Metin BOZDEMİR: Altın Kural

Altın Kural

Metin BOZDEMİR

Hayatımızı devam ettirmek ve emanet olarak verilen bedenimizi sağlıklı bir şekilde sahibine teslim etmemiz için muhteşem bir tasarım eseri olan beslenme organlarımızın yanı sıra, ifrazatı sağlayan sistemimizi yaratan Rabbimize ne kadar şükretsek kafi gelmeyeceğini düşünürüm bazen…

Sağlığımızla ilgili problem yaşamadığımız sürece ne kadar büyük nimetlerle kuşatıldığımızı farketmeyiz çoğu zaman. Tefekküre daldığımızda insana bahşedilen muazzam sistemlerimizde ki harikuladeliğin ve hikmetlerinin başımızı döndürecek çapta olduğunu görürüz.

Yiyip, içtiklerimizin ihtiyacı olanlarını bir fabrika gibi sindiren, ayrıştıran, enzimleyen vücudumuz, kalıntılarını da değişik ifrazat yollarıyla dışkı, ter vs. olarak atılmasını sağlar. Eski çağlarda nasıl sağlanırdı bu ihtiyaç bilmiyorum ama temizliği sadece önem arzeden değil insan olmanın asli bir parçası olarak gören medeniyetler zaman içerisinde tuvalet kültürünü de geliştirdiler.

Mesela Avrupa Orta Çağı yaşadığı dönemde kanalizasyonun bulunmaması sebebiyle salgın hastalıklarla boğuşurken, Osmanlı İmparatorluğu termal kaplıcaların ve hamamların keyfini çıkarıyordu. O dönemde akıl sağlığı bozuk insanlar, içlerine şeytan girdi diye yakılırken, Osmanlı su sesinin rahatlatıcı etkisini kullanarak hastaları tedavi etmeye çalışıyordu. Paris’teki Versailles Sarayının 1300 odası olmasına rağmen tek bir tuvaleti olmadığı söylenir.

Paris’in kanalizasyon sisteminin olmayışı pek çok yeniliğin de bu şehirde çıkmasına sebep oldu aslında. Örneğin şemsiyenin keşfi sanıldığı gibi, yağan yağmurdan korunmak için değil, lazımlıklara yapılan ve pencerelerden dışarıya savrulan pisliklerden korunmak için yapıldığı rivayet edilir. Doldur boşalt olarak özetleyebileceğim bu fiziksel sistemle beynimiz arasında bir benzerlik olduğu aklıma düştü nereden geldiyse…

Yeme içme beslenme görevlerini sağlayan organlarımız gibi, düşünme, idrak etme, ve sevketme görevlerini ifa eden beynimiz benzer şekilde, görme, işitme gibi organlarımızla beslendiği aşikar…

Fiziki performansımız aldığımız yiyecek ve içeceklerin kalitesine bağlı olduğu gibi, beyin fonksiyonlarımızın sağlığı da, görme – seyretme, duyma – dinleme ve okuma faaliyetlerimizin kalitesine göre şekilleneceği de bilimsel bir gerçekliktir. Bunun için Mevlana “güzel gören güzel düşünür” buyurmuş…

Yediğimiz ve içtiklerimizle karekterimiz arasında bağlantı olduğu iddia edildiğine göre, abur cuburla beslenen bir vücudun kofluğu gibi, herşeye yüzeysel bakan, öylesine dinleyen, okumayan dolayısıyla çalıştırılmayan bir beynin, sağlıksız doldurulmuş bir mideden farkı olmasa gerek…

Fiziki ihtiyaçlarımızı karşıladığımız beslenme neticesindeki tabii olarak yaptığımız ifrazatın, utanma duygularıyla tuvalette ve banyoda kendi kendimizle baş başa arınma işlemlerinden ayrı, gurur duyduğumuz ve göstermekten çekinmeyeceğimiz başka bir yolu var ki… O da terimizdir. Nitekim en hayırlı kazanç alınteriyle yapılanıdır buyurulur dinimizde, töremizde…

Midemiz gibi beslendiğine ve doldurulduğuna göre beynimizin de bir nevi ifrazat sistemi olması gerekir.

Şair’e ; “Evet, her şey bende bir gizli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,
Yetişir çektiğim mesafelerden!” mısralarını yazdıran ve
“Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş, / Fikir çilesinden büyük işkence”ler çekenleri alınan gıdaların alınterine dönüşmesi çerçevesinde değerlendirip biryana koyarsak “sağlıksız beslenmiş beyinlerin ifrazatı nasıl olabilir”i yükse sesle düşünüyorum.

