Kenan EROĞLU: ZİYA GÖKALP’İN DOĞUMU VE ÖLÜMÜ

ZİYA GÖKALP BEĞ’İN DOĞUMU VE ÖLÜMÜ

ZİYA GÖKALP BEĞ’İN DOĞUMU VE ÖLÜMÜ
Kenan Eroğlu

Ziya Gökalp konusuna devam ediyorum

Büyük düşünürümüz “Ziya Gökalp’ın doğumu ve ölümü” hakkında 2 yaş küçük kardeşi Nihad Gökalp’ın görüşlerini ifade eden yazının birinci bölümünü geçen hafta yayınlamıştım.

Bu yazımızda ise Ziya Gökalp hakkındaki pek çok bilinmeyeni ifade den yazının 2. Bölümünü sizlere aktarıyorum.

“”MERHUM ZİYA GÖKALP BEĞ’İN DOĞUMU VE ÖLÜMÜ (*)
(İkinci Bölüm.)
Nihad GÖKALP
(Z. Gökalp’ın iki yaş küçük Kardeşi; Emekli Topçu Albay’ı)

Bir numrolu makalede, büyük mürşid Ziya Gökalp’ın doğum ve ölümü hakkında doğru malûmat vererek bu mevzulara ait sehven veya kasden yapılmış yanlış neşriyatı, toptan düzeltmek istemiştim.

Saded harici addedilebilen bazı olayları ve izahları da, istitrat kabilinden makaleye ilâve etmiş idim. Mecmuanın sayın yazı işleri müdürü beğefendi (1), bu makalenin bir seri halinde devamiyle Ziya Beğ’in hayatına ait bilgi ve hâtıralarımı yazmaklığımı arzu eylediğindan dolayı, bu arzularını memnuniyetle terviç etmeğe çalışacağım. Bunun için bundan sonraki yazılarımda olayları mumkin mertebe tarihleri sırasıyla, tertip edeceğim.

ÇOCUK İKEN ZİYA’NIN MUHİTİ

Ziya dünyaya geldiğinde annemiz Zeliha Hanım’dan başka, Sâcide, Behiye adlı iki ablası ve annemizi çok seven anneannemiz Hacı Fatma Hanım vardı ki sık sık bize gelir ve günlerce bizde kalırdı. İşte Ziya, bu en yakın olan hanımların şefkatli kucaklarında itina ile bakılıyordu. Bunlardan Behiye ablamız 14 yaşında iken öldü. Sâcide ablamız evlenip torunlar sahibi oldu ve diğerlerinden sonra öldü.

Ziya’dan iki sene sonra ben ve benden altı sene sonra küçük kardeşimiz Mustafa Sıdkı (1945 te vefat etti), daha birkaç sene sonra Nail ve Naile adlı ikiz kardeşlerimiz ve bunlardan sonra Mâide adlı bir hemşiremiz dünyaya gelmişti. Sıdkı ile İkizler arasında annemiz bir çocuğa ağır hâmile iken, âdî bir hastalığı günlerinde Belediye Doktoru ermeni Bedros Efendi’nin verdiği reçete, Belediye Eczahanesinde yaptırılır. Belediye Eczacısı ermeni Ellilikoğlu yaptığı ilâca kasden şiddetli bir zehir koyar. Hastanın ağır hâmile olduğundan da haberdardır. Annem ilâçtan bir kaşık aldıktan biraz sonra şiddetli zehirlenme alâmetleri, sancılar başlar. Derhal şehirde mevcut askerî ve mülkî doktor ve eczacılar celbedilerek hastaya panzehir ilâç verilir ve tedavi yapılmakla

beraber zehirli ilaç da tahlil edilerek, süikasdin mahiyeti meydana çıkarılır. Verilen konsültasyon raporu üzerine Ellilikoğlu mevkufen muhakeme altına alınır. Çocuk zâyi olur, fakat annemizin hayatı güçlükle kurtarılır.

