Mustafa BAYDAR: ZİYA GÖKALP’I, KARDEŞİ NİHAT GÖKALP ANLATIYOR

ZİYA GÖKALP’I, KARDEŞİ NİHAT GÖKALP ANLATIYOR

Mustafa BAYDAR

1947 yılının nisan ayında Di­yarbakır Lisesi Edebiyat öğret­menliğine atanmıştım. O yıl ay­nı zamanda Cumhuriyet’in Di­yarbakır muhabirliği de üzerimde idi. Mesleğim gereği ön planda yapacağını çalışmalardan bi­ri de Ziya Gökalp’in doğduğu ve yetiştiği bir yer olan burada akraba ve yakınlarından anılar ve bilgiler toplamaktı. Bu nedenle gelişimden kısa bir süre sonra Ziya Gökalp’in kardeşi Nihat Gökalp’i evinde ziyaret ettim.

Bir yaz günü idi. Nihat Bey, baba yadigârı ve Diyarbakır’a özgü yerel evlerinin bahçe için­de ve ayvan denen yüksekçe bölümünde havuz kenarında çocukları ile beraber oturuyordu. Beni büyük bir nezaketle kabul etti. Kendisi ile ilk tanışmanın mutad sözleri biter bitmez, bir süre basınımız üzerinde durduk. Çünkü kendisinden Cumhuriyet’in bir mensubu olarak ran­devu almış bulunuyordum.

Biraz sonra asıl konumuza gi­rerek, kendisiyle konuşup gerekli notları almaya başladım. Nihat Gökalp diyordu ki:

Abdullah Cevdetin Ziya Gökalp’i ziyareti

“Ebüzziya Tevfik, çok serbest fikirli ve Türkçü idi. Abdullah Cevdet, Dozy’nin «Essai sur 1’ Histoire de l’Islamisme» adlı e­serini «Tarih-i İslâmiyet» şek­linde dilimize çevirmişti. Bu kitapta Hz. Muhammed aleyhine ağır sözler vardı. Abdullah Cev­det, kitaba kısa bir mukadde­me yazarak eseri sahibinden zi­yade alkışlamıştı. Bu kitap, matbuatta ve Mebusan Meclisinde büyük gürültülere sebep olmuştu. Sonra piyasadan toplatıldı.

Bu hareket üzerine, Ebüzziya gerek bu eserin müellifine, ge­rek tercüme edene karşı bir kuvvet kullanmaktansa, fikren, il­men mukabelede bulunmanın daha faydalı olacağını söylemiş ve bütün dünyadan bu kitabın ortadan kaldırılamayacağını ileri sürerek, eserin bu vaziyet karşı­sında daha büyük bir alâka ile okunduğunu ilâve etmişti.

Bir gün Abdullah Cevdet ağabeyime geliyor ve diyor ki:

—  İşte ben kitabı gizlice bas­tırdım ve mukaddemeyi çıkart­tım.

Bu söz üzerine Ziya Beyle Abdullah Cevdet arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

Ziya Bey:

— Mukaddemeyi niye çıkart­tın?

Abdullah Cevdet.

—  Pekiyi beni idam mı etsin­ler?

Ziya Bey:

—  İnsan kanaati uğruna seve seve asılmaya gider.”

***

«Ağabeyinizle aranızda kaç yaş fark vardır?»

«İki yaş. O. 92 (M. 1875), Ben 94 (M. 1877) doğumluyum»

«Ziya Beyin bariz vasıfları ne­lerdi?»

«Hür fikirli ve hiç bir şeyden çekinmezdi. Bu zamanda bilhassa İstanbul’da jurnalcılar ve hafiyeler pek kesif bu halde bulunuyor, hür fikirli ve aydın gençler sürgüne gönderiliyordu. Bu yüzden İstanbul’da başımı bir felâket gelir diye dayımla amcam ağabeyimi İstanbul’a göndermek istememişlerdi. Bu vaziyet karşısında ağabeyim Di­yarbakır’daki mülkiye idadisine verilmişti.»

