Nejdet SANÇAR: Afşın’a Mektuplar (I-V)

Bir baba için en acı sahnelerden birisi kanından/canından bir parça olan çocuğunun ölümüne tanıklıktır.

Nejdet Sançar bu acıyı yaşamış ve biricik oğlunun ölümünden sonra “Talihsiz  yavrumun, Talihsiz annesine N.S.” ithafıyla başladığı bir dizi mektupla gönlünün sesini kaleme almıştır.

Nejdet Sançar’ın Afşın’a Mektuplar adı ile kitaplaştırılan bu mektuplarından ilk dördünü sizlerle paylaşırken Nejdet Sançar, Reşide Sançar ve biricik oğulları Afşın Sançar’a rahmet diliyoruz.

 

Ruhları şad olsun.
ÜLKÜ-YAZ

***
Afşın’a Mektuplar

I

Sevgili Afşın,

Yıllardan sonra yeniden, sana mektuplar yazmaya başlı­yorum. Bilmem hatırlayacak mısın? Sana ilk mektuplarımı 1954 yılında yazmıştım. O sıralarda ben Ankara’da idim, sen annenle birlikte Edirne’de bulunuyordun. Henüz mini mini bir ilkokul öğrencisi olduğun için, dünya dertlerinden ve da­laverelerinden haberin yoktu. Onun için de benim sizlerden ayrı bulunuşumun sebebini ne bilebiliyor, ne de düşünebili­yordun.

Benim Ankara’da ve sizlerden ayrı bulunuşum, maarifte­ki milliyetçilik düşmanlarının, bana oynamak istedikleri, fa­kat bu sefer tutturamadıkları bir oyunun neticesiydi. 1951 de aynı oyunla beni Zonguldak’tan Edirne’ye gönderenler, bu defa da Çanakkale’ye sürmek istemişlerdi. Evet, bu bir sür­gündü. Haksız ve vicdansızca yapılmak istenen bir sürgün..

Bu, hakkımda verilen ilk haksız karar değildi. O zamana kadar buna benzer birçok muamele ile karşılaşmıştım. Ama onların hiç birisine en küçük bir itirazda bulunmamış, daha doğrusu bunu bir tenezzül saymıştım. Fakat bu seferki hak­sızlık, artık, dolu bardağı taşıran son damla olmuştu.

Bu naklin ne kadar mânâsız, haksız ve kasıtlı olduğunu anlatmak için Ankara’ya gelmiştim. O günlerde Bakanlığın büyük bir mevkiine ciddî, çalışkan, vatansever bir maarifçi getirilmişti. Bu haksızlığı ve kasdı, ancak, bu seviyedeki bir insana anlatmak mümkündü. Ben de öyle yaptım.

O gün, bu değerli maarifçiye çok acı şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Bugünkü gibi hâlâ aklımda : O günlerde, Musolini zamanında İtalya’da yapılan büyük bir yarışmayı kazanan yaşları ilerlemiş atlarımıza, bu hizmetlerine karşılık, bir nevi tayın bağlanmıştı. Hakkımda, yıllardan beri sürüp gelen haksız muameleleri sıraladıktan sonra, o değerli maarifçiye bu misali vermiş ve :

-Başka bakanlıklarda hizmet görmüş hayvanların dahi hakkı gözetiliyor. Bütün meslek hayatı Anadolu’da geçmiş bunca yıllık bir edebiyat öğretmeni olarak benim bir at ka­dar da mı değerim yok? Bu haksız nakli asla kabul etmeye­ceğim ve karar değiştirilmezse, bundan böyle, maarifte bir gün bile vazife görmeyeceğim !

demiştim. İşte, Çanakkale Kız Enstitüsü’ne yapılan o hak­sız nakil o değerli maarifçinin anlayışıyla yırtılmış ve Anka­ra’ya verilmem bu şekilde olmuş, sizlerden beş altı aylık bir zaman için bu yüzden ayrılmış ve sana ilk mektuplarımı bu ayrılık sebebiyle yazmıştım.

1954’te, Ankara’dan sana yazdığım mektuplara, sen ilko­kul çocuğu mini mini Afşın, devamlı olarak cevaplar verirdin. Bana ne güzel şeyler yazardın! Hele imlânın düzgünlüğü ve ifaden, baban olarak bana ne kadar gurur verirdi! İşte o yıl, seninle, böyle aylarca mektuplaşmıştık.

Sekiz yıl sonra sana yeniden mektup yazıyorum. Fakat sekiz yıl önceki gibi senden cevap bekleyerek değil. Çünkü sen artık yoksun. Kader, seni hayatının on altıncı yılında toprağa çekti. Sen artık bir avuç topraksın. 14 yaşında bütün varlığınla bağlandığın, gönül verdiğin vatanın bir avuç top­rağı.. Geride bıraktığın annen, baban ve diğer seni sevenler için de hazin bir hâtıra..

Bu dünyayı, senin gibi çocukluk yaşlarında, baharların­da bırakıp giden talihsiz yavruların sayısı elbette ki az de­ğildir. Ama şu da muhakkak ki seninki; o binlerce, o on bin­lerce yavrunun çoğununkinden daha büyük bir talihsizlik.. Çünkü, kara talihin seni bir ahtapot gibi sarışı, sen daha dün­yaya gelmeden önce başlamıştı. Sonra da devam etti. Seni, ta­lihsiz çocuklar ordusunun en talihsizlerinden biri yapan, işte budur.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğruydu, Afşın. Savaşın ilk yıllarında yüklendikleri bütün cepheleri çabucak çö­kerten Alman orduları, demokrasi safının dizginlerini ellerin­de bulunduranların bağışlanmaz gafleti ile belini doğrultan ve güçlenen kızıl Moskof ordularının önünde gerileye gerileye ana vatanlarına doğru çekiliyorlardı. Moskof ordularının bu ilerleyişi, Türkiye’deki kızıllara da büyük cesaret vermiş ve yerli komünistler azgınlaşmaya başlamışlardı. Azgınlıkları günden güne artıyor, fakat hedefleri millî varlığımız olduğu halde, devlet gemisinin başında bulunanlar, bu ihaneti önle­yici tedbir alma lüzumunu asla duymuyorlardı. Halbuki o tek parti diktatörlüğü yıllarında, hükümetin başında, hem de Meclis kürsüsünden : “Türküz, Türkçüyüz, Türkçü kalacağız!”  demiş olan bir Başbakan da vardı.

O sıralarda Orhun’u çıkarıyorduk. Atsız Amcan, Orhun’un 1944 martında çıkan 15. sayısında Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye hitaben, komünist tehlikesinin büyüklüğünü belirten bir açık mektup yayınladı. Yazı, memlekette büyük bir millî heyecan yarattı. Derginin 16. sayısında çıkan ikinci açık mek­tup ise, millî heyecanı, son haddine ulaştırdı. Bu heyecanla birtakım hareketler oldu. Komünistlerin azgınlıkları karşısında, Türkiye sanki bir Güney Amerika devleti imiş gibi gam­sız ve sessiz duranlar, millî ruhun şahlanması üzerine hareke­te geçtiler. Orhun kapatıldı. Amcan işinden çıkarıldı. Ve ikin­ci açık mektupta kendisine «vatan haini!» denilen kızıl Saba­hattin Ali’ye Atsız aleyhine hakaret dâvâsı açtırıldı.

