Kerkük Şehidi: Necdet KOÇAK

Necdet KOÇAK

Ayvaz GÖKDEMİR

Yirmi yıldan beri ne zaman Kerkük türküsü dinlesem gözyaşlarım eğer açıktan akmıyorsa mutlaka içime akar: Zalim Saddam’ın Bağdat’ta astığı rahmetli Nejdet ağabey (Koçak) gözlerimin önüne gelir. Tutuklandığını duyduğumuzda içine düştüğümüz çaresizliği, son derece acınacak şartlarda Ankara’daki çırpınışımızı hatırlarım; utanırım, kahrolurum…

O, Kerküklü bir Türk’tü. Ankara Ziraat Fakültesi’ni bitirdi, aynı yerden doktora aldı. Bağdat üniversitesi’nde hoca idi. Uzun arkadaşlık, dostluk, ülküdaşlık yıllarından sonra 30 yıl önce bütün bir ömrü birlikte yaşamak ve Büyük Türk Milleti’ne hizmet etmek üzere ahitleşmiştik. İlk beş kişiden biri idi.

Biz bir gizli örgüt değildik. “Hak dostluğu”nu hedef alan idealist genç adamlardık. Rahmetli Vecihi Öğütçüoğlu’nun rehberliğinde “Hak dostluğu”nu kavramaya ve “Hak dostu” olmaya çalışıyorduk. Kendimizi ve birbirimizi eğitip geliştirmek, birbirimize gözcü ve bekçi olmak, Allah’ın rahmet ve inayetine sığınmış bir “garipler dayanışması” kurmak istiyorduk. Kamil adamlar olmak ve milletimize mükemmel hizmetler sunmak arzusunda idik. Nasipse manevi bir inkılâbın, bir ruh inkılâbının öncüleri olmaktı muradımız. Allah rızası için üst üste konan ellerin üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi… “Allah’ın eli” olacaktır diye inanıyorduk. Bu sebeple dışa karşı müstağni, talepsiz ve oldukça kapalı idik. Hâlbuki ne kadar muhtaçtık. İçimizde neredeyse doğru dürüst bir geliri olan yoktu. Herkes ekmeğini zor kazanıyordu.

Tasavvufu sever ve tasavvuf kavramlarını çok kullanırdık. Tasavvuf büyüklerine çok derin hürmetimiz vardı. Ama hiçbir tarikata intisabımız yoktu. Duruşumuz, tertiplenişimiz tarikata benzerdi, fakat tarikat değildik. Rehberimiz emekli bir subaydı. Çaplı, ufuklu, yiğit bir insandı. Sokrates gibiydi. Normal hayatımızı yaşarken çok tabii bir şekilde bizi yönlendirirdi. Doğrudan bir telkine yönelmezdi. Bize problemleri verir, kendisi geri çekilirdi. Bize sorular sorar, nadiren kendisi bir açıklamada bulunurdu. Kendi aramızda ve onun yanında hiçbir usule kaideye tabii değildik. Sadece her insan için her durumda bahis konusu olan terbiye, ahlak ve muaşeret kaideleri ile bağlı idik. Etkili bir insandı. Kendisini çok sever, sayar ve önünde bir hata yapmamaya itina ederdik. “Ben sizin şeyhinizim, bana biat ediniz” dese hiç tereddütsüz biat ederdik. Ama o ısrarla kendisinin bir şeyh olmadığını söylerdi. Bizi ne tarikata girmeye, ne tarikat olmaya teşvik ederdi. “Hak dostu” olun derdi. “Yüksek karakterli Türkler olmak” işte hedef buydu. Bunun için imanlı ve yiğit olmak gerekiyordu. Yiğitlik; kabadayılık, serserilik veya şişkin pazulu olmak değil, varını yoğunu Allah yoluna, vatan veya millet yoluna adamaktı. Devlerle karşılaşsa tüyü kıpırdamayacak, ölüm önüne çıksa onu bir tas su gibi içip geçecek bir seciye idi. Nefsaniyetine zincire vurulacak bir köpek muamelesi yapmak, mutlak iffet ve imsak ile yaşamaktı. Anlaşılıyor ki bizim tarihteki modelimiz “derviş gaziler”di. Derviş terbiyesi almış hizmet akıncıları olacaktık…

Örgütümüz, tek şubeden ibaret Ankara’daki Üniversiteliler Kültür Kulübü (sonra Derneği) idi. Kendi harçlığımız ve çok mütevazı imkânlarımızla Ocak dergisini çıkarırdık. Her ay küçük kıtada bir formalık cılız Ocak’tan büyük kıtada kitap hacminde özel sayılara kadar çıktık. Hepsi bizim yazılarımız, bizim kalem ürünlerimiz, araştırmalarımızdı. İçinde bugün de yarın da istifade edilebilecek yazılar, araştırmalar vardır.

