Yüzyılın Büyük Türkçüsü Nihal ATSIZ

Yüzyılın Büyük Türkçüsü: 

Nihal ATSIZ

Osman Nuri EKİZ

Dergimizin geleneğini sürdürerek bu sayımızı ölümünün ikinci yıldönümünde Nihal Atsız’ın aziz anısına sunuyoruz.
Toker Dergisi; Aralık 1977, Sayı:15, s.5-8

Büyük Türkçü, araştırmacı, romancı ve hikâyeci, şair Nihal Atsız, 12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da doğdu. Dedesi, Deniz Makina Yüzbaşısı Hüseyin Efen­di, Gümüşhane ilinin Dorul ilçesine bağlı Midi kö­yünde Çiftçi Oğulları diye bilinen bir ailenin çocu­ğudur. Babası Mehmet Nail Bey Deniz Güverte Bin­başısıdır. Annesi Fatma Zehra Hanım ise Trabzon’un Kadı-Oğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fev­zi Bey’in kızıdır. Midi Köylü Çiftçi ailenin soy kü­tüğünü 19. asrın başlarına kadar götürmek müm­kündür. Bu derinlik Nihal Atsız’ın asil ve köklü bir aileden geldiğinin açık ifadesidir.

Atsız ilk tahsiline altı yaşında iken Kadıköy’deki Fransız Okulu’nda başladı. Fakat dil bilmemesi do­layısıyla derdini anlatamamakta ve çok sıkıntı çek­mekteydi. Ayrıca buradaki Rum çocukları ile anlaşa­mıyordu. Bir gece çıkan yangında okul yanınca Atsız da sevmediği bu çevreden kurtuldu ve latin harfleri ile öğretim yapan bir başka okula, Alman Mektebi’ne verildi.

Bir müddet sonra Kızıl Deniz’de bulunan ve Ma­latya Gambotunun süvarisi olan babası Mehmet Nail Bey’in yanına gitti. Babası onu Süveyş’te bir Fransız tik Okulu’na verdi. Fakat Atsız burada da İtalyan çocukları ile geçinemez. Mehmet Nail Bey’in İstanbul’a dönme emrini alması üzerine İstanbul’a gelir ve Kasımpaşa’daki Cezayirli Gazi Haşan Paşa Mektebi’ne verilir. Ailesinin Kasımpaşa’dan Kadıköy’e taşınması üzerine Osmanlı İttihad Mektebi’nde tah­siline devam eder. Atsız babası Birinci Cihan Harbi’ne gidince bu okuldan ayrılarak Kadıköy Sultanisi’ne girer. Buradan da İstanbul Sultanisi’ne geçen Atsız. 1922 yılında lise tahsilini tamamlayarak, ayni yıl içinde Askerî Tıbbiye’ye girdi. O günlerde Tıbbi- ye’de komünistlik ve bir takım azınlık milliyetçiliği yapan öğrenciler vardı. Türk öğrencileri ile araların­da tartışmalar olmaktaydı. Atsız da bu tartışmalara katılır. Hatta bu yüzden çıkan kavgadan dolayı ağır bir şekilde cezalandırılır. Askerî Tıbbiye’nin üçüncü sınıfında bulunduğu yıl yine bir sebepsiz suça kar­şılık verilen ceza ile 4 Mart 1925 tarihinde okuldan çıkarılır. Bu olaydan üç ay sonra onu Kabataş Lise­sinde yardımcı öğretmen olarak görüyoruz. Daha sonra ise Deniz Yollarının Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip yardımcılığı yapar.