İşte bu noktada okuduğum bir hikaye geldi aklıma…

“Bir gün bir taksiye atladım, hareket ettik. Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden önümüze çıktı. Taksi şoförü sert bir şekilde frene bastı kaydı ve diğer arabaya çarpmaktan milim farkıyla kurtuldu. Diğer arabanın sürücüsü camdan başını çıkartıp bağırmaya ve küfretmeye başladı. Taksi şoförü ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı. Tavrı gerçekten de çok arkadaşçaydı. Taksiciye sordum;

– Neden bunu yaptınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastaneye gönderecekti. Şoför;
pek çok insanın çöp kamyonu gibi olduğunu söyledi ve devam etti:
– Birçok insan her tarafta çöp dolu olarak dolaşıyor. Bunların yükleri de; kızgınlık öfke ve hayal kırıklığıdır. Çöpleri biriktikçe onu bırakacak bir yere ihtiyaç duyabilirler ve bazen sizin üzerinize bırakabilirler. Sakın kişisel olarak üstünüze alınmayın, sadece gülümseyin onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp işyerinize evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın.”

Sindirip sistemlerinin arınmasını dört duvar arasında yapma kültürüne sahip olan insanların, “beyin ifrazatı” denebilecek öfke, küfür, ve benzeri boşalımlarını Ortaçağ Paris’indeki gibi şemsiye icat ettirmeyecek şekilde yapmaları medeni olmanın gereğidir.

Hele “ya hayır söyle, ya sus” buyruğunun muhatabı büyük davanın davacısı olan insanların, bırakınız küfür ve öfke tavırlarını, on düşünüp bir konuşmaları gerekir.

*                           *                      *

Çocukluğumuzda “iki güzel laf” edenin, ağzının içine düşer, iki kelime öğrenmenin hazzını yaşardık. Okul doyurmazdı açlığımızı, basmakalıp otomatiğe bağlanmış kitabi bilgiler sıkardı, idealist öğretmenler yoktu o zamanlar veya nasibimiz değildi. Müfredatın, sistemce mekanikleştirilen kurallarına bağımlı memurlarını, alacakları maaş ilgilendiriyordu. Fabrikadan nasıl bir ürün çıkar, önemli değildi onlar için… Mekanik bir sistemden çıkanlarda, kural koyucuları pek mahçub etmezdi zaten.

“Ocak”lar yeni tütmeye başlamıştı
Ve bizler imalat hatasıydık…

Ankara veya İstanbul’a okumaya gidenler çok şanslıydı. Kültür, ekonomi, sanat, siyaset, fikir… kısacası her alanın başkentleri…

Parasız yatılı devlet okullarını kazanabilenler, köylerinden, kasabalarından, ilçelerinden koparak, yeni yetme “imalat hatası” hocalara rastlayanlar da şanslıydı… Şanslılığını farkedenler gereğini yaparlar, bilgi açlığıyla istifade sınırlarını zorladıkları olurdu.

Bilgi ve hikmet denizine daldıkça kendisindeki eksiklikleri ve ömrü boyunca talebe olarak yaşayacağını hissedenler için, sınır da yoktu zaten…

Arayan bulur derler ya..
Mevlâ çıkarır karşınıza mutlaka…

Muhteşem bir tarihin mirasçısı bir toplumun tirit misali bile olsa kalıntılarında, bir nüve, bir maya , bir cevher olmaması mümkün değildi ki.. Fazlası vardı…

Şimdiki yeni yetmelerin, televole yıldızlarını gördüklerinde attıkları garip çığlıklar çıkmazdı gırtlağımızdan ama edeb ve vakar içerisinde heyecanlanır, dinler, sorar, öğrenir ve yaşardık.

Yıldızlarımızdı onlar…

Birisinin ismini atladığımda manevi şahsiyetlerine haksızlık yapmış olmaktan korkarak tek tek isimlerini zikretmeye gerek görmediğim, fakat hepinizin malumu Üstadlar, arandığında yanıbaşınızdaydı zaten, isteyeni bilgi ve hikmet komasına sokacak kadar.. Almasını bilene…

Bir sancak yarışıydı aslında… Kağan’ları, Han’ları, Sultan’ları, Başbuğları yetiştirenlerin nesilden nesile aktardığı bir sancak…

Yaşadıkları dönemlerde değerince kıymetleri bilinmedi belki..
Tanıyanları, bilenleri bile çok azdı belki.. Anlaşılmadıkları oldu, aşağılandılar, sigaya çekildiler, kınandılar, sınandılar, sürüldüler, cezaevlerine girdiler, üzüldüler, çilenin her türlüsüne reva görüldüler…

Yılmadılar, yıkılmadılar ve.. başardılar…

Başardılar ki, şimdi her fırsatta anılıyorlar, aranıyorlar ve rahmet okutuyorlar…

* * *

Onbeş yaşındaki oğlum karşıma geçip soruyor bazan… “Seyit Ahmet Arvasi’yi, Necip Fazıl Kısakürek’i tanıyor muydun ?” “Alparslan Türkeş’le hatıralarınızı anlatır mısın”,”adımı Muhsin koydun ama adaşım Muhsin amcamla neden beni sağlığında tanıştırmadın ?” vs… Kucağına işediğini hatırlamıyor tabi bebekken… Çocuklarıma anlatırken, çoğu cennet-mekan olmuş o değerli insanlarla ilgili utanacağım, pişmanlık duyacağım, ruhlarını inciteceğim bir mevzu olmadığının rahatlığıyla ve dilimin döndüğünce anlatıyorum. Nasıl motive olduklarını görüyorum. Model şahsiyet aramalarına gerek kalmıyor.