1944’ün Türkçülük aleyhindeki o meşhur haçlı seferi iş­te böyle başladı. Atsız – Sabahattin Ali dâvâsının görüldüğü sırada, Ankara’da, o zamanın milliyetçi gençlerinin komünizm aleyhine tertipledikleri nümayişler, haçlı seferinin kurmay­larını büsbütün kudurttu. Türkiye’deki bütün şer kuvvetleri tek cephe halinde Türkçülüğe yaylım ateşine girişirken, Türk milliyetçileri de tevkif edilmeye başlandılar.

Annen ve ben, o sırada Balıkesir’de idik. Ilık bir bahar sabahı, 14 Mayıs 1944 pazar günü beni evden aldılar. Bir ge­ce Balıkesir Emniyet Müdürlüğünde tuttuktan sonra Ankara’ya sevk ettiler.

Sen, o günlerde, annenin karnında idin. Dünyaya gelme­ne üç buçuk ay kadar bir zaman vardı. İşte senin kara tali­hinin başlangıcı o günlerdir.

Ben götürülünce, annen, evde tek başına kalmıştı.

Türk milliyetçiliği aleyhine açılmış kampanya büyük bir şiddet ve şirretlikle devam ediyor, hürriyetleri ellerinden alın­mış milliyetçiler, uydurma bir ırkçılık ve Turancılıkla suçlan­dırılıyor, memlekette korkunç bir hava estiriliyordu. Anne­nin, Balıkesir’de tek başına kalmasının sebebi de buydu. Çün­kü, vicdansızlar, bir gizli cemiyet hikâyesi ortaya atmışlar ve şifreleri(!), parolaları (!) olan bu gizli cemiyetin gayesinin hükümeti devirmek olduğunu ilân etmişlerdi. Böyle bir şe­bekeye mensup bir insanın, evinde yalnız kalmış eşinin ya­nına gelmeye kim cesaret edebilirdi? Ziyaret bir tarafa, derse gittiği zamanlar, Balıkesir Lisesi’nin öğretmenler odasında, bir aile müstesna, diğer bütün dostlar (!), annenle tek lâf et­mekten çekiniyor, hattâ çoğu, karşılaşmamak için odaya girmekten kaçmıyorlardı.

Türkiye’yi kaplamış olan o korkunç zulüm havası, tevkif edilen milliyetçileri bekleyen akıbeti belli etmişti. Milliyetçili­ğe karşı, belki de insanlık tarihinde görülmemiş bir şiddet­le saldırmalar devam ediyordu. Ve saldıranlar sadece Türk­lük ve Türkçülük düşmanları da değildi. Haysiyetsiz, vicdan sız, dalkavuk ve şerefsiz birçok kalem, Türkçülük düşmanlı­ğında, Türklük düşmanlarından hiç de geri kalmıyorlardı.

Bu hava yetmiyormuş gibi, üstelik annen, benden haber de alamıyordu. Çünkü mevkuf bulunduğum Ankara Emniye­ti Birinci Şubesi’ne verdiğim kısa mektupların postaya atıldı­ğı söyleniyor, fakat atılmıyordu. İşte, yalnız Türk milliyetçi­liğini ve milliyetçilerini değil, namus ve vicdanı da bitirmeye çalışan bu havaya, kamındaki beş buçuk altı aylık yavrusuyle, bir şehirde tek başına kalmış olan bir kadın nasıl göğüs ge­rebilir, nasıl dayanabilirdi?

Haftalar, aylar geçiyor; fakat memleketi sarmış olan o korkunç zulüm havası hiç eksilmiyordu. Zulüm makinesi, yalnız, hürriyetlerini ellerinden aldığı insanları ezmekle yetinmiyordu. Elini, onların dışarda kalmış mensuplarına da uza­tıyordu. Haçlı seferinin kurmaylarından olan Haşan Âli, hiçbir sebep yokken, anneni de bakanlık emrine aldırmıştı. Bu, milliyetçileri aynı zamanda aç bırakmak içindi.

İşte ben emniyet müdürlüklerinde türlü kanunsuzluklar, vicdansızlıklar ve zulümler ile karşılaşırken, annen de dışarda maddî ve mânevî böyle nice ıstırabı göğüslemeye çalışıyordu. Fakat bu, elbette kolay değildi. O yalnızlık, o korkunç ve kain manevî baskı, o gıdasızlık, anneni mânen olduğu kadar mad­deten de kahrediyordu. Bu iki taraflı çöküş elbette ki sana da tesir edecekti. Böyle bir ıstırapla kahrolan, yıkılan bir anne, karnındaki masum yavrusunu nasıl besleyebilirdi?

Besleyemedi de.. Ve sen, daha dünyaya gelmeden önce bir zulüm makinesinin, bir vicdansızlar takımının böyle kurbanı oldun.

İşte sen, bunun için, talihsiz çocuklar ordusunun en ta­lihsizlerinden birisisin Afşın.

II

Sevgili Afşın,

Kara talihin, daha doğmadan önce pençesine geçmek bahtsızlığına uğrayan sen, ıstıraptan çökmüş bir annenin iyi besleyemediği bir yavru olarak 3 Eylül 1944’te Taksim’deki Alman Hastahanesi’nde dünyaya geldin. Vatanın o günkü ze­hirli havasını ciğerlerine doldurup ilk feryadı attığın an, saat on üçü kırk beş geçiyordu. Tartıldığın zaman 2.800 kilogram gelmiştin. Normal çocuk kilosundan hayli az olan ağırlığın, Türkiye çapındaki bir zulüm ve ihanet hareketinin, payına düş­müş kısmının hazin bir ifadesiydi. Fakat bu, sadece bir baş­langıçtı. Seni hayatta bekleyen daha pek çok dertler, ıstıraplar vardı.

Doğumunu, talebelerimden birisinin emniyet müdürlüğü­ne haber vermesiyle aynı günün akşamına doğru öğrendim.

Bir insan için bu ne güzel bir haberdi! Fakat ne de acıydı! Bir Türk anası bir yavru dünyaya getiriyor, doğan yavrunun babası, milliyetçiliğinden dolayı hürriyeti elinden alındığı için, onlardan uzaklarda bulunuyordu.

Ertesi sabah Birinci Şube Müdürüne durumu bildirdim ve uygun görülecek bir saatte, birkaç dakikalık bir zaman için hastahaneye gönderilmemi istedim. Eğer gerekiyorsa, kelepçe vurulmasını kabul edebileceğimi de ilâve ettim. Sizi görebile­ceğimi umuyordum. Bu ümitle bekledim. Fakat birkaç saat sonra isteğimin yerine getirilmesinin mümkün olmadığı habe­ri geldi.

Halbuki bunun olmayacak bir tarafı yoktu. Çünkü ben ne azılı bir kaatil, ne de korkunç bir casustum. Emniyet Müdür­lüğü ile Taksim’in arası on dakika idi. Birkaç ay önce Balıkesir’den Ankara’ya kadar bir tek polisle nasıl gönderildimse, Tophane’deki cezaevinde iken birkaç kere dışarı nasıl çıkarıldımsa, o gün de (üstelik kelepçeli olarak) yine öyle gönderilebi­lirdim. Evet bu, yerine getirilebilecek bir istekti. Ancak insan olmak, insanlık duygularını polis nezarethanelerinde kaybet­memek şartiyle…

Dünyanın bir günlük konuğu sen mini mini Afşın ile seni dünyaya getiren anneni bir dakikacık olsun görmekten alıko­nulmak bana çok dokunmuştu. Ama ne yapabilirdim? Çevresi, zulüm duvarıyla örülü bir insan ne yapabilirdi?