1926 yılında İstanbul Darül Fünunu’na girdi. Yük­sek Öğretmen Okulu’na kayıtlı olarak tahsiline devam etti. Fakat bir hafta sonra askere çağrıldı. Tecil isteği kabul edilmeyince 28 Ekim 1926 tarihinde as­kere gitti. Vatanî görevini İstanbul Taşkışla’da 5. Piyade Alayı’nda er olarak yaptı. Terhis olunca tek­rar Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki öğrencilik haya­tına başladı. Ahmet Naci isimli bir arkadaşı ile bir­likte hazırladığı Anadolu’da Türklere Ait Yer İsim­leri başlıklı makalesinin Türkiyat Mecmuası’nda ya­yınlanması üzerine hocası Prof. Dr. M. Fuat Köprülü’nün dikkatini çekti. 1930 yılında Edirneli Nazmî’nin Divan-i Türkî-i Basit adlı eseri ile ilgili olarak hazırladığı mezuniyet tezini tamamlayarak mezun ol­du. Bir yıl sonra Prof. Dr. M. Fuat Köprülü’nün ya­nına asistan olarak girdi. Ayni yıl ilk eşi Mehpare Hanım’la evlendi. Fakat bu evlilik ona mutluluk ge­tirmedi. 1935 yılında bu eşinden ayrıldı.

Atsız fakültedeki çalışmalarının yanı sıra 15 Ma­yıs 1931’den 25 Eylül 1932 tarihine kadar 17 sayı devam eden Atsız Mecmua’yı çıkardı. M. Fuat Köprü­lü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de yazı kadrosunda bulunduğu bu dergi, ilim, fikir ve sanat alanında Türkçü bir çığır açmış, âdeta Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.

1932 Temmuzunda Ankara’da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde millî olmayan tarih tezine karşı çıkan Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’a Dr. Reşit Galip’in yaptığı haksız hücum üzerine Atsız bir kaç arkadaşı ile birlikte Dr. Reşit Galip’e “Zeki Velidi’nin talebeleri olmakla iftihar ederiz” diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de mimlenmiş- tir. Bu olay dolayısıyla hocası Köprülü ile arası açı­lan Atsız, 1933 yılında Dr. Reşit Galip — Hikmet Bayur — Hasan Ali Yücel üçlüsünün işbirliğiyle asis­tanlıktan çıkartılarak Malatya Orta Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak tayin edildi. Kısa bir müddet bu­rada çalıştıktan sonra Edirne Lisesi edebiyat öğret­menliğine verildi. Burada Atsız Mecmua’nın devamı mahiyetinde olan Orhun adındaki aylık Türkçü der­giyi yayınlamaya başladı. Fakat yine rahat bırakıl­maz. Türk Tarih Kurumu tarafından hazırlanmış olan ve Liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitabındaki yanlışlıkları tenkid ettiği için bakanlık emrine alındı. 28 Aralık 1933 tarihinde de Orhun Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı. Dokuz ay bakanlık emrinde kaldıktan sonra Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak tayin edildi. 1936 yılında İkinci eşi Bedriye Hanım’la dünya evine girdi. Bu evlilikten iki oğlu oldu. Atsız Bedriye Hanım’dan da 1975 Martında ay­rıldı. 1938’de müdürle arasındaki bir anlaşmazlık yü­zünden Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’ndan ihraç edilen büyük Türkçü, 1944 yılma kadar özel liselerde öğretmen olarak çalıştı. Son olarak özel bir okul olan Boğaziçi Lisesi’nde öğretmenlik mesleğine devam eden Atsız, bir taraftan da daha önce kapatılmış olan Orhun Dergisini yayınlamaya başladı. Bu derginin 15. sayısında komünistlerin İsmail Hakkı Baltacıoğ- lu’nun bir konferansında yaptığı küstahça hareket­ler üzerine zamanın Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na hitaben bir açık mektup yayınlayarak komünistlerin faaliyetlerini belirtti. 16. sayıda ise ikinci bir açık mektup yayınlayarak Ahmet Cevat Emre, Pertev Naili Boratav, Selâhattin Ali ve Saadettin Celâl’in komünizan faliyetlerini bütün belgeleri ile açıklayarak Mil­lî Eğitim Bakanı Haşan Ali Yücel’i istifaya davet etti.

