Kenan EROĞLU: Gökalp’in Kişiliği, Ülkücülüğü, Bilim Adamlığı

ZİYA GÖKALP’İN KİŞİLİĞİ,
ÜLKÜCÜLÜĞÜ, BİLİM ADAMLIĞI

Kenan EROĞLU

(Büyük düşünürümüz Ziya Gökalp konusuna devam ediyoruz)

Mütefekkirimiz Ziya Gökalp’ı tanımak amacıyla, yakın çevresinde bulunmuş, sohbetlerine katılmış, sön dönemlerine ve vefatına şahit olmuş kimselerin onun hakkındaki görüş ve düşünüşlerini aktarmaya devam ediyorum.

Vefatından sonra özellikle de tek parti döneminde unutulmaya terk edilen ve kitaplarının basımı yapılmayan ve hatta bazı kitapları basılmak üzere alınan fakat bu güne kadar basılamayan Ziya Gökalp ancak vefatının ancak 30 yıl sonra ancak hatırlanmaya ve anılmaya başlanmış görünüyor.

Bu amaçla Gökalp hakkında yazılanları söylenenleri günümüz okurlarına aktarmayı bir vefa borcu olarak görüyorum.

Bu günkü yazımızda ise, Ziya Gökalp’ı çok yakından takip eden Cahit Tanyol’un görüşlerini aktarıyorum:

Yalnız; Cahit Tanyol’un bu konuşması 1964 yılında yaptığına gör, Gökalp hakkında söylediği ve düşündüğü konuları 1964 yıllarına göre düşünmek gerekir. Tanyol’un görüşleri bu günden bakılarak değerlendirilirse günümüzde farklılıklar arz edebilir.

“Ziya Gökalp’in İstanbul Üniversitesinde Sosyoloji Kürsüsünü kuruşunun 50. Yıl dönümündeyiz. O günden bu güne ülkemizde Sosyolojinin geçirmiş olduğu evrimi iki bölümde toplayabiliriz.

Sosyoloji’nin Üniversitelerimizdeki durumu.
Sosyoloji’nin milli öğretim ve eğitimde almış olduğu rol.
Gerçekte etkili olan ikincisidir. Üniversitelerimizde Sosyoloji’nin bu günkü durumu ve ona verilen değer. Gökalp’in bu bilime kattığı önem yanında çok düşüktür. Her ne kadar Üniversitelerimizde yapılan 1933 reformu çeşitli Fakültelerde Sosyoloji derslerinin konulmasını öngörmüş ise de zamanla bu birçoklarında bir sığıntı haline sokulmuş ve Edebiyat Fakültesinde Gökalp tarafından kurulan kürsünün de birçok sebep ve etkiler altında geliştirilmesi önlenmiş ve baltalanmıştır. Bunun nedenlerini burada açıklayacak değilim. Ben burada sadece Ziya Gökalp’in kurmuş olduğu kürsüde ders vermek mutluluğu taşıyan bir öğretim üyesi olarak Büyük Türk düşünürü hakkında bazı düşüncelerimi dile getirmek istiyorum.

Gökalp’ta önemli olan neydi? Kişiliği mi? Ülkücülüğü mü? Yoksa bilim adamlığı mı? Bunları bir sıraya koymadan düşüncemin beni götürdüğü çağrışımlara göre anlatmağa çalışacağım.

 

Kişilikten yoksun bir ülkede elbette ki Ziya Gökalp’ın kişiliği gelecek kuşaklar için, fikirlerinden çok önem taşımaktadır. O, yakın tarihimizin en önemli adlarından biridir. Yerli düşüncenin her kapısında onun sesini buluyoruz. Adı dillerde ve hatırası gönüllerdedir. Ona dil uzatıldığı zaman içimizde bir burkulma duyuyoruz. Çevremizi sanki bir tabu ürküntüsü sarıyor. Bu neden böyledir? O bir bilgin değil miydi? Öyleyse niçin Ziya Gökalp bilgin insanlara uygulanan ölçülerin dışına taşıyor ve kişiliği, bize başka bir ölçü telkin ediyor? Çünkü o bilginin gerisinde bir inanç, inancın içerisinde bir ideal ocağı kuran adamdı.