Senin doğumundan birkaç gün sonra idi. 7 Eylülde, Top­hane’deki meşhur binada, ilk defa askerî mahkemenin karşı­sına çıkarılmıştık. Etrafımız süngülü askerlerle çevrilmişti. Sa­lona pek az dinleyici alınmıştı. Sonraki duruşmalarda bizlere çok kötü muamele eden ve bu yüzden kendisiyle çok çekişmek zorunda kaldığımız duruşma hâkimi, usul gereğince, kimlikle­rimizi tesbit ediyordu. Sıra bana gelince adımı, doğum yerimi ve yılımı söyledikten sonra :

-Çocuğunuz var mı?

diye sordu. Bu soru, ruhumda bir kere daha dört gün ön­ceki fırtınayı estirdi. İçim yeniden nefretle, kinle doldu. Bu duyguların yüzümde de dile gelen ifadesiyle ve sert bir sesle:

-Dört gün önce bir oğlum olmuş!

dedim. Şu altı kelime, anlayan için, zulmün aletleri olan maskara suratlara indirilmiş bir şamardı.

Seni ilk defa, doğumunun kırkıncı gününde gördüm.

O gün annen seni İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne getir­mişti. Ben o günlerde, yine nezarethanenin hücrelerinden biri­sine tıkılmıştım. Hücrenin kapısı açılıp da bir polis :

-Karınız ve çocuğunuz gelmiş!

deyince, çok heyecanlandığımı, bugün gibi, hatırlıyorum. Ama, bu heyecanım çok sürmedi. Bu sözler bir yalan da ola­bilirdi. Çünkü poliste, insanları bir yerden bir yere çabuk, ra­hat ve direnmeye meydan vermeden götürebilmek için, böyle yalanlar söylemenin usulden olduğunu tecrübeyle öğrenmiştik. 14 Mayıs 1944 pazar günü, beni tevkif etmek için Balıkesir’de­ki evimize gelmiş olan polisler :

-Sizi acele Vali Muavini Bey istiyor!

demişlerdi. Çocukları talebem olan Vali Muaviniyle biraz tanışıklığımız olduğu için, bu sözlerin bir yalan olabileceğini hiç düşünmemiş, emniyet mensuplarıyle birlikte âdeta koşar­casına vilâyet binasına gitmiştik. Sokulduğum bir polis odasın­da İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlığı emriyle tevkif olundu­ğum söylendikten sonradır ki yalanı anlamıştım.

Yine, Birinci Şube’de bir çalışma odasında oturur ve ya­tar kalkarken, nezarethanenin o feci hücrelerinden birisine tı­kılacağım zaman da bir sivil polis :

-Birinci Şube Müdürü sizi görmek istiyor!

demiş ve beni hücreye böyle sokuvermişlerdi.

İşte bunun için, bu seferki de böyle bir yalan olabilir diye düşünmüştüm. Nezarethane hücrelerinden daha fena bir yere tıkılmam gerekmiş ise, muhtemel bir direnmeyi önlemek için böyle bir yalan söylenmesi tabii idi. Onun için hücreden endi­şeyle çıktım. Önden giden polisin arkasından endişeli endişe­li gittim. Fakat bu seferki yalan değildi. Çalışma odalarından birisine girdiğim zaman ıstıraptan çökmüş ve dal gibi kalmış sevgili annenle masalardan birisinin üstünde ve kundak için­de yatan seni buldum.

Gözüme ilk çarpan bir çift mavi göz olmuştu. Masum ma­sum etrafına bakınıp duruyordun. Annenin gözleri yaşlı idi. Seni, doğumundan o kadar gün sonra ve hürriyetim bir istib­dat makinesi tarafından elimden zorla alınmış bir halde, böy­le bir polis odasında mı görmeli idim?

Yine içim kabarmıştı, yine isyan duygularıyla dolmuştum. Fakat içimi kavuran ateşi içimde soğutmaya mecburdum. Se­ni, içime doldura doldura koklar ve öperken, gözlerimden pembecik yanaklarına damlayan birkaç damla yaş, bu işi yap­tı.

Ekim sonlarına doğru Balıkesir’e gitmiştiniz. Zulmün es­tirdiği kasırga ilk hızını kaybetmişti ama, o vicdansızlığın so­nucu olan ıstıraplar devam ediyordu. Çileli annen büyük mad­dî sıkıntılarla karşı karşıya idi. Çünkü hürriyetleri çalmak ve yuvaları darmadağın etmek Türkçülük düşmanlarını doyurmamıştı. Dağılmış yuvaların insanları aç da kalacaklardı. An­nenin bakanlık emrine alınmasının sebebi de buydu. Ve ara­dan aylar geçmiş, bir yeni ders yılı başlamış, bu vicdansızca ka­rar hâlâ geri alınmamıştı. Annenin eline geçmekte olan para, Balıkesir’de dört yıldan beri oturmakta olduğumuz evin kira­sını dahi karşılamıyordu. Ama bundan zalimlere neydi? Ve za­ten onların istediği de bu değil miydi? .

Türk milliyetçilerinin tevkif edilmesine başlandığı ve Türkçülük aleyhindeki korkunç kampanyanın büyük bir az­gınlıkla devam ettirildiği o ilk günlerde, zalimler, çomakları vasıtasıyle annene bir teklifte bulunmuşlardı: Annen, bir ba­ğışlanma yazısı yazacak ve bu yazı makinenin başındakine su­nulacaktı. Evet, teklife göre, milletimize gönül verdiğimiz için, böyle bir sevginin mânâsını dahi anlayamayacak seviyedeki insanlardan af dileyecektik. Tanrı’nın, kendisine bağışladığı insanlığa ve onun da üstünde, damarlarında dolaşan kanın kutsallığına inanan hangi Türk böyle bir şerefsizliği kabul ede­bilirdi? Annen de etmedi. Ve işte manevî ıstırapların yanında maddî sıkıntılara göğüs germek zorunda kalmasının sebebi de bu oldu. O, yüzyıllardan beri ıstırapla yoğurulmakta olan bir soyun yetişkin bir kızı idi. Kendi vatanında, kendi bayrağının gölgesinde, kendinden olmayanların işkencelerine dayansındı. Fakat sen masum ve talihsiz yavrudan ne istiyorlar, senin sü­tünü niçin kesiyorlardı?

Balıkesir’deki ıstıraplı günler böylece uzadı gitti. Ve an­neni hiçbir şeyle suçlayamayanlar, sonunda vazifesini geri ver­mek zorunda kaldılar. Bu tayin yapılırken, maarifin başındaki adam:

-Uzak bir vilâyetin lisesine!

buyruğunu vermiş, fakat araya giren bazı insaf sahipleri, size yaptırılmak istenen zulüm yolculuğunu Zonguldak’a çevirebilmişlerdi. Senin, şehirler arası ikinci yolculuğun, işte bu tayin neticesinde oldu Afşın..

