Necati CUMALI’dan Bir Öykü: HALK NEYİ SEVER? 

Türk Edebiyatı Tarihi:

Necati CUMALI’dan Bir Öykü

HALK NEYİ SEVER? 

DOĞRU DÜRÜST bir kazancım yoktu o ara. Babamın sofrasında karın doyuruyor, cep harçlığımı çıkarabilmek için günlük bir gazeteye kısa öyküler yazıyordum. Yazdıklarım hafif denilen türden
şeylerdi. Elime geçen para da öyle. Bir öyküyle bir haftalık cigara paramı ancak karşılayabiliyordum.
Çoğunlukla akşam yemeğinden sonra, sofra kaldırılınca, yemek masasında yazardım o öyküleri. Kız kardeşim mangalın başında yün örer, babam en küçük haberlerine, ilanlarına kadar okuduğu gazetesine dalmış olurdu. Mutfaktan annemin küllü suyla, sabunla iki üç kez yıkadığı bulaşıkların tıngırtıları gelirdi. Yazım, odanın o dinginliği içinde hızla ilerler, annemin odaya girmesine yakın sonuna yaklaşmış olurdu. Annem, gözleri bende, eşikte durakladıktan sonra, sessizce girerdi odaya. Mangalın başındaki yerine oturur, bulaşıkları yıkayıp durularken kabarmış donmuş
ellerini ısıtarak, sabırsızlığını dışa vurmadan yazımı tamamlamamı beklerdi. Sonunda mutlaka okutup dinlerdi yazdığımı.
O akşam, kalemimi masanın üstüne bırakıp sandalyemde geriye yaslandığımı görünce, bitti mi? dedi, hadi oku …

Okudum. «Çaren idi yazdığım öykünün adı.
Bankada çalışan bir genç kız, üç akşamdır işten çıkınca, uzun boylu, yakışıklı bir delikanlının ardına takıldığını, kendisini izlediğini görüyordu.
Dördüncü akşam, işten çıkarken kendiliğinden delikanlıyı aramıştı bakışları. Kaldırımda beklediğini görmüş, sonra ürkmüş, kurtulmak istemişti sarkıntılığından. Delikanlı ise artırmıştı cesaretini. Neredeyse omuz omuza yürümeye başladıkları bir sırada, kız, önünden geçtiği ilk dükkana atmıştı kendini. Girdiği yer kitapçıydı. Hem kitapları, dergileri karıştırıyor, hem de camdan dışarısını gözlüyordu. Delikanlının bir süre vitrindeki kitaplara baktıktan sonra çekip gittiğini görünce, çıkmıştı kitapçıdan. Ama daha dört beş adım atmadan ensesinde duymuştu delikanlının soluğunu. Bu kez yabancı giyim eşyası satan bir dükkana girip çıkmıştı. Delikanlıyı her kez yanı başında bulunca böyle böyle bir başka kitapçıya, incik boncuk satan bir dükkana, bir tuhafiyeciye girip
çıkmak zorunda kalmıştı. Girdiği her dükkanda satıcı kızlar, delikanlılar rahat vermiyorlardı. Buyurun efendim? Ne istersiniz efendim? Neyi beğendiniz? Sanki kendisinin delikanlının elinden
kaçıp kurtulmak için dükkanlarına sığındığını, alıcı olmadığını, daha önce başka dükkanlara girip çıktığını biliyorlarmış, yüzüne vuruyorlarmış gibi bir tutumları vardı. Gittikçe sıkıştırıldığını, zor
durumda kaldığını duyuyordu. Sonunda bu yüzden bir ruj almak zorunda kalmıştı. Ayın yirmisini geçiyordu. Çantasında topu topu ay sonuna kadar otobüse, öğleleri birer sandviç yemeğe yetecek parası vardı. Üstelik doğru dürüst ruj da kullanmazdı. Bir çift çorap alsaydı, hadi neyse, ne gereksiz şeye gitmişti parası… Ne yapabilirdi?