Bu ikinci mektup yurt içinde büyük bir millî he­yecana sebep olmuş, başta İstanbul, Ankara olmak üzere b:r çok şehirlerde komünizm aleyhine gösteri­ler yapılmıştır. Bu durum Ankara’daki yetkilileri te­dirgin etmekte idi. Gelişmelerden rahatsız olan Ha­san Ali Yücel ilk iş olarak Atsız’ın Boğaziçi Lisesi’ndeki öğretmenliğine son verdi. Orhun Dergisi ise Ba­kanlar Kurulu kararıyla ikinci defa kapatıldı. Atsız’ın vatan haini olarak nitelendirdiği Sabahattin Ali de kışkırtılarak hakaret davası açtırıldı. Bu dava üze­rine Ankara’ya gelen Atsız, istasyonda Türkçü – Mil­liyetçi gençler tarafından coşkun bir şekilde karşı­lanarak bir otelde misafir edildi. 19 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda da Sebahattin Ali’ye va­tan haini dediği için altı aya mahkûm edildi. Fakat cezası millî tahrik gerekçesiyle tecil edildi. Atsız ser­best bırakılmasına rağmen daha mahkeme kapısın­dan çıkarken tevkif olunur. Aynı yıl 19 Mayıs töre­ninde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Atsız ve arkadaş­larını ağır bir şekilde itham eden nutkunu söyler ve bu nutuk üzerine Atsız ve otuz dört arkadaşı Bir Nu­maralı Sıkı Yönetim Mahkemesi’nde 7 Eylül 1944;de yargılanmaya başlanır. Aralarında birçok değerli ilim ve fikir adamlarının bulunduğu sanıklar çeşitli işkencelere maruz bırakıldıktan sonra mahkeme huzuru­na çıkarılarak Irkçılık — Turancılık suçuyla itham edilmişlerdir. Mahkeme sonunda Atsız 6,5 yıla mah­kûm edilir, fakat Askerî Yargıtay, müracaat üzerine kararı esasından bozar. Böylece 1,5 yıl tutuklu kalan Atsız, 23 Ekim 1945 tarihinde serbest bırakılır. Dava 5 Ağustos 1946’da 2 Numaralı Sıkı Yönetim Mahke­mesinde yeniden başladı ve hepsinin beratı ile ne­ticeye bağlandı. Bu olaydan sonraki yılını işsiz ola­rak geçirir. Sınıf arkadaşlarından Prof. Tahsin Ban- guoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca 25 Temmuz 1949’da Süleymaniye Kütüphanesi’ne uzman olarak tayin edildi. Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle de Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğine getirildi.

4 Mayıs 1952 tarihinde Ankara Atatürk lisesinde verdiği «Türkiye’nin Kurtuluşu» konulu Konferans yüzünden tekrar görevinden alınarak muvakkat kaydiyle Süleymaniye Kütüphanesindeki görevine iade edildi. Emeklilik tarihi olan 1 Nisan 1969’a kadar bu görevde kaldı.

Kendisini tamamen ilmî çalışmalara veren Atsız, Ötüken Dergisi’nin 40. sayısından itibaren Türk Devleti’nin birliğine ve bütünlüğüne yönelmiş hainane faaliyetler konusunda ilgilileri uyaran çeşitli yazılar yayınladı. Bu yayınları kendileri için tehlikeli bulan komünist teşekküllerin yaygaraları üzerine Atsız ve Dergi’nin sorumlu müdürü Mustafa Kayabek hakkın­da tahkikat açıldı ve ikisi de on beşer ay hapse mah­kûm edildi. Çeşitli rahatsızlıkları bulunan ve 68 ya­şını doldurmuş olan büyük Türkçü, Haydarpaşa Numune Hastahanesi’nin dört aylık raporuna rağmen ceza evine konuldu. Kendisi istemediği halde milliyetçi teşekküllerin Cumhurbaşkanından affını iste­meleri üzerine iki buçuk ay hapis yattıktan sonra Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından affedildi.

Kendini Türklüğe adayan yirminci yüzyılın Türk­çülüğünün en büyük isimlerinden Hüseyin Nihal At­sız 11 Aralık 1975 günü geçirdiği bir kalb krizi so­nucu hayata gözlerini yumdu. 13 Aralık 1975 günü kendini seven büyük bir kalabalığın iştirakiyle yapı­lan cenaze töreninden sonra Karacaahmet Mezarlığı’na kardeşi Necdet Sançar’ın yanına gömüldü.