«Ziya Bey, Fransızcayı kendi kendine nasıl öğrendi?»

«Mülkiye idadisinde ders yılı sonunda bir merasim yapılıyor. Bu merasimde Mektep Müdürü Halil Bey, Ziya Bey hakkında şu sözleri söylüyor: «Muallimleriniz birçok dersten sizin çok üstün bir talebe olduğunuzda ittifak etmişlerdir. Hattâ bazı bakımlardan kendilerine tefevvuk et­tiğinizi de gizlemiyorlar. Fransızcanız orta dereceden çok yüksektir. Buna rağmen ben sizi Fransızcadan mahsus ikma­le bırakıyorum. Bu, sizin için bir izzetinefis meselesi olsun. Tâ ki bu lisanı da bildiğiniz Türkçe. Arapça ve Farsça dilleri de­recesinde öğrenmiş olasınız. Bu yaz tatilinde çalışmanız sayesin­de Fransızcayı da tamamen elde edeceğinize eminim.»

Bu merasimden sonra Ziya Bey eve geldi. İkmal imtihanı­na girinceye kadar kimse onu sokakta, çarşıda göremedi. Eve kapandı ve sadece Fransızca ile meşgul oldu. İkmal imtihanını büyük bir başarı ile verdi. Ziya Beyin artık bundan sonra elin­den Fransızca kitaplar düşmez oldu.»

İntihar olayı

«Ziya Beyin hayatta, kendisi­ne büyük tesirler yapan ne gibi hâdiseler olmuştur? İntihar olayının içyüzünü anlatır mısınız?».

«Bu sorunun cevabı için size Küçük Mecmua’nın 17. 18 ve 19 uncu sayılarındaki “Felsefi Vasiyetler”i okumanızı tavsiye ederim.»

Nihat Bey, ricam üzerine bu sayıları okumak üzere bana ver­di. Kendisinin bu konuda mutlaka bilgisi olacağını söyleyerek intihar olayı ve nedenleri üze­rine konuşmasını ısrarla rica et­mem üzerine aşağıdaki bilgiyi verdi:

«Ağabeyim Diyarbakır’da okur­ken dini konulara dalmıştı. O­nun kafasında müspet ilimle din zaman zaman çatışıyordu. Ağabeyim, bazı dini esasların ten­kid edilebilmesinin lüzumuna inanmış görünüyordu. Çünkü bazı inanışları, alışılmışlara pek uymuyordu. İşte o buhranlı yıl­larında başından bir intihara te­şebbüs olayı geçmişti.

Amcam Hasip Bey, medrese tahsili yapmış, ilm-i kelâm, ta­rih v.s. ile meşgul olmuş, Bağ­dat mıntıkalarında yüksek me­muriyetlerde bulunmuştu. O, Ziya Beyin fikirlerindeki bu mücadeleleri sezmişti. Ağabeyi­me Arapça tasavvuf ve felsefeye ait en mühim kitapları okuttu. Sonra ağabeyime, okuduğu bu dinî ve felsefî kitaplarla ve ko­nuştuğu kimselerin telkinleriyle yanlış yola sapmasın diye «Ed-dalâl minel dalâl»* adlı dini bir kitabı okuttu. Nihayet amcam ağabeyimin fikirlerinin çok ol­gunlaştığını anlayıp, onun yanlış yola sapmayacağına kanaat geti­rince, Ziya Beyi serbest bıraktı: “Artık istediğin kitabı okuya­bilir ve istediğin kimse ile mü­nakaşa edebilirsin” dedi.

Ziya Bey’in arapça ve farsçası çok kuvvetli idi.

Rumî 1311 (M. 1895) senesinin ramazanında Diyarbakır’a gel­dim. O vakit askeri lisenin son sınıfına geçmiştim. Ağabeyimin intiharı meselesini ablamdan ve büyük annemden etraflıca dinledim.