Zonguldak’ta Vakıflar Müdürlüğü’ne ait iki katlı bir evin birinci katının iki odasına yerleşmiştiniz. Günler, haftalar, ay­lar durumda bir değişiklik olmadan geçiyordu, ama sen de büyüyordun. Annenin bana gönderdiği resimlerin, çok tatlı bir çocuk olduğunu gösteriyordu. Tophane’deki Askerî Cezaevi’n- de resimlerine hasretle bakarken, hep, seni ne zaman görebi­leceğimi düşünür, garip düşüncelere dalardım.

O kış, o bahar böyle geçti Afşın. Ve ben seni ikinci defa bağrıma basmak saadetine erdiğim gün, sen, yaşını doldurmak üzere bir bebek bulunuyordun.

III

Sevgili Afşın,

İstanbul Sıkı Yönetim Mahkemesi’nin bana verdiği, son­radan Askerî Temyiz tarafından bozulan, bir yıl iki aylık hap­si tamamlayarak Zonguldak’ta size kavuştuğum günü, sanki dünmüş gibi, hatırlıyorum.

1945   yılı temmuzunun son günlerinden birisiydi. Açıkta demirleyen vapurdan bir motörle ayrılıp karaya ayak bastı­ğım zaman, beni karşılamaya gelenler arasında sen, mini mini Afşın da vardın. O sırada on bir ayını sürmekte idin. Beni ta­nımıyordun.

Karşı kıyıdaki evimize gitmek üzere bir sandala bindiği­miz zaman seni kucağıma oturtmuştum. Kucağımda hiç sesin çıkmadan duruyor, maviş gözlerinle hep bana bakıyordun. Ya­rım saat kadar süren kayık yolculuğunda gözlerini benden hiç ayırmadın. Annen ve kayıkta bulunanlar, senin halini hay­retle takip ediyorlardı. Erkekten ve hattâ erkek sesinden ürküp sinen Afşın’ın, kim olduğunu bilmediği babasının kucağın­da sessiz sessiz oturması ve üstelik ona tatlı tatlı bakması ger­çekten şaşılacak bir şeydi. Yanaklarını öptükçe gülümsüyor­dun. Senin bazan erkek sesinden dahi korkarak ağladığını ha­tırlayanlar bunu «kan çekme!» diye adlandırmışlardı. Sebep ne olursa olsun, o günkü masum, mûnis ve bana çok yakın ha­lini hiç unutamadım Afşın.

Zonguldak’ta o iki küçük oda içindeki hayat, aranıza be­nim katılmamdan sonra da uzun müddet devam etti. Günler, maddî ve mânevî sıkıntılarla dolu olarak birbirini takip edi­yordu. Salıncak devrin artık bitmişti. Fakat sana karyola alacak durumda olmadığımız için uyku saatlerini yine salıncakta geçiriyordun. Aynı sebepten araban da yoktu. Sokağa çıktığı­mız zamanlarda kucakta taşınırdın. Bundan sıkılırdın ama, katlanmaya mecburdun .

Okullar açılıp da annen derslere başlayınca, günün birçok saatlerini evde birlikte geçirmemiz gerekmişti. Annen dışarda çalışıyor, sana evde ben bakıyordum. O günkü havaya göre be­nim devlet kapısında vazife görmem imkânsız gibiydi. Çünkü 1944 Nisanında açılıp aylarca devam ettirilen ihanet kampan­yası, Türkçüleri korkunç insanlar haline getirmişti. İstanbul Sıkı Yönetim Komutanı, bizi mahkemeye sevk eden son tah­kikat kararını, gazetelere : “Irkçılık, Turancılık gayeleriyle gizli cemiyet kurarak millete ve vatana hıyanet hareketlerine teşebbüs ettiklerinden dolayı..” diyerek vermişti. Bir mahkeme kararı olmadan ve o karar kesinleşmeden bir suç sabit olabi­lir miydi? Türk milliyetçilerinin vatana ihanet teşebbüsleri sabit olmuşsa, o halde, mahkemeye ne lüzum vardı? Evet, ne kanun, ne vicdan, ne mantık böyle bir şeyi kabul edemezdi. Ama, o günlerin Türkiye’sinde bu kanunsuzluğa, bu vicdansız­lığa, bu mantıksızlığa karşı koymak ne mümkündü? Ve ben bundan dolayı evde oturup sana bakmaya mecburdum.

Günler böyle sürüp giderken, bir gün Zonguldak şehrine Hasan Âli’nin müfettişleri ile bir umum müdürü geldi. Umum müdür, Çelikel Lisesi’nde anneni bulup benim ne yapmakta ol­duğumu sordu. Annen, evde oturduğumu söyleyince, Hasan Âli’nin umum müdürü :

-Nejdet Bey, vekil beyefendiye bir mektup yazsa, vazife­sinin verileceğini umarım!

dedi ve ilâve etti :

-Bu sözleri bir telkin neticesinde söylemiyorum Reşide Hanım. Kendi düşüncem ve tahminim.

Vekil beyefendinin benden “niyazname”! beklediği anla­şılmıştı. Bu “niyazname” bakanlıktaki dosyama konacak ve ilerde bir asilik (!) filân yaptığım takdirde, suratıma çarpılacaktı. Fakat, tilkilerin bu ümitleri kursaklarında kaldı.

Zonguldak’ta bir maden okulu vardı. Beni okula öğret­men olarak almak istediler ve usul gereğince bağlı bulunduk­ları İktisat Bakanlığı’na bir dilekçe vermemi bildirdiler. Hesap­larına göre, Bakanlık, okuldan böyle bir ders için bir öğretme­ne ihtiyaç olup olmadığını soracak, onlar «var!» deyince de tayinim yapılacaktı. Fakat tahminleri çıkmadı. Bakanlık, di­lekçeme verdiği cevapta, Zonguldak Maden Okulu’nda böyle bir ders öğretmenine ihtiyaç bulunmadığını bildirdi. O hava­da, ırkçı – Turancı Nejdet Sançar’ı okullarına nasıl alsınlardı?

Yine o sıralarda, Çalışma Bakanı bulunan Dr. Sadi Irmak Bey Zonguldak’a gelmişti. Benimle ilgilenmiş ve boşta oldu­ğumu öğrenince görüşmek üzere beni çağırtmıştı. Bu görüşme Ereğli Kömürleri İşletmesi (E.K.İ.) Umum Müdürlüğü binasında ve umum müdürlük odasında oldu. Yapılan haksızlıklardan üzün­tü duyduğunu belirten Sadi Irmak Bey, bana iş müfettişliği teklif etti. Bu, benim için elbette ki iyi bir teklifti, fakat iş müfettişliği ne idi ve ben hiç bilmediğim bu konuda nasıl va­zife görürdüm? Bunu belirttim. Sadi Bey:

-Nejdet Bey! Gözünüzde büyütmeyin. İş müfettişliği si­zin için en çok bir aylık bir konudur!

dedi. Ve ben iki gün sonra Zonguldak Çalışma Müdürlüğü’nde vazifeye başladım. Fakat bir hafta bile çalışmam kıs­met olmadı. Çünkü o yere batasıca şeflik ve şefçilik zihniyeti aleyhime harekete geçmişti.

Ereğli Kömürleri İşletmesinin o zamanki umum müdü­rü C.H.P.’nin Zonguldak başkanı idi. Sadi Irmak Bey ile ko­nuşmaya gittiğim gün beni merdivenin başında karşılamış ve vekilin yanına sokmuştu. Bana verilmek istenen ve verilen vazife bu suretle öğrenilince de hemen fitne kazanı kaynatıl­maya başlanmıştı.