FİKİR VE EDEBİYAT DÜNYAMIZDAKİ YERİ

Nihal Atsız, Cumhuriyet sonrası yıllarında millî ve tarihî amaçlarla eser vererek gençlik üzerinde bü­yük etkiler meydana getiren büyük bir Türkçü’dür. O, Atsız ve Orhun gibi dergilerin sahibi ateşli milli­yetçi ve bu uğurda hayatım ortaya koyacak derece­de mücadeleci bir karakter sahibidir. Daha öğrenci­lik yıllarında dikkati çeken fikirlerini ve İlmî yayın­larını İstanbul Darül Fünunu’nu bitirdikten sonra sis­temli bir şekle dönüştürdü, ilk olarak kendisinin çı­kardığı Atsız adlı bir dergi ile çalışmalarını sergileyen Nihal Atsız, bu dergide başta kendi şiirleri, inceleme­leri, ülkücü makaleleri olmak üzere çeşitli ve oldukça değerli yazılar yayınladı. O, araştırmacılığı, mücadele- ciliği daha açık ifade ile fikir ve aksiyon adamlığı kadar da büyük bir edebiyatçı idi. Hayatı boyunca bağlı kaldığı tek bir hedefi vardı: Türkçülük ve Bü­yük Türk Ülküsü. Ona göre bu hedefe varmak için fikir ve aksiyon kadar sanat da büyük bir önem ta­şımaktadır. İşte Atsız bu noktadan hareketle edebi­yatı ihmal etmez, ilmî araştırma ve makalelerinin ya­nı sıra roman, hikâye ve şiir türlerinde de eserler verir. Türk dilini çok iyi bilmesi, Türk Edebiyatı’na ve tarihine derinlemesine vukufu, sanatkâr Atsız’ın verdiği değerli eserlerde kendini gösterir.

Böylesine çok yönlü bir dava adamı olarak işe başlayan büyük Türkçü’nün kısa zamanda genç nesil­ler üzerinde büyük etki meydana getirerek gönüllerde yer tutması çok tabii idi. Geliştirilmiş ve kültür dili haline gelmiş bir Türkçeye taraftar olan Atsız eser­lerinde de dil anlayışı olarak daima bu prensibe bağ­lı kalmıştır. Hiçbir zaman millî kültürümüzle yoğ­rulmamış ilmî dayanağı bulunmayan uydurma bir dil kullanmamış ve kullananları da hoş görmemiştir. Hal­kın anlamadığı ağır ve ağdalı Osmanlıca’yı da be­nimsemeyen Atsız, dil hususunda millî çizgiyi bularak herkesin anladığı bir dil kullanmayı başarmıştır. Türk kültür diline yabancı kelime ve terimlerin Türkçeleştirilmesini savunarak hiç bir zaman bu yolda da mü­cadele vermekten geri durmamıştır. Köklü bir gramer bilgisi vardır. Cümlelerinde genellikle sağlam bir mantık örgüsü görülür. Güçlü bir üslûp sahibi olarak roman ve hikâyelerinde akıcı bir dil göze çarpar. Onun şiirleri engin bir heyecanın etkisiyle ortaya çı­kan güçlü bir romantizmin en güzel örneklerini ser­giler. Aynı güzelliği roman ve hikâyelerinde de gör­mek mümkündür. Sıfatlardan çok fiile önem veren Atsız’ın bu yönü daha ziyade ilmî yazılarında görülür. Bu görünüş, ondaki keskin mantık ve zekâ örgüsü­nün Sadesidir. Üslûbunun tabiiliği ve süsten uzak oluşu ilk bakışta dikkati çöker.

ROMANCILIĞI

Daha ziyade tarihî roman türünde başarıya ulaş­mış olan Nihal Atsız’ın bu yönünü hazırlayan üç te­mel sebep vardır:

  • — Mizacı ve ülküsü,
  • — İlmî ve kültürel birikim,
  • — Şairliği.