Ağabeyim, muhakkak İstanbul’a gitmek istiyordu. Amcam da eğer İstanbul’a, gitmesine mü­saade edilmezse belki de yeniden intihara teşebbüs eder diye da­yım nezdinde ısrarda bulundu. Fakat dayım kabul etmedi.

Bunun üzerine ağabeyimle aramızda anlaştık. Ben Diyarba­kır’dan İstanbul’a giderken o, sanki beni uğurlamaya gelecek ve oradan birlikte İstanbul’a gi­decektik. O zaman bizim mağaza ve bahçelerimiz vardı. Gerekli parayı oralardan temin ettim. Bir yığın yolculuk eşyasını ab­lamın evinde hazırlattık. Diyar­bakır’dan hareket ederek Erzu­rum yoluyla Trabzon’a geldik. Oradan da vapurla İstanbul’a gittik.

Trabzon’dan amcama şöyle bir telgraf çektim: “Ağabeyim Trab­zon yolu ile İstanbul’a hareket etti.”

O zaman ben askeri lisenin son sınıfına geçmiştim. Bu vaziyet karşısında dayım ve amcam, bu emr-i vakii kabul etmek zorunda kaldılar.

Ağabeyimin maksadı Mülkiye-i Şahaneye girmekti. Orası da üc­retli veya nehari (gündüzlü) idi. Biz de birkaç senelik lâzım olan parayı hazırlayamamıştık. Ağa­beyim, uzıınboylu beklemeyi mü­nasip görmemiş, nihayet Baytar mektebine leyli meccani (parasız yatılı) girmeyi muvafık bulmuş­tu.

Bu zamanda “Genç Türkler”in teşkilâtından haberdar oluyor ve onlarla muhabereye giriyor. Ya­zıları da onların gazete ve mec­mualarında çıkmaya başlıyor.»

«Yine İntihar konusuna dönsek…»

«Bir arkadaşı ağabeyime, ye­lek cebine sığacak biçimde küçük bir rövolver hediye ediyor. O da buhranlı bir anında onu alnına dayayarak tetiğe dokunu­yor. Mermi, alın kemiğine yayı­lıyor. Abdullah Cevdet, haç şek­linde alnını yarıyor, kurşunu çıkarmak istiyor Fakat kemiği parçalamadan çıkaramıyacağını anlayınca öylece bırakıyor ve içinde kurşun olduğu halde te­daviye geçiyor. Abdullah Cevdet’e göre kur­şun yarasının filmleri Fransız Hastanesince çekilmiştir. Biri cepheden, biri profilden. Bu filmler, kurşunun kemiğin dış sathına yayıldığını ve kemiğin kalınlığının yarısına kadar bi­le nüfuz etmemiş olduğunu göstermektedir.»

Taşkışla’da

«Taşkışla’da tutukla iken ağa­beyinizi ziyarete gider miydi­niz?»

«Evet. Ancak Divan-ı Harp Reisi Ferit Reşit Paşanın mü­saadesiyle gidebilirdim.

Reşit Paşayı büyük zorlukla bulduğumda kendisine dedim ki: “Ağabeyim suçsuzdur. İşte bundan cesaret alarak işlerini takip etmeyi kendime bir borç bildim. Eger onu suçlu bulsaydım, neticede ben de onun suçuna kendimi ortak etmiş ola­cağımdan böyle bir işe girişmezdim. Binaenaleyh, mahke­menizin hiçbir tesir altında kal­mayarak bitaraf bir vicdanla muhakemeyi hır gün evvel yapmanızı sııret-i hıısıısiyede siz den rica ediyorum.”

Bunun üzerine Reşit Paşa, “Ben binbaşı iken Diyarbekir’de bulundum. Belli başlı aileleri tanırım. Eğer dediğin gibi ağabeyinin suçu yoksa bizim mahkeme civarın tesiri altında kalmaz, beraat eder.” dedi ve ilâve etti: “Yarın ağabeyinle Taşkışla’da görüşürsün, ben icap eden yerlere emir veririm.” de­di.