Teşbihler yerinde ise ÜKD bir bal arısı kovanı idi, bir ipek böceği çiftliği idi. Dış âlemden ayrı bizim manevi dünyamızdı, ayrı bir gezegendi. Türkiye’nin ve dünyanın neresinde olursak olalım, ne işle meşgul bulunursak bulunalım, asıl manevi mensubiyetimiz ve ruhî alışverişimiz o dünya ile idi. Ben Türkiye’de fakat Ankara dışında idim. Nejdet ağabey Bağdat’ta… Yıllarca Kayseri’de, Kars’ta, Edirne’de… Hep Ankara’daki arkadaşlarımla birlikte secdeye vardım. Her Cuma bedenen nerde olursam olayım, ruhen Ankara’da Eskicioğlu Camii’nde idim. Hiç şüphesiz Nejdet Koçak da zulüm altındaki Bağdat’ta aynı halet-i ruhiye ile nefes alıp vermeye imkân buluyordu. T.C. vatandaşı ve meslektaşı Ayten Hanım ile evliydi. Her yaz Türkiye’ye gelirlerdi. Görüşür, konuşur, koklaşırdık. Birbirimize hiç doymazdık, birbirimizden hiç usanmazdık. Çok şaka yapar, çok gülerdik. O şakaların bir kısmı şimdi, şu satırları yazarken de boğazımda düğüm düğüm hıçkırıktır. Son geldiğimde, dönme vakti yaklaştıkça, ayakları adeta geri geri gidiyordu. “Zulüm çok arttı, tahmin ettiğiniz gibi değil” diyordu. Nerdeyse akıbetini biliyordu. Buna rağmen elbette gidecekti ve gitti.

Onun kadar temiz, içi dışı bir ve onun kadar yiğit, yakışıklı, güzel “Türk” görmedim desem lütfen kimse alınmasın. Yaşarken bendeki tesiri bu idi, şahadetinden 20 yıl sonraki intibaım da budur.

Yiğitler bir yola dönmemek üzere girerler. Bağdat’ta bir değil bin Saddam olsa Nejdet Koçak yine gidecekti. Gidip de Irak’ın altını üstüne mi getirecekti? İhtilal mi yapacaktı? Her hücresi Kalu beladan beri Türkoğlu Türk’tü tabii. Ama Türkiye’ye Irak’ın sırlarını mı satıyordu? Hâşâ…

Biz 1055’ten 1918’e kadar Irak’ın da efendisi idik. Bugünkü Türkiye şehirleri hangi tarihî sürecin sonucu ne kadar Türk ise ve Türkiye ne sebeple vatanımızsa Kerkük, Erbil, Hanikiyn, Telafer ve diğer Türk şehirleri ve hatta Musul da o sebeple, aynı tarihî sürecin sonucu olarak Türk’tü ve vatandı. 400 yılı Osmanlı’da olmak üzere 863 yıllık vatandı. Talihin ters ve acı tecellileri sonucu Türkiye’den koparılmış ama terk edilmemiş, boşaltılmamıştı. Misak-ı Millî’ye dâhil topraklardı. Hem Gökalp’ın mütareke döneminde sürgünde iken yazdığı şiirlerde isim isim sayılıyordu, hem son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının Misak’ında vardı. Hem de Lozan baş murahhası İsmet Paşa’nın dosyasında ehemmiyetle yer alıyordu. Galip İngiltere ise Türkiye’yi şiddetle cezalandırmak kararında idi. Çetin müzakereler, münakaşalar oldu. Lozan’da vermediler ama alamadılar da. 1928-1926’larda içerde isyanlar çıkartarak, dışarıda Cemiyet-i Akvam’ı (o günün Birleşmiş Milletler Teşkilatı) kullanarak bu öz be öz Türk yurtları Türkiye’den koparılmıştı. Öyle ki kendi memur ettikleri heyet bile bütün tarafgirliğine rağmen “Türkiye hukukundan vazgeçmedikçe bu topraklar Türk toprağıdır” diyordu. Türkiye teklif ettiği halde “kimi istersiniz” diye halk oylaması yapılmasını kabule cesaret edemediler. İşte o iller böylesine Türk toprağı idi.

Ayrı devlet yaptıkları Irak’ın hâkim ve etkin unsurları bir Osmanlı Şehzadesini kral yapmak istemişlerdi. İngiltere işine gelmeyen, içine sinmeyen, Türkiye’nin yararına olabilecek bütün ihtimal ve gelişmeleri açık gizli kanlı tertiplerle bastırdı geçti.

1927’de İngiliz vesayetinde istiklali tanınan Irak’ın krallık dönemi orada yaşayan Türkler için bir zulüm dönemi olmadı. 15 Temmuz 1958’de kanlı bir ihtilalle Irak’ta krallık devrildi. Cumhuriyet ilan edildi. Türkler çok ağır ilk zulmü bu ihtilal esnasında gördüler. İhtilalin kanı Türklere feci şekilde bulaştı. Bundan sonra Irak’ta kanlı darbeler, zalim diktatörler birbirini izledi. Hep Baas’çı, yani kara Arap ırkçısı, sosyalist, Rusçu, Batı ve Türk düşmanı kimseler ve onların kurduğu idarelerdi. 1958’den günümüze kadar Irak, Türkler için sürekli bir Kerbela oldu; hep zulüm, hep sürgün, hep kırım, hep kıyım…