Gerek konsültasyonda ve gerek zehirlenmeden ermeni doktor Bedros Efendi çok namuskârane doktorluk vazifesini yapmıştı. O zamanki kanun mucibince Ellilíkoğlu’nu mahkemenin mahkûm edeceği anlaşılmıştı. Bütün gayrimüslimlerin patrik (2) vesair dinî büyükleriyle sâir ilerigelenleri babama dehalet ederek, eczacının affini ricada ısrar ettiler. Bir taraftan da âile doktorumuz Bedros Efendi merkum ricacıların şiddetli tazyiki altında kaldığını babama anlatmış ve babam da bu kıymetli zatı müşkil vaziyette bırakmamak için, Elliljkoğlu’nu affettiğini mahkemeye bildirmişti. Mahkeme merkum hain eczacıyı yalnız hukuku umumiye suçundan ağır cezaya mahkûm etmiş idi. Bu süikast, birinci makalede mezkûr ermeni Temük mes’elesinin bir intikamının alınması içindir.

Annemiz bu zehirlenmeden sonra emzikli çocuklarını emziremedi. O zaman Mardinliler emzikli çocuklarını, Mardin-Nusaybin ovalarında çadırlarda yasayan Arap aşiretlerinden emzikli çocukları olan kadınlara bir ücret mukabilinde teslim ederek, aşiret muhitine gönderirlerdi. Bu âdet o sıralarda Diyarbakır’a da sirayet etmiş idi (3). Bu hadiseden sonra Mâide adlı bir kız ve daha sonra Nâil ve Nâile adlı ikiz çocuklar dünyaya geldi. Bunları da annemiz, bünyece zaafından dolayı, çöldeki aşiret sütannelere vermişti, Bir sene geçtikten sonra Mâide ile Nâil’in öldükleri haberi gelince sağ kalan Naile’yi getirtti. Bu kız da babamın ölümünden sonra 9 yaşında iken öldü(4).

Mezkûr son çocukları arasında annemiz yine hâmile iken bir gün kendi annesiyle bizim eve gelirken, bir sokakta tanınmış ihtiyar ve zararsız bir deli annemden sırf para istemek maksadıyla, arkasından hızlı ve gürültülü bir surette annemin üzerine yürümesinden annemiz korku heyecanlarına kapılınca, yolcular deliyi bir tarafa uzaklaştırırlar ve annemizi de yardımla eve getirirler. Bu korkudan bir çocuk yine zâyi olmuş, bu yüzden annemiz de hasta ve tedavide kalmıştır.

İşte mezkûr vak’alardan annemizin sıhhí vaziyeti sarsılmış bulunduğu sırada babamızın da 1305 (1890) te vefatiyle maddî ve manevî iztirap ve elemi yüzünden hayatının son devresi pek üzüntülü geçmiştir (Ziya Beğin Malta’ya nefyinde ve ölümünden sonra, aleyhinde yazılmış iftiraâmiz makalelesi kimler ve ne gibi garezlere binaen yazdıklarını izah ve tekzip ettiğim zaman, yine bu olayları sayın okuyuculara hatırlatacağım) (5).

Ziyanın hayati hiçbir arızaya uğramadan, normal bir halde büyüdü. Gittikçe zekâ ve dirayeti yükselmekte olduğu muhitindekilerin dikkat nazarını çekti. Okumaya başlamak yaşına geldiğinden, evimizin harem dairesi kapısının karşısındaki Çağan sokağında bulunan Memedin Mescidi’ndeki Mahalle Mektebine devam etti (Mahallemiz bu mescidin adını taşıyor; medreselerin láğvi sırasında bu mescid de kadro harici edilerek satılmış, bitişik eve ilhak edilmiştir). Bir sene sonra mahallemize bitişik olan Ulucami Mahallesinde Mercimekörtmesi Mescidi’ndeki(6) Mahalle-Mektebine devam etti. Kur’ân-ı Kerîmi hatmedinceye kadar, bu mektebe devam etti (Bu mescid de diğeri gibi kadro harici olup hâlen bir ev halindedir). Bu mektepteki muallimi akrabamıza hatip Hâfız Ömer Efendi

merhumdu. Ziya Beğ bu zâtı, münasebet düştükçe, hürmetle anardı.