Ertesi gün Taşkışla’da ilk gö­rüşmeyi yaptık. Her hafta Re­şit Paşa’yı muhtelif konak ve kışlada arardım. Çünkü onun dört ayrı yerde konağı vardı. Kendisini bulabilirsem ertesi gün için izin alır, ağabeyimle görüşürdüm.»

«Serbest konuşabilir miydi­niz?»

«Hayır, yanımızda adam bu­lunurdu. Görüşmemizde ihtiya­cı olan parayı yanına bırakır­dım. Orada vazifeli Mehmet Ağa elinden alırdı. Birkaç de­fadan sonra ağabeyim, beni pa­ra bırakmaktan menetti. “Bu adam parayı alıyor, bana ver­miyor, bari sen harcet.” dedi.

Bunun üzerine yanına yalnız eşya ve yiyecek götürmeye başladım. Yıkanmış çamaşırlarını bırakır, kirlilerini alırdım.

Bir de Kur’an’dan başka kitap müsaadesi olmadığından kendisine bir Kur’an-ı Kerim götürmüştüm. Taşkışla’da bu­lunduğu dokuz aylık müddet zarfında bütün meşguliyeti, Kıır’an’ı büyük bir dikkatle tetkik oldu. Çünkü o yaşta Arapçaya vukufu çok yüksek bir derecede idi.

Bu dokuz ay ıçinde kendisini bir defa Divan-ı Harbe çakıl­mışlar. Akrabadan Cemil Asena’nın yazdığı bir mektubun bir cümlesinden tevilen mana çıkarmışlar.

Ziya Bey, “Bu cümlenin ma­nası kabil-i tevil değildir. Sa­rihtir, hiçbir siyasi ve mecazî mefhum gizli değildir” demiş. Bu kadarla mahkeme bitmiş. Bir sene hapisle ayrıca Diyar­bakır’da ikamete mahkûm edil­di.

Dokuzuncu ayın sonunda Sul­tanahmet’teki umumi hapishane­ye gönderildi. Orada üç ay kaldı. Bu hapishanede meşruiyet ta­raftarı Naim Bey isminde ihti­yar bir zatla tanışıyor. Onunla olan muhaveresini Küçük Mecmua’nın 19’uncu sayısında Felsefi Vasiyetler serisinin üçüncüsünde “Pirimin Vasiyeti” makalesinde yazmıştır.

Burada da üç ayını bitirince 1315 (1900) bir polis nezaretinde vapurla İskenderun’a gönderiliyor. İskenderun’dan da Diyarbakır’a geliyor. Burada kendisini serbest bırakıyorlar. Yalnız haftada bir gün polis müdürlüğün­de ispat-ı vücut etmesi lâzım.

Diyarbakır’daki çalışmaları

Diyarbakır’a geldiğinde amca­mız ölmüştü. Onun vasiyeti üzerine kızı ile evlendi.

Bu zamanda Diyarbakır’da yaşlı ve genç, askeri ve sivil vatandaşlardan muhtelif mesleklere mensup menfiler (sürgünler) vardı. Bunların içinde bilâhire yanı meşrutiyetten sonra Derviş Vahdetî gibi fena zihniyetli kimseler de çıktı.