Fitne konusu benim «millî şef» in düşmanı oluşumdu. Fitneyi idare edenler de C.H.P.’nin Zonguldak ileri gelenleri idi.

Zonguldak’ta tanıştığım kimseler arasında diş doktoru Halit Taşman da vardı. Halit Taşman, Bucak adlı bir dergi çıkarmakta idi. İsteği üzerine Bucak’ta birkaç yazı yazmıştım. Bunlardan birisi “Türklük Sevgisi” başlığını taşıyordu. Yazı­da, Türklük sevgisinin inanan gönüller için nasıl bir kuvvet kaynağı olduğunu belirtiyor ve bu sevgiyi yok etmenin imkân­sızlığını anlatırken de şöyle diyordum :

“… O ulu Türklerin biz bugünkü torunları da diye­biliriz ki, gücü ne olursa olsun, insan kuvveti, Türk gönülleri­mizdeki Türklük sevgisini bitiremez. Bu sevgiyi ne dışarının büyük düşmanlarının, ne bunak müstebitlerin, ne sütü bozuk soysuzların, vatansızların ve ne de iğrenç dalkavukların gayretleri değil, ancak üzerimize çökecek yük, yahut altımızdan yarılacak olan yer, yani Tanrı gücü yok edebilir…”

İşte, buradaki «bunak müstebit» sözüyle o zamanki «Mil­lî şef »in kasdedildiği savcılığa fitlenmiş ve savcılık da hemen harekete geçmişti. Savcılığa çağırılan dergi sahibi Halit Bey, bu suçlamayı reddetmiş, hattâ daha da ileri giderek :

-Siz, “Millî şef”e “bunak müstebit”liği nasıl yakıştırı­yorsunuz?

diye âdeta çıkışmış ve bu suretle takibatın devamını ön­lemişti. Ben, bu dalavereyi sonradan öğrenmiştim. Ve üzerin­den aylar geçtiği için de “mesele”! unutulup gitmişti.

İşte, Sadi Irmak Bey’e fırsat buldukça fısıldanmaya baş­lanan bu idi. Ve nihayet, bakanın, Zonguldak’tan ayrılmasın­dan bir gün önce verilen içkili ziyafette, dumanlanan kafasının kendisine verdiği cesaretle, C.H.P. Zonguldak başkanı olan umum müdür «bunak müstebit»lik meselesini daha açık bir şekilde ortaya attı. Kendisini destekleyenler de eksik olmadı. Bu suretle Sadi Irmak Bey, zor durumda bırakıldı. Ziyafette bulunanlardan iki kişinin, eğer iddia doğru olsaydı, savcılığın hakkımda muamele yapması gerekeceğini söyleyerek beni sa­vunmaları da havayı değiştirmedi.

O sırada Zonguldak’ta çalışma müdürü olan zat namus­luluğu, çalışkanlığı ve iyi kalbliliği ile tanınmış hayli yaşlı bir yüksek mühendisti. Ziyafetin ertesi günü beni odasına çağırdı. Bir gece önceki durumu anlattıktan sonra, bakanın bir tavsiyesini tutmak suretiyle çirkef ağızların şerrinden kur­tulmaya çalışmamızın zarurî olduğunu söyledi. Sadi Irmak Bey’in tavsiyesi, on-on beş gün kadar vazifeye devam etme­mek suretiyle aleyhimdeki kampanyayı tavsatmak ve sonra sessizce yeniden işe başlamaktı.

Çalışma Müdürlüğü’nden o gün ayrıldım ve bir daha da kapısından içeri adım atmadım.

İşte, tek parti, tek şef sistemi buydu Afşın. Bir puta ta­pacak, insanlığı ayaklar altına alarak dalkavukluk edecek ve bunun neticesi olarak dünya nimetlerine kavuşacaktın, insanlık şerefini korumak istersen pek çok şeyleri göze almaya mecburdun. 1944’te yuvamızı dağıtan bu zihniyetti. Seni mah­rumiyetler içinde bırakan da bu zihniyetti. Aynı zihniyetin kirli elleri hâlâ yakamızı bırakmıyordu.

Şefçiler emellerine ulaşmıştılar. Fakat benimle uğraşmak­tan vaz geçmiyorlardı. Bana haber salıyor ve hakkımdaki dü­şüncenin ve hükmün silinmesi için bir “bağlılık yazısı”! yaz­mamı tavsiye ediyorlardı.

Fakat bu memlekette nâmerde boyun eğmeyecek, şerefi­ne toz kondurmaktansa kahrından ölümü kabul edecek in­sanlar tükenmiş değildi. Seni iyi besleyememek bahasına da olsa, ben de, alnıma elbette ki en küçük bir leke sürdüremez­dim. Onun içindir ki bu tavsiyeleri getirenlere, her defasında cevabım, ağır hakaret kelimeleri oldu.

Ve işte, birkaç günlük bir dış hayattan sonra, böylece, yine eve döndüm. Ve yine baba oğul aynı çatı altında saatleri, günleri ve haftaları aynı şekilde geçirmeye başladık.

Bu, o havanın, tabiî bir neticesiydi.

IV

Sevgili Afşın,

Bu sıkıntılı günler içinde, sen, bir karyola ile bir arabaya sahip olmuştun. Karyola bir arkadaşların, araba bir akrabala­rın idi. Her ikisinin içinde de ikişer yavru yatmış, gezdirilmiş ve büyümüştü. İkisi de üniversite bitirmiş bir anneyle bir ba­banın tek yavruları, ancak, bu şekilde karyola ve arabaya sa­hip olabilmişti. Sen, o eski karyolada yatar kalkar ve o eski araba ile Zonguldak sokaklarında dolaşırken, hiçbir şeyin farkında değildin. Fakat biz, sonu gelmeyecek gibi gözüken bu kahırları bağrımıza basıyor, o kemirici acılara dayanmaya çalışıyorduk.

Bu hava içinde günler geçiyordu. Yavaş yavaş büyüyor ve büyüdükçe de daha tatlı oluyordun. Fakat bebeklikten be­ri devam edegelen yemek yememek huyun bir türlü geçmi­yordu.’ Midene bir kaşık yemek indirebilmek için ne hokkabaz­lıklar yapardık. Yememek için çok defa ağzını sımsıkı kapar­dın. Bunun çaresini, iki parmağımızla burnunu tutup nefes almak için ağzını açtırmakta bulmuştuk. Ağzın açılır açılmaz kaşıktakini boşaltırdık. Fakat bazan, bu şekilde ağzına dol­durulan mamaları yutmayıp suratımıza püskürttüğün de olur­du. Bu püskürmeler artınca biz de taktiği değiştirmek zorun­da kalmıştık. Yeni taktik masaldı. Sana, uydurma, fakat be­bek ruhunu okşayan masallar anlatırdım. Kendini anlattık­larıma öylesine verirdin ki, uzatılan kaşıkları ağzına rahatça alır, rahatça yutardın. Yemek yediğinin farkında bile olmaz­dın.

