaplayarak eylemde bulunma yönelimiyle uzun erimli bir plana göre eyleyip davranışı soyut ve genel kurallarla denetleme yöneliminde bulunur. Yine rasyonalitenin pragmatik bir özellik ihtiva etmesi bağlamında, eylemlerin ve kurumların belli bir amaca ve tek bir ölçüte yaptıkları katkıya bakarak seçme eğilimi bu kavramın özellikleri arasındadır. Özetle rasyonalitenin bu iki boyutu siyasetin ve siyasetçinin anahtar unsurlarıdır.

     Toplumu ve Hegelci bir bakış açısıyla toplumun aşkın hali olan devleti yönetmek demek olan siyasetin oturduğu zemin ile esinini akıl dışılıktan alan şairliğin siyaset konusunda uzlaşabilmesi mümkün değildir. Çünkü biri akla daha özelde rasyonaliteye diğeri muhayyileye/imgeleme dayanır.

Şairlik bir cezbe, kendinden geçme, aklı öteleme halidir. Türk kültüründe Ozanlara Aşık denmesinin nedeni budur. Tabiri caizse aşık olanın aklı başında değildir. Arapça “cnn” kökünden gelen mecnun kelimesi “deli, cinlere uğramış” anlamını içinde barındırır ve “sevda yüzünden kendini yitirmiş” yani aşık anlamına gelir. Aşıklar sözlerini kalp diliyle söylerler, görüşlerini gönül gözüyle ifade ederler ve istedikleri, pre-modern dönemin insan bilinci tasarımıyla beynin yani aklın kalbe yani gönüle tabi olmasıdır. Yine Türk inanç sisteminde önemli bir yeri olan Kam/Şaman’lar ritüellerini cezbe haline gelerek gerçekleştirirler. Burada temel motivasyon aklın sınırlarını aşıp ilahi esinle beraber metafizik alemle irtibata geçebilmektir.

Türk edebiyat ve inanç kültüründe yer alan Hoca Ahmed Yesevi, Korkut Ata, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal gibi figürler hem şairlikleri hem de ilahi özellikleri ile belirginleşirler. Bunlar ve bunlara benzer kimselere ilahi özellik yüklenmesi onların şairlik yetenekleri ve o yeteneği yaratıcıyla halk arasında temas kurmada kullanmalarından ötürüdür. Bu sebeple bu figürler halk algısında devamlı kutsal kişi hüviyetinde konumlanırlar. Yine dikkat edilmelidir ki Ozanlar kendilerine geldiği kabul edilen ilahi esini müzik aracılığıyla topluma sunarlar. Zira kadim kabule göre müzik, aklın ötelenmesine yardımcı olan ilahi bir öğedir. Zikirlerdeki müzikal form ya da kiliselerde çalınan orglar bu durumla ilintilidir. Aklın ötelenmesine yardımcı olan diğer bir unsur da uyuşturucu ve alkoldür. Türk Ozan geleneğinde esrarın “abdal otu/aşık otu” olarak ifadelendirilmesinin nedeni de esrarın aklı uyuşturarak akıl ötesi aleme gitmeyi kolaylaştırması şeklinde algılanmasından ötürüdür. Esrimek, aşk şarabı içmek, mest olmak gibi tasavvuf edebiyatında sık sık kullanılan ifadeler hakikat olarak belirtilen öze akıl dışı, akıl ötesi bir sarhoşluk/kendinden geçme halinde ulaşılabileceğine vurgu yapmaktadır. Siyasetin konuları ise akılla mülhemdir. Aklın olmadığı daha doğrusu aklın ötelendiği yerde siyaset, daha doğrusu siyasetin konusunu teşkil eden hususlara çözüm olmaz. Çünkü siyaset konularını ancak akılla çözebilir.

Aşık Veysel Örneği

Konumuzda üç tip insan tipi mevzu bahistir. Birincisi halk/avam/karabudun, ikincisi Şair/Ozan, üçüncüsü ise siyasetçi/devlet adamı/ak budundur… Hem bir örneklem hem de meseleyi vulgarize etmek amacıyla Türk Ozan geleneğinin mümtaz temsilcisi Aşık Veysel, örneklemimizin ana unsuru olacaktır.