Ziya Bey, bunlardan maişet müşkül vaziyette olanlara un toplamak, kızlarını evlendirmek isteyenlere imkân hazırlamak, öğretmenlik yapmak isteyenler öğretmenlik bulmak, resmi ve hususi ders vermek isteyenlere ders temin etmek gibi devamlı yardımlarda bulunuyor ve bunlardan büyük bir zevk duyuyor­du. Bu işlerde sözü resmi ve gayriresmi zevata geçerdi. Te­min ederim ki kendi muhitin­deki menfîler refaha kavuşmuş­lardı. Ayrıca şeref ve mevki sa­hibi de olmuşlardı. Çünkü on­larla aleni ve gizli içtimalarda, eğlenti mahallerinde bulunduğu­nu muhit görüyordu. Bu şekilde muhitin şefkati menfiler üzeri­ne teveccüh etmişti. Eğlenti gi­bi, ziyafet gibi meselelerde Ziya Bey, masrafı kendi üzerine alı­yordu. O zaman babamızın bı­raktığı miras, bol irat getiriyor­du. Amcamızın bıraktığı servet ise babamızınkinin nispet kabul etmez derecede fevkinde idi. Evlenen erkek veya kız, menfi ailelerine ait olursa ağabeyim, onların sağdıcı olurdu. Yani bü­tün masrafı üzerine alırdı. Ziya Bey’in kendine ait mesire yerleri vardı. Buralara çok me­raklı idi. Menfîleri oralara gö­türür ve onlara kır hayatı ya­şatmak isterdi.

Bir de kendisinin fikir arka­daşları vardı. Onlarla tenha yer­lere gider, sağa sola bakmadan serbestçe konuşurlardı.

Ziya Gökalp’in asıl meşguliye­ti iki sahada cereyan ederdi. Bi­rinci meşguliyeti muhiti tenvir edip gençliği kuvvetlendirmek ve meşrutiyet için çalışmak. İkin­cisi ise ilim ve fen adamlarıyle, klâsik ve en yeni eserlerle te­masta bulunarak felsefe, içtima­iyat ve tababette kudret sahibi olmak.

Tabii bütün bunlar istibdat za­manında oluyordu.

Doktorluğu

Ziya Bey, askerî, sivil doktor ve ayrıca eczacılarla veya Diyar­bakır’da sürgünde bulunan dok­torlarla devamlı temas halinde idi. Tıbba ait değerli ve en yeni eserleri getirtirdi. Tababetin na­zari ve ameli kısımları üzerinde uğraştığı gibi, hastalar üzerinde de sekiz sene kadar çalıştı. Ken­di ailesi efradı ile akrabaları­mızın hastalarını tedavi ederdi. Mühim hastalar için yapılacak konsültasyon gibi danışma top­lantılarında gayriresmi mahiyet­te bulunur ve fikirleri doktorlar üzerinde müessir olurdu. Kon­sültasyon raporları, onun nokta-i nazarları da göz önüne alınarak yazılır ve doktorlar tarafından imza edilirdi. Kendisi hiç bir zaman tıbbi bir reçete veya rapora imza koymamıştır. Bu meslek arkadaşları arasında Kol­ağası Dr. Yorgi Bey ve Amerika’da yüksek tahsil görmüş olan eczacı Demosten Efendi’yi çok sever, münasebet düştükçe onlardan, bilhassa Yorgi Bey’den bahsederdi. Küçük Mecmua’nın 18.inci sa­yısındaki «Hocamın Vasiyeti» makalesinde yazılı olan Dr. Yorgi işte bu zattır. Esasen kendisi yüksek bir baytar olduğundan ve tıp adamlarıyle bu yolda 8 sene­lik çalışmaları bulunduğundan, doktorlar tarafından doktorluğu, hatta hocalığı kabul edilmişti.»

«Öliimünden sonra ağabeyinizin evdeki yazıları ile ilgilenen oldu mıı?»

«Ziya Gökalp’ın ölümünden he­men sonra Yunus Nadi matbaa­sında çalışan Gözlüklü Şükrü Bey’i evimize gönderdi. Onun vasıtasiyle yolladığı mektupta, “Zi­ya Bey’in ne kadar basılmamış yazısı varsa gönderin. Bunları gazetemde basacağım” diyordu.»

KAYNAK: TTA, Cumhuriyet, 1974, Ziya Gökalp Özel Eki.