Bu tarihlerde Diyarbekir’de bir Mülkiye Rüşdiyesi, bir de Askerî Rüşdiyesi mevcut idi. İlkokullar tesis edilmemiş idi. Fakat her mahallede birbirlerine pek yakın medrese, mescid ve câmiler mevcut olmasından istifade edilerek, bu binalarda birer mahalle-mektebi faaliyette idi. Meselâ bizim eve en uzağı yüzelli adım mesafede olanlar şunlardır: Sinoğlu-câmii, Ablakmescidi, Zinciriye-Medresesi, Tâcdin-Mescidi, Kara-Câmi, Memedin-Mescidi, Parlı-Câmi (Safâ-Câmii) (7), Mercimek-Örtmesi-Mescidi, Ulucami ve Mes’udiye Medresesi vardı. Bunlardan kadro harici olmayan Parli-Câmi ile Ulucâmidir. İşte bu dinî müessese binalarının câmi olanlarında hem dinî ilimler tahsil eden mollalara ait dershaneler, hem de mahalle-mektepleri ve mescid olanlarında ise, namaz yerinden başka, birer mahalle-mektebi bulunurdu. Bu sayede okuma çağında olan çocukların birkaç mislini istiaba kâfi mahalle mektepleri mevcut idi (Bugünkü ilkokulların tekmilinde okuyabilecek talebe sayısı, hâlen burada okuma çağında olan çocuklarımızın dörtte birini bile alamıyacak derecede pek dar ve elim bir durumdadır) (8).

Mülkiye Rüşdiyesi Ulucâmiin Belediye Meydanı’na bakan cephesinin üst katındaki

salon ve odalara yerleştirilmişti. Hâlen bu bina Kütüphane yapılmak üzere tamirine başlanmış ve esas tamiratını Evkaf Umum Müdürlüğü tamamlamış ise de, iç sıva ve kapı, pencere ve sairesi kışdanberi metruk bir halde bırakılmış ve işittiğime göre Vilâyet Özel İdaresi 25 bin lira vererek tamir masarifine iştirak etmez ise bu binayı ticarî bir maksatla talibine kiraya verecek imiş. Eski ve yeni harfli [kitaplardan başka) günlük ve haftalık gazete ve mecmuaları da celbetmekte bulunmuş olan Halkevi’nin Kütüphanesi de mühürlenerek kapatılmış bulunduğundan, iki senedenberi bu maarif diyarı sâkinleri okuma salonlarından mahrum kalmış bulunmaktadırlar. Ziya Gökalp’ın tetebbuları bahsinde bu mevzuu hatırlatacağım (9).

Askerî Rüşdiyesi ise Urfakapısı-Balıkpazarı-Postahane caddesinin şarka doğru devamında minaresi cadde ortasında kalmış olan Şeyh-Matar-Camii mahallesinde bir büyük bina kira edilerek rumî 1300 tarihinden 3-5 sene evvel tedrisata başlamış idi.  Sonra, Urfakapısı civarında ve Melikahmed-Câmii ittisalindeki büyük arsa satın alınarak Askerî Rüşdiye için büyük bir bina yaptırılarak buraya okul taşınmış idi. Ziya Gökalp bu binada 1301 de okula kaydedildi idi ve 1306 yılının Nisan ayında Rüşdiye’den mezun olmuş idi (o tarihlerde askerî

mekteplerin senelik tatilleri Şa’bân ayının son haftasında başlar, Şevval ayının ikinci haftasında yeni ders yılı başlardı).

