KILIÇKIRAN’DAN ÇAKIROĞLU’NA- Gazi KARABULUT

KILIÇKIRAN’DAN ÇAKIROĞLU’NA

Hatırlatmak, yeniden ıstırap yüklü satırlarla yüreklere sızı salmak değil niyetim.  Ancak tam da “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül veren, sabırlı ve azimli fakat gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan ruh cephesinin maden işçileri olacaktır.” İfadesindeki ile birebir örtüşen yurdu yaşatmak için can veren şehitler kervanının yol başçısını ve son olması temennisi ile Fırat’ı hatırlatmadan, geçmek olmaz.

Hani kız kardeşi anlatıyor ya:

“Ağabeyim Ruhi’nin şehit düştüğü gün rüyamda Belen geçidini aşıp gelen binlerce insanın omuzlarında Al bayraklı tabutu görmüştüm. Düşümde bura neresi diye sorduğumda, Belen geçidi olduğunu bu geçitten sonra Cennet’e ulaşıldığı belirtildi. Ben o güne kadar Belen geçidini hiç görmemiştim. Rüyamı rahmetli anama anlatınca “İnşallah hayırlısı olur yavrum” demişti ve o günün ertesinde ağabeyimin şahadetinin haberi gelmişti. Sonraki yıllarda o Belen geçidini rahmetli Mustafa Ekerin cenazesine giderken gördüm. Osmaniye de görev yapan kıymetli bir ağabeyimizin memleketiydi Reyhanlı, olayı duyunca bizde gitmek istemiştik, o gün rüyamda gördüğüm Belen geçidi gözlerimin önündeydi, tıpkı rüyamdaki gibi bütün çevrede bulunan ülkücüler şehit kardeşimize dokunabilmek için Reyhanlı’nın yoluna koyulmuşlardı…”

Evet işte Osmaniye’nin kavruk yüzlü, bozkurt bakışlı, Hamza duruşlu ve Ülkücü Hareketin ilk şehidi idi Kılıçkıran.

Ve ardından yürek burkan Bedir yüzlü şehitler kervanı.

Bir kez daha hatırlayalım:

“Tıpkı Başbuğ’un “Çoğu zaman rüyalarıma girerler. Sanki geçit resmi yapar gibi. Gözlerimin önünden geçerler. Oruç Reis ile kol kola yürür Yusuf İmamoğlu, Dursun Önkuzu, Süleyman Özmen, Erdem Arabacı gibiler. Uykularım kaçar, kalkar Cenab-ı Hakka sığınır dualar okurum. Ercüment’im gelir aklıma. Mezar bile dar gelmişti yavruma. Mezara sığmamıştı.” dediği gibi benimde çoğu zaman yüreğimin ortasına otururlar. Hayret eder, hayran kalır, titreyip kendime dönmeye çalışırım o şehitlerin mücadelelerini dinledikçe, okudukça ve anlattıkça…

Ve ben de bölerim uykularımı, hiç olmazsa bir Yasin okuyayım, der onların ruhlarını şad etmeye çalışırım.

Aklıma gelir Mustafa Yardımcı’nın şehadetinden 155 gün sonra açılan mezarından o pak naşının defnedildiği şekli ile durması ve kurşun yediği yerden hala kan damlaması..

Göz yaşlarına boğulurum, Halil ile Selçuk’un “gelinlik” hikayelerini anlatırken ve Halil Esendağ ile Selçuk Duracık’ın idam sehpasına şehadet getirerek gidişi; idamlarının ardından mübarek naaşlarının Kıble istikametinde duruşu ile titrer yüreğim derinden.

Ardından Ali Bülent Orkun’un ailesine yazdığı mektubu okurum hıçkırıklarla:

Sevgili anneciğim, babacığım,
 
İdamım bir hafta daha ertelendi. Çok mutlu oldum. Sanmayın ki korkumdan. Korkmak ne kelime? Ben Allah’a kavuşmak ümidi ile bekliyordum bu günü. Ama yeni bir hatime başlamıştım. İdam edilseydim o hatimim yarım kalacaktı. Çok şükür ki bu bir haftalık sürede hatmimi tamamlayabileceğim. Sevincim işte bundandır.”

Yine dönemin cellatları tarafından idam sehpasına sunulanlardan biri Cengiz Baktemur düşer yadıma:

Derler ki, “Pişmanım, dersen idamını müebbede çevirebiliriz.” Bunun üzerine Cengiz Baktemur, “Hayır” der, büyük bir kararlılıkla. “O zaman inancımdan pişman olmuşum demektir.” 
 
Bunun üzerine idam sehpasına götürürler tam seher vaktinde. Ve son isteğini sorarlar. Kur’an ve bayrak ister. “Bu saatte nereden bulalım Kur’an ve bayrağı” dediklerinde, gidin hücremden getirin der.

Hücresinden okuna okuna yıpranmış bir Kur’an-ı Kerim ile, öpüle öpüle solmuş bir bayrak getirirler.

Son bir defa her ikisini de öpüp başına koyar ve kelime-i şehadet getirerek idam edilir.
Aslında orucunu açtıktan sonra kurşunlanan yol başçısı Ruhi Kılıçkıran ile başlar yüreğimdeki sızı…
 
Dalarım o destansı kahramanların Bedrin Aslanlarını hatırlatan şehadete yürüyen aşklarına…
 
Bir yanım Önkuzu olur patlar ciğerlerim, öbür yanım kanlara bulanan bir ekmek filesi gibi okul bahçesinin orta yerinde kalır Özmen vari.
 
Dayanmaz olur soğukta ter döktürür; karlı bir günde tipiye inat taşınan Mustafa Erol’un naşı…
 
Göze pınarlar kuruyup, canım içre canım giderken Gün Sazaklar düşer toprağa ve kervan Ak bir Yıldız ile devam eder ebed yolculuğuna.

Ve ardından bir yiğit daha düşer Ege’de toprağa…

“Oy yiğidim, oy civanım” ağıtları yakılır peşi sıra…

Tıpkı ağabeyleri için söylenen destanlar gibi.

Her biri kor olur kavurur içimi…

Ardından ettiğimiz yeminler aklıma gelir:

Yastığımız mezar taşı

Yorganımız kar olsun

Biz bu yoldan dönersek

Namus bize ar olsun” nidalarıyla…”
 
Öyleyse sonuç olarak diyelim ki, gelin ülküdaşlık hukuku adına bir kez daha yarınlarımıza umut olalım. Birbirimizi karşılıksız bir sevgi ile bağrımıza basalım. Ve milletçe birlik meşalemiz ile ülkemizin yarınlarına ışık olalım.

Ülküdaşlığın karındaşlıktan daha ileri seviyede bir akrabalık olduğunu unutmayalım.