Türk edebiyatına roman tekniği, sanat değeri ve konuları bakımından ölmez eserler kazandıran Hüse­yin Nihal Atsız, şair, romancı ve tarihçi yönleriyle Avrupa edebiyatında Walter Scott ve bizde Namık Kemal’: hatırlatır. Denilebilir ki tarihî roman saha­sında Namık Kemal’le görülen ilk örnek, Nihal Atsız’ın eserleriyle doruk noktasına ulaşmıştır. Gerçekten onun büyük bir teknik ve araştırmanın ortaya koy­duğu gerçekler ışığında kaleme aldığı Bozkurtlar’ın Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor romanları edebiyatı­mızın tarihî roman türünde verilmiş ender eserlerin­dendir. Bir tarihî roman yazarında bulunması gere­ken vasıfların başlıcaları olan millî şuur, coşkun ruh, zengin muhayyile, tarih ve mazi sevgisi gibi özellik­ler Atsız’da fazlasıyla mevcuttu. Roman sahasında üs­tün başarı elde etmesinde şüphesiz ki bu vasıfların büyük etkisi vardır. Nitekim Bozkurtlar’da Bögü Alp, Kür-Şad, Tonyukuk, Urungu; Deli Kurt’da Murat Atsız’dan önemli çizgiler taşırlar. Romanlarındaki tiple­rin bazılarını çoğu zaman kendi mizacı ile süslediği görülür.

İkinci sebep olarak ileri sürdüğümüz ilmi ve kül­türel birikim ise onun Türk kültür ve medeniyet ta­rihi üzerine yaptığı çalışmalarıyla oluşmuştur, özel­likle Türk Tarihinde Meseleler adlı kitabındaki tesbitlerinde millî tarihimize nasıl ilmî ve gerçekçi bir zihniyetle yaklaştığını açıkça göstermektedir.

Üçüncü sebep niteliği gösteren husus şiirlerin­deki özdür. Dikkat edilirse şiirlerinin muhtevası ile romanları arasında büyük yakınlıklar görmek müm­kündür. Meselâ şiirlerini topladığı kitabın adı olan “Yolların Sonu”nun, aynı zamanda Deli Kurt’un son bölümüne ad olarak verilmesi dikkat çekicidir.

Yukarıdaki kısa mütealâdan anlaşıldığı gibi Ni­hal Atsız’ın tarihî romancılığa yönelmesinin altında bu üç temel çizginin büyük yeri vardır. Altı roma­nından üç tanesi tarihî niteliktedir. Bunlar Bozkurtlar’ın Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor ve Deli Kürt’tür.

Diğer üç romanından Dalkavuklar Gecesi ile Z Vitamini daha ziyade hicvî bir özellik taşır. Ruh Adam ise derin iç gözlemlere dayanan ve yaşanmış bir ha­yatın muhasebesi hissini veren bir eserdir.

ŞAİRLİĞİ

Şiirleri sayı bakımından az olmasına rağmen tek­nik ve muhteva bakımından son derece üstün bir özellik taşır. Şiiri de inandığı fikirleri anlatmak için bir vasıta kabul eden Atsız’ın 1931 yılından ölümüne kadar yazdığı şiirlerin hemen hepsinde coşkun bir lirizm, temiz ve sade bir dil hakîmdir. Ekseriya hece veznini kullanmış, ayrıca çok az miktarda olmakla beraber bazı şiirlerinde aruz veznini seçmiştir. Aruz­la yazdığı şiirler daha çok gazel ve kaside tülünde­dir. Hece ile söylediği şiirler ise beyit esası üzerine kurulmuştur. Türk Halk Şiiri’nin nazım şekillerinden de yararlanan Atsız, çoğunlukla Koşma ve Varsağı tarzını tercih etmiştir. Bu şiirlerinde içli bir ruh, orjinal halk söyleyişi ve âşık tarzının olgun örgüsü sergilenir. Türk tarihinin enginliğinden beslenen coş­kun bir ruh dünyası içinde yaşamakta olması dola­yısıyla şiirlerinde genellikle vatan, Türklük, Turancı­lık ve kahramanlık temaları üzerinde durmuştur. Sa­nat düşüncesinden önce, fikrî yapısının esas alınması onun şiirlerinin başlıca hareket noktasıdır. Türk Milleti’nin tarihî şahsiyetinde üstün bir kahramanlık şuu­runu sezen Büyük Türkçü, bu düşüncesini Türkler’in Düşüncesi şiirinde:

Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan

Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türk’leriz.