Bu okulun ilk müdürü ve müessisi olan kolağası (şimdiki kıdemli-yüzbaşı rütbesine muadildi) İsmail Hakkı Beğ (Meşrutiyet ilânında Amasya Meb’usu olan İsmail Hakkı Paşadır), okul teşkilâtına aldığı sivil ve asker güzide muallim ve zâbitlerle okulu pek mükemmel bir halde idare ediyordu. Tahminime göre okuldan terfian ayrılışı 1306 ya tesadüf eder.

Bu kıymetli müdürün zamanında hürriyet tarihimizde pek büyük bir kahraman tanınan Diyarbekirli Doktor İshak Sükûtî Beğ (bu büyük zâte àit elimde çok salâhiyetli bir zâtın yazısı vardır. Bunu da ayrı bir makale o arak ileride neşretmeyi arzu ediyorum) ve daha birçok tanınmış gençlerle Ziya Gökalp da bu kıymetli ve hamiyetli müdürün idaresinden çok feyz almışlardı. Bu zât ayni zamanda babamızın pek samimî dostu ve fikir arkadaşı olması dolayısıyla, Ziya Beğ hakkında çok yakından alâkalı bulunmuştu. O zamandan beri bilcümle Diyarbekirliler, Müdür İsmail Hakkı Beği her münasebet düştükçe hürmetle anarlardı. Ziya Beğin de bu mürebbisine karşı çok derin sevgi ve hürmeti vardı(10).

(*) Bu yazı, 1952 Ocak ayında Diyarbekirde çıkan «İç-Oğuz» adlı milliyetçi derginin ilk sayısında (s 3-5) neşredilen ayni başlıktaki makalenin devamıdır. Bu güzel dergi, türlü engeller yüzünden ikinci sayısı çıkmadan kaldı. Bu ikinci yazıyı rahmetli Nihad Gökalp Beğ, «iç-Oğuz»un ikinci sayısı için hazırlamıştı. Şimdi rahmetlinin evindeki yazıları arasında bulunan bu yazının eski harflerle olan aslı, «Ziyagökalp Müzesi»ndedir. Bu yazıyı daktilo eden Kırzıoğlu, altına notlarını da eklemiştir.

  1. İç-Oğuz’un resmen «Yazı İşleri Müdürü: Nizamettin F. ERGÜÇ» idiyse de, burada, dergiyi filen idare eden «Türk Milliyetçiler Derneği Başkanı Kırzıoğlu’dan bahsedilmek istenmiştir.
  2.  Buradaki «patrik» sözü yanlıştır; 1294(1877) tarihli (s. 138) ve h. 1312 (1894) tarihli (s 71-72) «Diyarbekir Sâlnâmesi»nden de anlaşıldığı gibi, Diyarbekirdeki «Rum, Ermeni, Protestan, Keldani, Süryani-Katoliki, Ermeni-Katoliki kadim-Süryani» gibi ayrı «millet» sayılan Gayrimüslim (Hıristiyan) cemaatler «patrikle değil, «murahhasvekilir veya «piskoposlarla idare edilirdi,

(3) 1921 yılında Suriye ile hudut kesimine değin bu âdet Diyarbekirlilerce devam ettirilmiş olduğundan, zengin ailelerin kız ve erkek çocuklarından bugün bile 35 yaşından yukarılar arasında göçebe sütanaları elinde büyümüş kimselere rastlanmaktadır.

(4) Bu yazıyı yazarken (1952 Şubatında) 74 yaşında ve hafızası çok yerinde olan rahmetli Nihad Gökalp Beğ, dalgınlık eseri olarak, yukarda Mâide’nin ikizden önce, burada ise, sonra doğduğunu yazıyor. Yaşlı akrabalarının hatırladığına göre. M. Tevfik Efendi’nin son çocuğu Mâide adlı kız olup, birkaç aylıkken ölmüştür. Bu yüzden olacak ve babasının hastalığına rastlamış bulunacak ki, bu kızcağaz nüfus kütüğüne bile yazdırılamamıştır. 1303(1887) doğumlu ikizlerden olan Näile’nin 9 yaşındayken öldüğü, Nüfus Kütüğündeki “Fi 19 Kânunusâni 1312” (31 Ocak 1896) tarihli kayitten de anlaşılmaktadır.