Ziya Gökalp, ahlaki aksiyonu mistik tecrübelerle gerçekleştiren bir mutasavvıf değildi. O, ahlaki kişiliğin ancak toplumsal eylem içinde gerçekleşebileceğine inanan bir yol gösterici, bir ahlak önderi idi. En katı ve en karmaşık ilim konularıyla uğraşırken bile sesinin sıcaklığını duyuşumuz bundandır. Gerçi Diyarbakır’ın bu veli yaradılışlı çocuğu, içinde taşıdığı coşkun cezbeyle bir dervişe benzer. Fakat bu dervişlik Türk toplumunun geleceğine gönül bağlamış bir ideal dervişliğidir. Gerçi onunda bir tarikatı vardı, fakat bu tarikat feragate ve muhabbete dayanan toplumsal bir dervişliği şart koşuyordu. O, örsünün başında çevresine kıvılcımlar saçan bir demirci gibi, içimize milli duyguların ateşini saçtı. Bundan dolayı onu sadece bir sosyolog, sade bir düşünür görmekle yetinmiyoruz. Kişiliği bilgisinin üstünde ayrı bir değerler düzeni kuruyor. Gökalp’ın büyük ve ölmez tarafı budur. O, su katılmamış bir idealistdi. Her idealist adam gibi o da karamsar düşüncelere asla iltifat etmedi. Her ne kadar gençliğinde onun bir intihar teşebbüsüne şahit oluyorsak da bu intiharda biz, hayattan yılan bir insanın bezginliğini bulmaktan çok, bir vazifeyle gelmiş olduğu halde bu gelişinin nedenini tayin edemeyen bir yol göstericinin iç dramını buluyoruz. Yol göstermek için kıvranan ve fakat gideceği yolu bulamıyan genç idealist de bir kurşunla ruhundaki karanlıkları delmek ve sabaha çıkmak istiyordu. Karanlık ağardı, fecir söktü ve genç adam kendisini bekleyen yollara düştü. Büyük tanıdığımız ve büyük sandığımız bir çok insanlara bakınız, hepsinin karamsar ve yılgın saatleri vardır. Fakat Gökalp en büyük toplumsal felaket ve kasırgalar ortasında dahi çevresine iman, ümit ve cesaret aşılamasını bildi. Servet, mevki, refah endişelerini nasıl tanımamışsa, işkence ölüm korkularına karşı da omuz silkti. Birinci Dünya savaşında vatan parçalanmış, devlet çökmüştü. İttihatçılar bir bir memleketi terk ediyorlardı. Onlara kini olan Ali Kemal yazdığı bir başmakalede Ziya Gökalp’ın idamını isteyecek kadar ileri gitmişti. Dostları ona kaçmasını teklif ettiler reddetti. Bir yerde saklanmasını söylediler aldırmadı ve Üniversitedeki derslerine devam etti. Tevkif müzekeresini gayet sakin, bir devlet tezkeresiymiş gibi imzaladı. Mahcup ve çekingen bir çocuk tavrıyla, Divanı Harp huzuruna çıktı. Fakat kendisine Divan-ı Harp reisi Nazım Paşanın:

-Ermeni katliamına siz fetva vermişsiniz buna ne diyeceksiniz?
Sorusuna, ağır, sakin ve hayatının bütün hesabını bir tek cümlede vermek istiyormuş gibi başını kaldırdı ve:

-Milletinize iftira etmeyiniz, Türkiye’de bir Ermeni katliamı değil Türk-Ermeni mukatelesi vardır. Bizi arkadan vurdular biz de vurduk.

Diye kükredi. En ufak korku ve telaşa kapılmadan bu modern Sokrat, o zaman için çok tehlikeli bir suç sayılan ithamları kabul etmekten sakınmadı. Canını kurtarmak için milletine atılan bir iftirayı meşru göremezdi.

Ziya Gökalp ne atıldığı zindanda, ne gittiği sürgünde bir an için bile inancını ve şevkini yitirmedi. Kanaat ve düşüncelerini yer ve zaman farkı gözetmeksizin gittiği sürgünde çevresindeki insanlara, “merkezi umumi”nin en nüfuzlu olduğu anlardaki gibi aynı heyecanla anlattı. Onun için duraklamak, şevkini kaybetmek gibi bir mesele söz konusu değildi. Kendisini hiçbir zaman fikir ve kanaatlerin önünde reklam etmedi. Çektiği maddi sıkıntıları yazmayı ve istismar etmeyi aklına dahi getirmedi. Milletini minnet yükü ile ezeceği yerde, ona sonsuz minnettarlığını ve şükranlarını anlattı. Benlik kavgası güdenleri ayıpladı.

Bu bedbaht ülkeye her hizmet eden

Sonunda bir zarar getirir mutlak

Çünkü her iş gören der ki;

“Varım ben”

“Benlik” ten mümkün mü zarar doğmamak.

Ziya Gökalp’ta Namık Kemal’in biraz gösterişe kaçan vatanseverliği görülmez. Çünkü ona vatanın dışında vatana karşı bir benlik duygusu beslemek aykırı geliyordu. Ona göre “hak yok vazife var” dı. Çok önemli mevkiler işgal ettiği halde kendisine önem vermiyen bir kişi varsa o da kendisi idi. Bundan olacak o, hayatında daima bir kurtarıcı ve millete bir önder aradı. Hâlbuki aranan adam kendisi idi.”

Not: Bu konuya devam edeceğiz.