Yakarış şiirinde:

Rahat yatakta ölmek acap olmaz mı çile?

Kanlı sınır boylan bize mezar olmalı.

Genç Fatih’in ordusu yine Tekbir alınca

 Söndürürüz kâfirin Meryem Ana mumunu.

Yarın Yavuz dirilip bize buyruk verince

Kızgın kum çöllerini yeni baştan aşarız.

beyitleri ile gayet açık bir şekilde dile getirir.

İçinde daima engin bir Türklük sevgisi taşıyan Atsız, bu duygularını şu mısralarda değişmez bir prensip olarak ortaya koyar:

Türk duygusu her Türkçüye en tatlı kımızdır

Türk ülküsü candan da aziz bayrağımızdır.

Millî şuurdan yoksun gençlerin durumundan bü­yük üzüntü duyar ve onların bu hale getirilmesine is­yan eder. Bazı şiirlerinde, Türklük için önemli bir tehlike kabul ettiği bu meseleye kesin ifadelerle par­mak basar. “Topal Asker” isimi: şiirinde millî benli­ğinden uzak bir genç kızın karşısına savaşta ayağı­nı kaybeden bir askeri çıkararak onun millî hislerini harekete geçirmek ister:

Sen Şişli’de dans ederken her gece gündüz

Biz ötede ne ovalar, çaylar ne dümdüz

Yaylaları geçtik, karlı dağları aştık;

Siz salonda dans ederken bizler savaştık.

Onun bütün umudu gençliktedir, inandığı fikir­lerin Türklük ateşiyle kalbi yanan gençlerin ellerin­de mutlaka zafere ulaşacağına inanıyordu. Şiirlerinin bir kısmı ise bu yolda gençliği teşvik edici özellik taşır. Kömen şiirinde:

Ülkü uğrunda gönüller delidir

Kişiler ülkü için ölmelidir.

diyen Atsız, Kahramanlık adını taşıyan şiirinde de kahramanlığı şöyle tarif eder:

Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.

FİKİRLERİ

Türkçü bir fikir yapısına sahip olan Nihâl Atsız, hayatı boyunca çalışmalarım Türklüğü yüceltmek amacına yöneltmiştir. Ona göre bir milletin var ol­ması millî bir ülkü taşıması ile mümkündür. Ülküsüz milletlerin yükselmesi ve hayatını devam ettirmesi imkânsızdır. Çünkü ülküsüz bir topluluk yığından farksızdır. Bir yazısında ülküyü şöyle tarif eder; “Ül­küler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir.”

“Türkçülük Türk soyunun ruhunda, kanında, bey­ninde yaşayan hayat prensiplerinin fikir haline gelmiş bir şeklidir” diyen Atsız, Turancılığı da “Bütün Türk’­leri bir devlet halinde birleştirmek ülküsü” olarak ifade eder.

Dinin millet hayatındaki yerine ve önemine her fırsatta işaret eden değerli fikir adamı, İslâmiyet’in hurafelerden arındırılmış, gerçek yapısının ortaya çı­kartılmasını ister. Ahlâkı da milletin varlığı için bir temel taşı olarak kabul eder ve şöyle der: “Biz Türk ahlâkına tam olarak sahip olduğumuz sürece yüksel­dik, yabancıların ahlâkını alarak bozulduğumuz za­man ise geriledik.»

Bir milletin gerçek bağımsızlığında ekonomik ya­pının önemli faktör olduğuna inanır ve bu sebeple millî gelirin sosyal adalet ilkelerine göre dağıtılması­nı savunur. Ona göre sosyal adaleti gerçekleştirme­dikçe sağlıklı bir yapıya ulaşmak mümkün değildir. Bu eksiklik millî bünyenin çöküşünü hazırlar. Türk dünyasının en büyük düşmanı komünizm ise ancak böyle hastalıklı bir Bünyede gelişme imkânı bulur.