1946   yılının yazında, oturmakta olduğumuz eski evin birkaç yüz metre uzağında yeni yapılmış bir apartmanın üçüncü katına taşındık. Eşyalarımızı kendimiz taşımak zorunda ol­duğumuz için nakil işi birkaç gün sürmüştü. Çünkü geceleri ve el ayak çekildikten sonra harekete geçebiliyorduk. Bir ge­cede birkaç sefer yapabildiğimiz için de nakil uzamıştı. Bu arada sen de kendine ait ufak tefek şeyleri taşıyordun. Yalnız son geceki nakli sensiz yaptık. Çünkü sona kalanlar ancak sırtta taşınabilecek eşyalardı. Onları gece yarısından sonra taşımayı uygun bulmuştuk. Sen, o saatlere kadar uykusuz ka­lamayacağın için de, bu faslı sensiz yapmıştık.

Bu apartman dairesi, öteki evle kıyaslanamayacak kadar rahat ve güzeldi. 1951 de Edirne’ye sürülünceye kadar olan yıllarımızı hep bu dairede geçirdik.

O eve ait hâtıralar, kesik bir sinema şeridi gibi, şimdi hayalimde canlanıyor :

Radyoda harmandalı çalarken, masa üzerinde dizini yere vurarak oynayışın.. Annen, karnında taşıdığı ıstıraplı gün­lerde seni iyi besleyememişti ama, damarlarındaki temiz Yö­rük kanım elbette ki sana devretmişti. Senin, üç yaşlarında bir bebek iken, harmandalını duyar duymaz coşman ve bir yetişkin efe ciddiyetiyle oynamanda, bunun rolü olduğu mu­hakkaktı.

İstiklâl Marşına saygın da bu bebeklik yaşlarında baş­lamıştı. Kelimeleri kendine göre değiştirdiğin o yıllarda İstik­lâl Marşı’na da “vâ – vâ” derdin. Zannedersem bu “vâ – vâ”, bestenin malûm baş kısmının sende yarattığı tesirin neticesiydi. Türk istiklâlinin sesi olan o besteyi duyunca bir asker gibi saygı duruşuna geçmen, bizi ne kadar duygulandırırdı. Radyo, sabahları marşı çalarken karyolandan fırlar, ayağa kalkardın. Kendine gelemediğin için gözlerini açamaz, fakat sol elin ya­nma yapışık, sağ elin başında, marşı öyle dinlerdin. Okula baş­ladıktan sonra, bundan çok faydalanmıştık. Çünkü, sabah uy­kusunu çok sever, kendine gelip yataktan bir türlü çıkamaz- dm. İstiklâl Marşı, seni o çok sevdiğin sabah uykusundan koparabilen tek kuvvetti. Marşı, uykulu uykulu, lâkin ciddiyet içinde dinledikten sonra, seni yataktan alırdık. Uyku, böylece yenilmiş olurdu.

O bebeklik çağlarında, sana, oyun saatlerinin dışında bir de ciddi zamanlar bulunduğunu kavratabilmiştik. Ciddi za­manın diğer anlardan farkını, “ciddi zamanda gülünmez!” formülüne bağlamıştık Böyle bir anın geldiğini anlayınca o gü­zel yüzünü bir ciddiyet havası sarar, mavi gözlerini bir başka mânâ kaplardı. Ciddi kelimesini birinci «i»yi uzatarak ve tek “d” ile söylerdin. Bir gün, böyle bir ciddi anda, sana seslenir­ken gülen Saime Teyzeni, kaşlarını çatarak ve sesini dikleşti­rerek :

-Cîdîde gülünmez! diye paylamıştın.

Uykuyu çok sevdiğin halde, geceleri bir türlü yatmak is­temezdin. Her gece, uykunun gelip gelmediğini gözlerine so­rardık. Annen, maviş gözlerine “menekşe” derdi. Ve sen, göz­lerine :

-Menekşe! Uku vâ? diye sorar, birkaç saniye bekledikten sonra :

-Yok diyo! diye bizi kandırmaya çalışırdın. Bu soru birkaç kere sorulduktan sonradır ki menekşeler uykunun geldiğini söyler­lerdi.

Çok sevdiğin ve seni oyalayan şeyler arasında kalemle kâğıt başta gelirdi. Kaleme “gagişi” derdin. Bazı sıkışık gün­lerde annenle birlikte liseye gitmek zorunda kalınca, o zaman Çelikel Lisesi’nin müdürü bulunan Osman Faruk Bey seni oda­sında misafir eder, bir iki kâğıt ile bir gagişi, bebek Afşın’ın uzun zaman oyalanmasını sağlardı.

Apartmanımızın karşısındaki küçük bir evde oturan bir ailenin, o zamanlar ilkokul öğrencisi olan Melâhat adlı güzel bir kızı vardı. Bu kız, kapısının önüne çıktığı zamanlar sen de pencereden ayrılmaz, hep ona bakardın. Bebek kalbinde ne­ler duyardın, bilmiyorum, ama :

-Şu Melâhat da ne kadar çirkin kız! filân gibi yerici bir söz söyleyince kızar, aksini savunur, hattâ bazan ağlardın.

Ben, E.K.İ. de çalışmaya başlayınca, seni evde bakıcılar eline bırakmaya mecbur kalmıştık. İlk bakıcın, sana her sa­bah süt getiren bir genç kızdı. Bizim dairenin, apartmanm ön cephesini boydan boya kaplayan, fakat parmaklıksız bir bal­konu vardı. Balkonun kapısını asla açmamasını, kıza, sıkı sı­kıya tenbih etmiştik. Fakat bir gün kız, bir şey silkelemek için balkona çıkmış. Kapıyı açık bulunca sen de çıkıp, kız işini bitirinceye kadar o parmaklıksız balkonda dolaşıp dur­muşsun. Akşam, bunu komşulardan öğrendiğimiz zaman nasıl üzülmüştük ve günlerce nasıl uykumuz kaçmıştı!

İşte, 1950 ye kadar olan yılların sana ait safhasından bir avuç dağınık hâtıra Afşın..

***

Senin, annenin karnında başlayıp bütün bebeklik yılları­nı da kaplayan sıkıntı ve ıstırapların kaynağı olan şeflik siste­mi, o yılın 14 mayısında yıkıldı. Milletin reyi ile alman bu ne­tice, o zalimlerin ve o insan hakları düşmanlarının hak ettikle­ri cezaların en hafifi idi.

1950, bizim ailemiz için de mühimdi Afşın. Çünkü o yılın sonbaharında sen ilkokula başlıyordun, ben de yeniden öğret­menliğe dönüyordum. 1944 te, Hasan Âli’nin, şeflik sistemin­den gelen kuvvetine boyun eğerek beni hocalıktan uzaklaştıranlar, altı yıl sonra bir başka bakanın millî iradeye dayanan kuvveti önünde eski kararlarını kendi elleriyle yırtıyor, yani tükürdüklerini yalıyorlardı. Bunu yapanlar, şeflik sisteminin kalbur üstü adamları idi.

Zonguldak 30 Ağustos İlkokulu’nun, teneffüslerde bahçede en çok koşan öğrencisi sendin. Sınıf öğretmeninle her konuş­mamızda, senin teneffüs saatlerindeki maceralarını dinlerdik. Fakat sade dinlemekle kalmaz, evde olduğumuz zamanlar, okulunuzun bahçesine bakan balkonumuzdan, senin bir an durmadan oradan oraya nasıl coştuğunu gözlerimizle de gö­rürdük. Kırmızı golf pantolonun seni, gözlerimizle hemen ya­kalamamıza yardım ederdi. Koşar, koşar, koşardın.