Nejdet Koçak’la özel müşterek meselemiz, işte kaderin böylesine acı tecelliler dönemini yaşayan mazlum ve çilekeş Irak Türklerini (şimdilerde Türkmenleri deniyor) mümkün mertebe kazadan beladan sakınmak, esirgemekti. Bize göre Irak’lı Türkler için uygun siyaset, Irak’ın sadık tebaası olmak, isyancı, bölücü hareketlere karışmamak ve uzak durmak; bu iyi hâl karinesi ile daha önce Irak idarelerince tanınmış kültürel haklardan yararlanmaktı. Irak Türkleri kültür kimliklerini koruyarak ve Irak’ın iyi vatandaşları olarak yaşamalılardı. Elbette Türkiye’nin şefkat eli, himaye gölgesi, yeryüzündeki bütün Türkler için olduğu gibi Irak Türklerinin de üzerinde olacaktı. Irak’taki Türk varlığı, tarihin şerefli bir hatırası olmanın ötesinde Türkiye-Irak dostluğu ve işbirliğinin çok sağlam bir mesnedi ve köprüsü olabilirdi. Kerküklü bir Türk aydını olarak buydu Nejdet Koçak’ın meselesi.

Bu masum davayı Irak’ın petrol azgını diktatörlerine anlatmak mümkün olmadı. Genel olarak evhamlı, tarihe ve Türklere karşı aşırı derecede kompleksli ve bunun dışa vurması olarak iğrenç şekilde küstah adamlardı. O günkü Rusya’ya sırtını dayamış olmaktan da güç alan bir pervasızlık içinde idiler. Şimdi hem kendi milletinin, hem dünyanın başına püsküllü bela olan kanlı diktatör Saddam, Nejdet Koçak ve Irak Türk Toplumu’nun çok değerli bir kısım önderlerini böylesine masum ve meşru bir dava sebebiyle astı. Bir eylem veya eylem teşebbüs hazırlığı tespit edildiği için değil, Irak Türk Toplumu aydın önderlerden, liyakatli temsilcilerden mahrum kalsın diye insanlar asıldı. Baas idaresi gibi bir idare, Saddam gibi kanlı bir diktatör, sebep veya bahane icadında asla güçlük çekmez; istediği kadar müfteri, ajan, ispiyoncu, istediği kadar provokatör alçak daima elinin altındadır. Zalim avcının köpek sıkıntısı olmaz.

Türkiye olaya sahip çıkmadı, caydırıcı olamadı, katli önleyemedi…

Şimdilerde Türkiye’nin İslamcı denen aydınları Saddam’a çok acıyorlar. Ben özellikle onların bilmelerini isterim ki Nejdet Koçak en küçük bir mübalağa olmaksızın örnek bir Müslüman’dı. Örnek mörnek olmak gibi iddiaları yoktu; yoktu ne demek böyle şeyler duymaktan yüzü kızarırdı. İnsan olduğu tabiilikte Müslüman’dı. İbadetini aksatmazdı. Gösteriş bilmezdi. Yüzünden nur akardı. Saflığın, masumiyetin, iç ve dış temizliğinin, ihlasın timsali kim olur deseler, çok güzel insanlar tanıdım ama ondan önce aklıma kimseler gelmiyor. Onu hiç pis, pasaklı ve ikrah verici bir şekilde görmedim. Yüzünü hiç nursuz görmedim. Yalnız ben değil kimse görmedi.

Bir insan Müslüman severse, bence Nejdet Koçak’ları sevmelidir, Saddam Hüseyin’leri değil…

20 yıldır içimizden hiç çıkmadı, yüreğimizin başında oturuyor. Ama 20 yıldır kendi aramızda ondan çok az bahsederiz. Kendiliğinden oluşmuş bir iç mutabakatla o bahsin kapağını kaldırmamaya özen gösteririz. Adeta bir tabu gibidir. Konuşursak incinecek zannederiz. Yılda bir mevlidi olur, gideriz. Zaruret halinde, yavaş sesle “rahmetli” denir, anlarız. Şahadetinden hemen sonra doğan yeğenime adını koydum; fakat Nejdet’imi kutsal bir emanet gibi saklıyor, Oğuz’unu kullanıyoruz. İtiraf edeyim, onun kanı, canı için hiçbir şey yapmamış olmanın aczi 20 yıldır bizi kahrediyor.

Bu yazıyı yazmaya gönüllü olmadım. Yazmazsam çok ayıp olacağını bildiğim için zorlanarak, sürüklenerek yazdım. 20 yıldır ilk defa bu yazı vesilesiyle yüreğimi bu kadar araladım, hafızamı ilk defa bu kadar hoyratça kurcaladım. Zor oldu…

Âdete, sünnete uyarak ona şu mübarek ramazan gününde Allah’tan rahmet diliyorum. Allah onu gufran döşeğinde ağırlasın. İnanıyorum ki zaten de öyledir. Mazlumdur, şehittir, büyük makamı var…

Koçlar kurban olmak içindir, Türklük’ün bahtı ak olsun…

KAYNAK: Türk Yurdu Dergisi Eylül 2007 Sayı 241