Türk Tarihi’nde bütünlüğü esas alan bir görüşe sahiptir. Ona göre hanedanlar dolayısıyla yalnız isim­ler değişmiş, aslında Türk Devleti tarih boyunca bü­tünlüğünü korumuştur. Hanedanlara göre devlet-millet bütünlüğünü ayrı ayrı bölümlere ayırmak yan­lıştır, tehlikedir. O Türk Tarihi’nin 1071’den başla­tılmasına da karşıdır. Zira 1071 tarihinden öncesine uzanan zaman ve medeniyet açısından son derece zengin bir Türk Tarihi vardır. Bu büyük mirası gör­memek ve belirli yerden keserek öncesini reddetmek millî varlığımız için son derece zararlıdır.

ESERLERİ

  • — ROMANLARI

a — Dalkavuklar Gecesi

b — Z Vitamini

c — Bozkurtların Ölümü

d — Bozkurtlar Diriliyor

e — Deli Kurt

f — Ruh Adam

  • — HİKÂYELERİ

Henüz kitap haline getirilmemiş bir çok hi­kâyeleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

a — Dönüş,

b — Şehidlerin Duası

c — Erkek Kız

d — İki Onbaşı, Galiçya … 1917

e — Her Çağın Masalı: Boz Oğlanla Sarı Yılan

  • — ŞİİRLERİ

Yolların Sonu

İNCELEME VE ARAŞTIRMALARI

Nihal Atsız’m edebî, ilmî, tarihî ve fikrî sahalarda yayınlanmış bir çok eserleri vardır. En önemlileri şunlardır:

  • — Divan-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati
  • — Türk Tarihi Üzerine Toplamalar
  • — Türk Tarihinde Meseleler
  • — Aşıkpaşaoğlu Tarihi
  • — Evliya Çelebi Seyahatnamesinden Seçmeler
  • — Oruç Beğ Tarihi
  • — Osmanlı Tarihleri
  • — Birgili Mehmet Efendi Bibliografyası
  • — Türk Edebiyatı Tarihi
  • — Dokuz Boy Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi
  • — Osmanlı Tarihine Ait Takvimler
  • — Çanakkale’ye Yürüyüş.

BÜYÜKLÜK ÜLKÜSÜ

Şahsî çıkara önem vermeyen, toplumun iyiliğini isteyen her düşünce insanîdir. Bu insanî düşünce, toplumun maddî kazançları ile yetinmeyip manevî ka­zanç davası da güderse, o zaman “ülkü” olur. Ülküler birer büyüklük davasıdır. Bundan dolayıdır ki, büyümek isteyen, büyüklük ardında koşan milletlerin ül­küsü vardır. Bir Nepal’ın, bir Panama’nın veya İsviç­re’nin ülküsü olamaz. Bunların millî davalarının son basamağı, nihayet, huzur ve bolluktur. Huzur ve bol­luk ise ülkü olmak özelliğini taşımaz. Çünkü huzur ve bolluk isteği, milletleri heyecanlandırmaz. Vecd haline getiremez. Onları ölüme kadar varan feda­kârlığa sürükleyemez.

Büyüklük davası, yani ülkü, savaşla elde edildiği içindir ki, insanlık tarihinde büyük savaşçıların, bü­yük kumandanların ve kahramanların daima seçkin bir yeri olmuştur. Savaşlar, kahramanlık ruhunu bes­lemiş, erdemli insanların yetişmesine sebep olmuş, destanî edebiyatı yaratmıştır. Yirminci yüzyıla doğ­ru yaklaştıkça savaşlar daha ızdıraplı bir hal almak­la beraber, hiçbir şey onun ahlâkî karşılığı olmamış­tır. Ve uzun zamandır savaşmayan milletlerde ahlâkî bir bozulmanın başladığı gözden kaçmamaktadır. Me­selâ İsveç’te kültür ve refah son dereceye vardığı, bu alanda Amerika ve Almanya’dan bile üstün bulun­duğu halde, İsveç halkının ahlâkındaki günden güne çoğalan yozlaşma, düşündürücü bir hal almaktadır.