İlk günlerde dersler seni pek sarmamıştı. Çünkü, öğret­menin öğretmeye çalıştığı şeyleri biliyor, bildiğin için de ilgi duymuyordun. Yalnız, ilgi duymayışını ifade tarzın iyi değildi. Tahtaya ve öğretmene arkanı dönerek oturuyor, başka şeyler­le meşgul oluyordun. Öğretmenin, niçin arkanı döndüğünü sorunca da :

-Ben onları biliyorum! diyordun. Fakat haftalar, aylar geçip de bilmediğin konu­larla karşılaşınca, bir daha bu uygunsuzluğu yapmadın.

Öğretmenini seviyordun. Bir gün ayakkabısının eskiliği dikkatini çekmiş de bunu evde bize üzülerek söylemiş, hattâ kendisine ayakkabı almamızı istemiştin.

Okuldan döndüğün günlerden birisinde :

-Anneciğim! Bizim öğretmen de amma aptalmış! demiş ve bizi hayretler içinde bırakan bu hükmün dayan­dığı sebebi anlatmıştın :

-Dün postaya mektup götürmüş. On kuruş vermiş. Mektup on beş kuruşa gittiği için postacı parayı tamamlama­sını söylemiş. Daha kaç kuruş vereceğini bilmiyor da hep biz­den sorup durdu.

Bunun, size çıkartmayı öğretmek için başvurulmuş bir oyun olduğunu anlayınca ne kadar gülmüştük

Ders yılı sonu böyle geldi. Karne aldığın günü, neticeyi bildiğimiz halde, yine de yolunu dört gözle beklemiştik. Ço­cuklar, ellerinde karneler, koşuyor, bağırıyor, çağırıyorlar, birbirlerinin numaralarına bakıyorlardı. Sense o heyecan hava­sının tamamen dışında idin. Sanki o yüzlerce çocuktan biri değilmişsin gibi hiçbir şeyle ilgilenmiyor, okul bahçesinde bü­tün bir yıl koşan çocuk ağır aksak bir tempo ile yürüyor, bir türlü eve gelemiyordun.

Hayatının ilk ders yılım böyle bitirmiş ve birinci sınıftan ikinci sınıfa böyle geçmiştin, Afşın..

***

V

Sevgili Afşın,

1950 -1951 ders yılı sonunda, sebepsiz yere ve âniden Edir­ne’ye nakledildim. Bu nakil, maarifteki milliyetçilik düşman­larının bize oynadıkları oyunlardan birisiydi. Asıl sebep de, Zonguldak Komünizmle Mücadele Derneği’nde bir iki arkadaş­la birlikte gösterdiğim faaliyetti.                                                                  .

Zonguldak, bir işçi şehri olması dolayısıyle kızılların ih­mal edemiyecekleri bir yerdi. Bizim orada bulunduğumuz yıl­larda, ortalıkta irili ufaklı bir hayli solak vardı. Bunlar yerli gazetelere de sızmışlardı. Zonguldak Komünizmle Mücadele Demeği’nin çıkardığı dergi ve yayınladığı broşürlerin hazırlan­masında büyük emeğim bulunduğu için bana düşmanlıkları büyüktü. Lisede bazı öğrencilerle bazı öğretmenler ve idareci­ler arasında geçen hâdiseler dolayısıyle yerli gazetelerde yazı­lar yazılmaya başlanınca, kızıllar, bunu fırsat bilerek benim adımı da hâdiseye karıştırdılar ve aleyhimde uzun zaman yazı­lar yazdılar. Maksat, başka bir vilâyete naklimi sağlamaktı. Bu suretle Komünizmle Mücadele Derneğinin çalışmaları bal- talanacaktı.

Bu oyun başarıyle sona erdi. Fakat Çelikel Lisesi’ndeki hâ­diseleri inceleyen müfettişlerin hazırladıkları rapor üzerine bakanlığın inzibat komisyonunun verdiği karar, benim nakli­min nasıl mânâsız ve gülünç olduğunu ortaya koymuştu. Çün­kü hâdiseye adı karışmış hemen hemen herkese birtakım ce­zalar verilmiş, sadece «Nejdet Sançar hakkında bir işlem ya­pılmasına lüzum görülmemiş» ti.

İlkokulun ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarını, Türkiye’nin bu tarihî şehrinde okuman, işte bu oyunun neticesi oldu.

Edirne’deki yılların düzenli ve tertipli bir öğrenci olma vasfım geliştirdi. Eve gelince ilk işin günlük vazifelerini yap­mak olurdu. Çok güzel, temiz, çok itinalı vazife yapardın. Seni evde ve evin sana yetecek kadar büyük olan bahçesinde oynatır, sokağa bırakmazdık. Sokakta oynayan çocukları pen­cereden seyrettiğin zamanlar olur, fakat aralarına katılmak için bir istek göstermezdin.

Güzel huylarının içinde bizi en çok memnun eden yalan söylemeyişin idi. Herhangi bir çocukluk kabahati yaparsan, onu, hem annenin, hem de benim muhakkak öğrenmemizi is­terdin. Böyle bir kabahat, benim evde olmadığım zamanlarda yapılırsa, anneciğinin ilk vazifesi, onu bana hemen söylemekti. Annen unutur veya söylemekte gecikirse, hemen hatırlatırdın.

Edirne’deki en çetin yılın, dördüncü sınıfta okuduğun son senen oldu. Ben, kışın ağzında, Çanakkale’ye sürülmek istenip de sonradan Ankara’ya naklolununca, o yılın beş altı ayını yalnız geçirdiniz. Mektuplarımda, bana ait vazifelerin bir kısmını senin yapman ve anneni hiç üzmemen lâzım geldiğini yazdığım için, bir sorumluluk duygusu kazanmıştın. Annene yardım ediyor, hattâ bir ara bir tabldottan yediğiniz yemeği her gün sefer tası ile sen alıp eve getiriyordun.

1954 yazından sonra Ankara yılların başladı. İlkokulu Na­mık Kemal İlkokulu’nda bitirdin ve aynı okulun orta kısmına geçtin.

Millî ruhun ilk belirtileri, orta okulun birinci ve ikinci sınıflarında görülmeye başladı. Bunda, bizdeki toplantılarda kulak misafiri olduğun konuşmaların tesiri bulunduğunu sa­nıyorum. Artık sınıfta, çeşitli derslerde geçen konuşmaları bu açıdan değerlendirebiliyordun. Türkçe dersinde övülen bazı şahısların veya fikirlerin, din dersinde yerilmesinin sebebini anlayabiliyor ve bu görüş farkını çok güzel ifade ediyordun.

Fakat millî ruhunun bir volkan gibi parlaması, Londra’da bulunduğumuz bir yıl içinde oldu.

O yıl, Namık Kemal Ortaokulu’nun son sınıfında idin. Ama, ancak bir buçuk ay kadar derslere girebildin. O ders yılının geri kalan ayları Londra’nın bir okulunda geçti.

Bu okul, senin hem İngilizcenin ilerlemesini, hem de mil­lî şuurunun bilenmesini sağladı.