Başka çaresi yoktu ki! Oğlan girdiği dükkanın vitrinine neredyese yapıştırmıştı yüzünü! Ona karşı da kurtarmak zorundaydı onurunu…. Gelgelelim rujunu alıp dışarı çıkınca oğlanı yine karşısında görmez mi? Ağlayacak gibi olmuşken gülümseyivermişti…
Eleştiriciler, istedikleri kadar hafif desinler, ciddi bulmasınlar bu türlü öyküleri. Ben hafif de olsalar yakınlık duyuyordum yazdıklarıma. Benden bir şeyler vardı onlarda. Gülüyor, ya da duygulanıyordum. Gençliklerinin en güzel günlerini gündüzleri elektrik ışığı ile aydınlanan kapalı salonlarda, masa yığınları arasında geçiren o genç
kızların dar gelirleriyle mutluluk arayışları, düşlere kapılmaları yazılmaya değerdi bence. Okumamı bitirince annemden, kız kardeşimden bir iki
tatlı, övücü söz bekledim. Kız kardeşim gülümsedi. Nedense o daktilo kızların ardına düşen delikanlılar, öykülerde hep böyle uzun boylu, yakışıklı, iyi giyimli, üstelik de paralı olurlar, dedi …
Annemde ses yoktu.
– Nasıl? diye sordum.
Dudak büktü.
– Beğenmedin mi?
– Ne uğraşıyorsun bu saçmalarla?
Biraz bozulmuştum.
– Dergileri yönetenler, yazı işleri müdürleri
böyle öyküler istiyorlar. ..
– Neden?
– Halk böylesini istermiş. Bu türlü konulardan hoşlanırmış …
– Laf!
Söylemek istediği bir şeyler olduğunu anladım. Konuşurken gözü önünden gitmeyen, hatırladığı bir yere takılmış kalmış gibiydi bakışları.
Sordum :
– Ya ne yazayım?
– Zeytinyağı fabrikası işçilerini yaz.
– Nesini?
– Nesini olacak? Görmüyor musun? Nasıl
yaşadıklarını, nasıl çalıştıklarını …
Evimizin bulunduğu sokağın üst başında bir zeytinyağı fabrikası, alt başında bir yağhane vardı. Deve kollarının, yük arabalarının getirip yere
yıktığı, olgun tanelerden sızan yağlar la kararmış zeytin çuvalları keserdi sokağımızın her iki girişini. Dizlerine kadar sıvadıkları eski yamalı pantalonları, yamalı basma gömlekleri yağa batmış, bulanmış yalınayak işçiler, sırtlar, içeriye taşırdı bu çuvalları. İşlik diye, omuzlarını sırtlarını örten, dipteki dikiş yerinden çukurlaştırarak başlarına iliştirdikleri boş bir çuval sarkardı arkalarında. Kollarının, bacaklarının bütün kılları, kaşları, kirpikleri, saçları yağdan ışıl ışıldı. Fabrika elektrikle çalışırdı. Yaşlı bir baba ile oğlunun işlettikleri yağhane bir çeşit değirmendi. Oğul, yağhanenin hemen hemen bütün işlerini döndürürdü.
Çuvalları sokaktan içeriye taşır, değirmenin oluğuna çekirdekleri kırılacak taneleri döker, cendereye girecek keçe torbaları doldurur, gelen giden
üreticilerle ilgilenirdi. Baba ise değirmenin taşını döndüren oka koşulu, kendisi gibi zayıf bir beygirle yan yana, sabahtan akşama, yuvarlak taş havuzun yöresinde, döner dururdu.
Annem :
– Ne zaman o fabrikanın, yağhanenin önünden geçsem yüreğim ezilir, içime kan oturur, diye ekledi. O gün öğle yemeğinden sonra kardeşimle bir tanıdıklarına misafirliğe giderlerken,
fabrikanın önünde bir konuşma ilişmişti kulağına.
İki işçi, aralarında bir tabak zeytinyağı, fabrikanın kapısı önünde kaldırıma oturmuşlar, ekmeklerini zeytinyağına banarak karın doyuruyorlardı.
Biri, biz de hak etmediysek cenneti, demişti, kim
hak eder?
Annemin sesi titriyordu :
– Yaa, böyle dedi işte …
Ağladığını hiç bilmem. Büyük annemin ölümünde bile yaş görmemiştim gözlerinde. Ama bunları söylerken neredeyse ağladı ağlayacaktı :
– Kulaklarımla duydum. Ne bir kelime ekledim ne çıkardım. Böyle dedi koskoca adam …
– Haklısın. Çok güç çalışma koşulları …
– Yazsana öykülerini…
Yatışıyordu.
– İyi ama nesi öykü bunun? Olay yok, başı
sonu yok. ..
– Daha nesi olsun? Bir çinko tabak zeytinyağı, bir somun ekmekle, koskoca iki adam, sağlıklı doksanar kiloluk iki adam, karın doyuruyor …
Biraz durakladı, düşündü, duyup da dile getiremediği bir aksaklık olduğu kanısındaydı bu işte.
– Acı, dedi, çok acı! Haksızlık!.
Elbet yazmak isterdim onların öykülerini.
Ama nasıl? Her gün görüyordum onları, tanıyor, selamlaşıyordum. Mevsimlik işçilerdi. Zeytin bitince, bağlarda, tütün tarlalarında çalışırlardı. Yarı aç yarı tok da olsalar, çoğunlukla şaşılacak kadar sağlıklıydılar. İşveren belki de sağlıklı olanları seçip alıyordu fabrikasına. Annemin dediği gibi acıydı yaşamları. Taneden zeytinyağı durumuna getirdikleri o altın değerindeki üründen, açlıklarını gidermek umutlarını cennete bırakacak kadar az pay almalarında açık haksızlık vardı. Cennetteki yerlerini sağladıklarına inanarak avunmaları ise büsbütün dokunuyordu insana. Ama yine de henüz bir öykü konusu çıkaramıyordum onlarla olan karşılaşmalarımdan. Bazı ünlü yazarlarımız gibi, evdeki hasta çocuğundayken aklı, o yüz yirmi kiloluk çuvallardan birinin altında, ayağı kayarak öldürmek de gelmiyordu elimden onlardan birini.
– Gazeteler istemezler böyle öyküleri, dedim.
Kim öykü der bu kadarına? Kim öykü diye okur, kim sever?
Annem neredeyse kızdı :
– Ben okurum. Ben severim! Sen selam söyle o yazı işleri müdürlerine, halk ben değilsem, o işçiler değilse, halk kim?
1976