Bazı bayramlarda İsveçli gençlerin topyekûn yaptığı rezaletler memleketteki homoseksüel derneklerinin yasa ile tanınması, çocuk yetiştirebilecek kabiliyetteki aileler arasında bile sun’i ilkahla çocuk sahibi ol­mak gibi gariplikler, bu milletin bir iç sıkıntısı, bir manevi bocalama içinde olduğunu gösteriyor. İsveç, iki yüzyıldan beri savaşmamıştır. Bir zamanlar “Bü­yük Devlet” olan İsveç’in artık hiçbir büyüklük eme­linin kalmayışı, uzun bir süredir devam eden taraf­sızlık, atom savaşına tam manasıyla hazırlanacak ka­dar maddî güç göstermesine rağmen manevî kuvvet­lerden yoksunluğu bu sonuçları hazırlamıştır. Soy­suzlaşma durdurulmazsa, İsveç, günün birinde tıpkı Estonya, Letonya ve Litvanya gibi bolşevikliğin ağına düşüverecektir. Çünkü İsveç milletinin heyecan veri­ci bir ülküsü, bir büyüklük emeli yoktur.

Bu örnekler epeyce çoğaltılabilir. Şu kadarını söyleyeyim ki, hükümet darbelerinin sanat haline geldiği belirli ülkelerde bunun baş sebebi bu ülkelerin bir büyüklük ülküsünden yoksun bulunuşlarıdır. İk­tisadî yoksulluk, siyasî buhran işin dış tarafıdır. Asıl ve gerçek sebep, millî ülküsüzlüktür.

Millî ülküler, milletleri yüzyıllar boyunca ayakta tutacak enerji kaynağıdır. Ülkücü milletler, fedakâr insanlarla doludur. Fedakâr insanların çokluğu her türlü insanî meziyyetlerin hâkimiyeti demektir. İn­san toplumları insanî meziyyetlerle yaşar. Hayvan­laşmış toplumlar refah ve dıştan büyüklük içinde de olsa yıkılmaya mahkûmdur. Eski Roma gibi…

Türk Milleti, ülküsü olan mutlu toplumlardan bi­ridir. Bütün tarihi boyunca büyüklük ülküsü ardın­dan koşmuş, birlik ve fetih savaşları yapmış ve Bi­rinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar da daima bir büyük devletin sahibi olmuştur.

Bugün, Türkler arasındaki mayalanmanın Kızıl Elma, Turancılık, Uluğ Türkistan veya Büyük Türk İli adları ile adlandığını görüyoruz. Bunun manası “Büyüyüp birleşme” veya “Birleşip büyümek istiyo­rum” demektir.

Ancak kabiliyetli ve enerjik olanlar büyüklük ül­küsü ardından koşar. Çünkü büyüklük ülküsü, büyük fedakârlıklar ülküsü demektir. Bundan dolayıdır ki korkaklarla aşağılıklar büyüklükten korkar, daima küçük kalmak ister.

NİHAL ATSIZ

(Büyük Türk Eli, II. Sayı, 25 Nisan 1962)

SONA DOĞRU

Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim:

Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.

Dünya denen mezellete dalsın her isteyen;

Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.

Herkes bir özleyişle yaşar… Ben de öylece

Altaylar’ın ve Tanrı Dağ’ın çevresindeyim.

Merdânelikle şöyle bakıp ayrılıklara

Son menzilin hüzün dolu kâşânesindeyim.

Artık vedâ zamanına pek fazla kalmadı;

Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim.”

Nihal ATSIZ

***

DÖRTLÜK

Üç ömre bedel kırk yedi yıl gün gibi geçti,

Dünyadaki her zevke dedim: Yok kadar azmış.

Bir başka hayat, başka cihan özlüyorum ben,

Bildim ki ölümden öte gerçek olamazmış.

Nihal ATSIZ