O yıl, Kıbrıs dâvâsı en ateşli devrini yaşamakta idi. Git­tiğin okulda bir hayli Kıbrıslı Rum çocuğu vardı. Siz, Türk olarak, üç kişiydiniz. Rum çocukları, muhakkak ki evlerinden aldıkları rumluk ruhu ve telkiniyle, her fırsatta sizlere sataşı­yor ve sık sık da saldırıyorlardı. Hemen her gün dövüşüyor­dunuz. Diğer iki Türk çocuğu senden hayli küçük oldukları için döğüşlerde yükün çoğu senin omuzlarına yükleniyordu. Rum çocuklarının sayıca çokluğu, bu döğüşlerde sizin üstün­lük sağlamanıza engel oluyordu. Fakat her döğüş, senin Türk­lük şuurunu biraz daha kuvvetlendiriyordu. Hele işe Rum kız­larının da katılmaları ve hiçbir şey yapamasalar sizin saçları­nızı çekmek suretiyle erkek soydaşlarına yardıma çalışmaları, senin milliyet meselesinde hükme varmanı kolaylaştırıyordu.

Londra’da bulunan Kıbrıslı Türklerin tertip ettikleri ve bizim de katıldığımız gösteride :

-Partition! Partition! diye ençok bağıranlardan birisi de onun için sen oldun.

Türkiye’deki uzun yıllar içinde ne okulların, ne de toplumun sana veremediği millî terbiyeyi, Londra’daki «hayat gerçeği» kısa bir zamanda vermişti.

Sınıf öğretmenin mutaassıp bir İngilizdi. Okula geç baş­ladığın halde İngilizcenin az zamanda büyük gelişme göster meşinden dolayı seni beğeniyor, fakat sevemiyordu. Çünkü diğer müslüman çocuklarıyle birlikte sana da yapmak istediği dinî telkinlere karşı koyuyordun. Dinî törenler için herkese dağıtılan İncil ve dua kitaplarını yalnız sen kabul etmiyordun. Okulun kilisesine yalnız sen gitmiyordun. Dua sırasında elleri­ni yapıştırarak gözlerini kapamayı yalnız sen reddediyordun.

O zamana kadar, o mutaassıp İngiliz, kim bilir ne kadar müslüman çocuğuna bu hıristiyanlık geleneklerini yaptırtmış- tı. Fakat şimdi karşısında bulunan 14 yaşında bir çocuk, bîr Türk çocuğu, bütün gayretlerine, hattâ hileye başvurmasına rağmen, diretiyordu.

Okulda, Tanrı’nın günü, İsa’nın hayatının anlatılması ve tarih derslerinde de hep İngiliz kıral ve kıraliçelerinden söz edilmesi üzerinde menfi tesir bırakıyordu. Kafanda, bizim okul­larımızla mukayeseler yapıyordun. Bir gün :

-Ben, kendi peygamberimizin hayatını bilmiyorum ama İsa’nınkini iyice öğrendim! diye şikâyette bulunmuştun.

Okul dönüşlerinde bize günlük «vukuat»ı anlattıkça, an­nen ve baban olarak nekadar gururlanırdık..

Ve yılların kaşarlandırdığı mutaassıp İngiliz öğretmeniyle sen gencecik Türk çocuğunun mücadelesi, bir ders yılı böyle- ce devam etti. Mutaassıp ve mağrur İngiliz öğretmeninin, se­nin Türklük gururunu kırabilmek, seni kendi geleneğince dua ettirebilmek, sana hıristiyanlık sevgisi aşılayabilmek için yap­tığı bütün gayretler, tenezzül ettiği bütün hileler boşa çıktı.

Öğretmen bazan :

-Dua kitabını eline al da dua etme! diyordu. Bunu yaptıramayınca :

-Eline kitap almadan aramıza katıl! diyordu. Birkaç kere de :

-Ellerini birbirine yaptıştır, gözlerini kapa da, Tanrı’ya kendi dilinle dua et!

diye teklif etmişti. Bütün bir yıl süren bu tekliflere, bü­tün bir ders yılı yapılan bu ısrarlara, senin cevabın, İngilizlerin çok kullandıkları şu tek kelime oluyordu :

-No!.

Okuldaki mücadelen, sana Yunanlılar ve İngilizler hakkın­da not verdirmişti. Onlar mücadeleyi sayı ve mevki üstünlüğü­ne dayanarak yürütüyorlardı. Sen sayı üstünlüğüne yumruğun­la, mevki üstünlüğüne ise azim ve cesaretinle karşı koyuyor­dun. Fakat bununla yetinmeyip onlara zarar getireceğine inan­dığın çarelere de baş vuruyordun.

Rum çocuklarına zarar vermeyi yemek işinde bulmuştun:

İngiliz okullarında küçük bir ücret karşılığında öğrenci­lere öğle yemeği, süt ve vitamin verme usulü vardı. Yemek ve süt, öğrenci sayısından bir mikdar fazla getirildiği için, hakkını kullananlardan isteyenlere birer tabak yemek ve bi­rer şişe süt daha verilirdi. Sen, sütü hiç sevmeyen, hattâ süt­ten tiksinen ve yemeği de bebekliğinden beri çok güç yiyen Afşın, İngiliz okulunda âdeta oburlaşmıştm. Hemen her gün, yemeği herkesten önce bitiriyor ve tabağını ikinci defa dol­durtuyordun. O tiksindiğin sütün ikinci şişesini içebilmek için başkalarıyle yarışıyordun. Seni böyle sunî bir obur yapan mil­lî bir gayretti. Kendi kendine hesaplamıştın ki, eğer sen, o bir tabak fazla yemeği yemez ve o ikinci süt şişesini midene bo­şaltmazsan, o gıdalar bir Rum çocuğunun kursağına gidecekti. Çok defa mideni bulandıran ve seni hayli rahatsız eden ikinci tabağa ve şişeye işte bu gayretle tahammül ediyordun. Bunu diğer Türk çocuklarıyle Rum olmayan arkadaşlarına da yap­tırıyordun. Akşamları, pansiyonumuzun kapısından içeri girin­ce, verdiğin müjdeler arasında, o gün düşmanlara kaptırma­dığın yemeklerle sütlerin hesabı başta bulunuyordu.

İngilızlere zarar vermeyi ise, bilhassa, yaya geçitlerinde otobüsleri ve otomobilleri durdurmakta bulmuştun :

Londra’nın ana caddelerinde yaya geçitleri çok sıktı ve her geçitin başında, vasıtalara «dur!» işaretini verecek düğ­meler vardı. Yolcular, bu düğmelere basmak suretiyle, vasıta­ları durdurmak ve karşıya geçmek imkânına sahiptiler. Bizim, derslerine devam ettiğimiz yaşlı bir İngiliz öğretmeni, vasıta­ların, bu yaya geçitlerindeki durup beklemelerinin İngiltere’ye çok büyük para kaybına sebep olduğunu söylemişti. İşte sen, öğretmeninin sana yaptığı o mânâsız baskının öcünü, İn­giliz petrollerini lüzumsuz yere biraz daha fazla yaktırarak almakta bulmuştun. Okul dönüşlerinde otobüse binmez, ge­çitlerde düğmeye basmak suretiyle sık sık karşı kaldırıma ge­çer, kırmızı lâmbalar sönüp de yol açılıncaya kadar dizilen otomobil ve otobüsleri zevkle seyrederdin.

KAYNAK: Nejdet SANÇAR, Afşın’a Mektuplar, Afşın yayınları.