Evet.. Eskiden Üstadların konferanslarından, seminerlerinden, hikmetlerinden bizim gibi kıyıdan köşeden istifade edebilmiş tabiri caizse zurnanın son deliği denebilecek kadar şanslı, fakat bizzat o Üstad’ların dizinin dibinde yetişmiş, rahle-i tedrisinden geçmiş, edindiklerini çilelerle pişirmiş çok şanslı son nesil Üstadlara bir klavye tuşu mesafesinde ulaşabilmak, genç nesil için çok daha büyük bir şans, bir nimet değil midir?.. Ve nimete şükür, emanetçisine teşekkür gerekmez mi?…

Üstad’lar kolay mı yetişiyor?

Oğlumun bana sorduğu gibi torunumun da babasına bugün yaşayan üstadları soracağına eminim. Ve yaşamadığım bir mahcubiyeti, oğlumun ve akranlarının da yaşamasını istemiyorum ve gereğini yapmaya çalışıyorum.

Hz. Adem atamızla başlayıp, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimizin son resul olarak ümmetine devrettiği ve taşımaya en çok Türk Millet’inin ve nüvesi Ülkücülerin yakıştığı, günümüze kadar gelen ve kıyamete kadar devam edecek olan sancağı yere düşürmemek cehdindeki insanların, her şeyden önce abduh/kul/beşer olduğu unutulmamalı.. “resuluhu”ndan önce her fırsatta şehadet ettiğimiz gibi…

Kul olduğunu bilmek nefsini bilmektir.. Kendi nefsini bildiği kadar, başkasının da nefs taşıdığını bilmektir. “Nefsini bilen Rab’bini bilir” ancak “bilmek” söylendiği kadar kolay olmasa gerek…

İslam üzere ilk insan olarak yaratılmış Hz. Adem atamızdan bu tarafa “eşya” anlamında alabildiğine muhteşem bir tekamülle beraber assimetrik oranda “ahlaki” bir gerileme yaşandığı da vak’adır.. Ki Kur’an’da gerek geçmiş çağlar gerekse ahirzamanla ilgili ayetlerde anlatılan bir çok kıssa vardır bu konuda… Ancak, yaşadığımız çağda ebedi mutluluğu yakalamanın, geçmiş çağlara göre çok daha kolay olduğuyla ilgili müjdelerle doludur ayetler aynı zamanda…

Çok eskilere gitmeye gerek yok “müjde”lerin muhatabı olmak için…
Sırmalı kaftanınızla Bursa sokaklarında ciğer satmanızı isteyen Üftade gibi Üstad’lar yok artık.. ki “Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî “misali nefsi yenmek adına çoluk çocuğun maskarası olunsun.” Yavuz’lar yok artık, zamanın avanesince “Allah seni Yavuz’a vezir etsin” bedduasını alıp ta yanlış yapanların omuzu üstünde başı durmasın…

Gülümsemeyi hediye“, “kavmine hizmet etmeyi sultanlık” gören, “selamlaşmayı teşvik” eden, “bir insanı yaşatmak, tüm insanlığı yaşatmaktır” gibi insan merkezli muhteşem erdemler silsilesine sahip inanç kültürünün insanları olarak, “düşündüğü herşeyi söylemeyen ama her söylediğini düşünen” bir “ego kontrolü”, “özeleştiri”, nefs dizginliği; yaşadığımız bir çok problemin çözüm yöntemi neden olmasın?

Şimdilerde empati diyorlar buna… “Kendine yapılmasını istemediğini, başkasına yapmamak” Altın kural…

Ve bu altın kuralların, sıcak gündemdeki birlik/beraberlik arayışları çerçevesinde önemli çözüm yolllarından birisi olduğu da akıldan çıkarılmamalı..

Son söz Hz. Mevlana’nın

“Her iki cins arı aynı yerden gıda alır,
Birinde zehir, diğerinde bal olur.

Her iki cins ceylan, ot ve su ile beslenir,
Birinde gübre, diğerinde misk olur.

Her iki cins kamış aynı yerden sulanır,
Biri su ile dolar, diğeri boş olur.”

Saygılarımla…