(5) Rahmetli Nihad Gökalp Beğ, burada, vatan haini Ali Kemal ile Dr. Abdullah Cevdet ve hemşehrisi şair Süleyman Nazif başta olmak üzere Ziya Gökalp’a iftíra eden veya onu çekemiyenleri anlatmak istediğini söylerdi.

(6) Ziya Gökalpların evinin kuzeydoğusunda bulunan ve şimdi ev olan «Mercimek-Örtmesi»nin altından araba işliyen bir sokak geçmektedir. Diyarbekirde, yapı yeri darlığından, sokakların üzeri de kemer, tonos veya ahşap «örtmelerle kapatılarak üstüne odalar ve sofalar yapılmış bulunmaktadır. 1935 te demiryolunun şehre gelmesindenberi artık «örtme»li yapılar yapılmamakta ve surlar dışındaki yeni yapılarla eski şehirde de arsalar bollaşmaktadır.

(7) Evliya Çelebi (IV. 23), bu câmii yaptıran bezirgânın duvar harcına 70 yük misk karıştırdığı için buraya, eski türkçesiyle, «Ipariye ya’ni miskli-câmi» dediklerini belirtmiştir. Yağışlı gecelerin sabah namazında bugün bile mihrap duvarından ipar/misk kokusu hafifçe yayılmaktadır.

(8) 23 Nisan 1953 Çocuk Bayramında Diyarbekir Maarif Müdürü de nutkunda resmen bu hususu belirterek, nüfusu 70 bine varan şehirdeki 7 ilkmektebin yetmemezliği yüzünden ilk tahsil çağındaki şehir nüfusuna kayitli çocuklardan %60 dışarıda ve mektepsiz kaldığını söylemiştir.

(9) Ulucâmiin doğu “maksûre”sini teşkil eden ve Selçuklulara tâbi Diyarbekir hâkimi Nisanoğlu Ebülkasım Ali(1156-1178) tarafından yaptırılan bu güzel sanat eserinin üst katı, Ocak 1955’tenberi «Umumi Kütüphane»

olarak halka açılmıştır,

(10) Rahmetli Nihad Gökalp Beğ, h. 1302(1885) tarihli ve babasının tertiplediği «Diyarbekir Sálnâmesi»nin 77. sahifesindeki «Rüşdiye-i Akseriyye Mektebi Müdiri Kolağası Hakkı Beğ» adı yanına yazdığı derkenarın sonunda şöyle demiştir: “… Bu zát-i âli babam Tevfik Efendi’nin en samimi dostu ve Ziya Gökalp’ın âdetâ manevi babası ve perestişkâr-i zekâ ve ahlâkı idi. Bu keyfiyeti daha mufassal bir mahiyette Ziya Gökalp’ın ölümünün haftasında Istanbulda Cağaloğlu’ndaki Türk Ocağı’nda bilçümle âlim, şair, edib ve siyasî mühim rical huzurunda Ziya Gökalp’ın Haltercümesi hakkında verdiğim konferansta arzeylemişidim. Matbuat vasıtası ile bu konferansım eldeeden mi’şarünileyh Hakkı Paşa’dan bir mektup aldım. Mütekaiden Bursa’da ikamet ediyormuş. Kendisi hakkındaki beyanattan çok mütehassıs ve minnettar olduğunu bildirmişti.” (Bu “Salname”de, Ziya Gökalp’ın o zamanki Askeri Rüştiye hocalarının adları da yazılıdır.)

….

Not-1: Bu yazı;  “”Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla ZİYA GÖKALP ve açılan Ziya Gökalp Müzesi” kitabındaki Nihad Gökalp yazısı, Işıl Matbaası İstanbul

1956, sayfa: 111-112-113-114-115”” Alınmıştır.

Not-2: Yukarıya aldığım Nihad Gökalp’a ait yazının diline dokunulmamış olduğu gibi yayınlanmıştır.