,Aşık Veysel, halktan farklı olarak algıyı belirleyen duyuların en önemlilerinden biri olan görme ediminden mahrumdur. Buna rağmen çiftçi olan avamdan, Aşık Veysel’in Kara Toprak şiirindeki toprak anlatımına ulaşacak kimse yoktur, çünkü Aşık Veysel’in toprak tasavvuru O’nun muhayyilesinde belirginleşir ve o toprak artık çiftçi avamın karnını doyurmasını yani algılarını tatmin etmesini sağlayan madde topraktan başka bir topraktır. O toprak imgelemin toprağıdır ve Ozanın zihninde, konumuz özelinde muhayyilesinde var olur. Kadim düşüncede bu ilahi bir yetenek ile mümkün olabilmiştir.

Diğer bir insan tipi olan siyasetçi için toprak siyasetin, ekonominin ve hukukun konusudur. Siyasetçinin meselesi toprağın nasıl kullanılacağı, nasıl ondan verim alınacağı ve nasıl bölüştürüleceğidir. Siyasetçinin konusu tamamen rasyonalite üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla ne her hangi bir tarımla ilgilenen siyaset ya da devlet adamı toprağa Aşık Veysel gibi bakabilir ne de Aşık Veysel, devlet adamının topraktan alacağı toplumsal ve siyasî pragmatik ihtiyacın öncelenmesine anlam verebilir. Aşık Veysel’den Tarım Bakanı olmaz, Aşık Veysel’den toprağın kullanımıyla alakalı halkın ve siyasetçinin işine yarayacak rasyonel politik çözümler beklenemez. Buna mukabil dünyanın bütün tarımla ilgilenen devlet adamları bir araya gelse ‘Kara Toprak’ı onun gibi de anlatamaz. Çünkü biri imgelemde diğeri ise rasyonalitede yaşar ve her konuya bu çerçeve üzerinden bakarlar.

Halkla temas kurma konusunda ise siyasetçi, şairden daha mahirdir, zira siyasetçinin konusu aynı zamanda halkın konusudur. Şair ise halkla temas kurmakta daha doğrusu halk tarafından anlaşılmakta zorlanır. Bu zorluk da şairin; muhayyilenin, akıl ile algı arasında ayrı bir yerde konumlandığı biçime benzer şekilde halk ile siyasetçi arasında ayrı bir yerde konumlanmasına neden olur.

Şair söyler, siyasetçi ise eyler. Şair imgeleminde belirginleşen olguyu söz ile aktarmakla yetinir, siyasetçinin ise sözden fazla şeye, praksise yani eylemeye ihtiyacı vardır. Eylemenin de imgeleme değil akla ihtiyacı vardır.
Şair ve siyasetçi arasındaki uyuşmazlığın nedeni budur.
____________________________

KAYNAKÇA

Kur’an-ı Kerim Meali                   – Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, 2006
Türk Kültürünün Ana Hatları    – Prof. Dr. Saadettin Gömeç, Berikan Yayınevi, 2012
Felsefe Sözlüğü                              – Ahmet Cevizci, Say Yayınları,2017
Batı Felsefesi Tarihi 3. Cilt          – Bertrand Russell, Alfa Yayınları, 2019
Ahlak-ı Alai                                     – Kınalızade Ali Çelebi, Fecr Yayınları, 2019
İdeal Devlet                                     – Farabi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018
Poetika                                             – Aristoteles, Tükiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018
Diyaloglar                                        – Platon, Alter Yayınları, 2014
Theogonia                                        – İşler ve Günler – Hesiodos, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018
Bozkurtların Ölümü                      – Hüseyin Nihal Atsız, İrfan Yayınevi, 2014
İncil                                                   – Kutsal Söz Yayınları, 2016
Totem ve Tabu                                – Sigmund Freud, Say Yayınları, 2018
Divan-ü Lugat-it-Türk                   – Kaşgarlı Mahmud, Salon Yayınları, 2017