Kenan EROĞLU: Yakınlarının Gözüyle Ziya Gökalp

 

Yakınlarının Gözüyle Ziya Gökalp

Kenan Eroğlu

Ünlü düşünürümüz Ziya Gökalp ve onun yakınlarının görüş ve düşüncelerini aktarmayı sürdürüyoruz. Okuduğum ve yakınlarının görüşlerinden anladığım kadarıyla büyük mütefekkirimiz Ziya Gökalp vefatından sonra unutulmaya terk edilmiş ve pek kıymeti bilinmemiş bir kıymetlimizdir.

Vefatının ardından adeta hiç anılmayan, adına anma günleri vs. yapılmayan Ziya Gökalp ancak doğumunun 80. Yılına rast gelen 1956 yılında kayda değer bir anma/hatırlanma konusu olmuştur. 

     O’nun hakkında yazı yazan va hatıralarından söz edenler konuyu daha açık bir şekilde ortaya koymaktadırlar. 

Biz bu görüş ve düşüncelere fazlaca bir yorum katmadan olduğu gibi aktarmaya çalışırken yorumu okuyucuya ve hükmü de tarihe bırakıyoruz.  

“”En Yakınlarının Kalemiyle Ziya Gökalp
ZİYA GÖKALP’IN DİYARBEKİR’DEKİ TALEBELİĞİ (*1)
Profesör Mehmed Ali AYNI (Z. Gökalp’ın İdadi/Lise Muallimi)

“Halep’te 1893 senesinin Şubatı içinde o zamanın Maarif Nâziri merhum Zühdi Paşa’dan aldığım bir telgrafta Diyarbekir Maarif Müdürlüğü’ne tayin olunduğumdan hemen oraya gitmekliğim bildirilmişti. O dakikaya kadar Diyarbekir’le bütün münasebetim Süleyman Nazif’in orada bulunduğunu bilmekten ibaretti. Onu, 1885 senesi babası ile birlikte Istanbul’a geldiği vakit Kitapçı Kirkor’un dükkânında tanımıştım. Kirkor, o zaman, Nazif’in babası Said Paşa’nın «Mir’ât ül-İber» adlı tarih kitabını bastırıyordu. Bu kitap, o zamanın diğer tarih kitaplarına nisbetle daha zengindi. Zira, Irak’ta yapılmış olan kazıların Asurîler ve Bâbilliler hakkında ortaya çıkardığı bilgileri de ihtiva etmekte idi. Bu kitabın basılışından sonra Nazif, babasıyla Diyarbekir’e dönmüştü. Her bakımdan ehemmiyeti pek büyük olan o irfan yuvası hakkında bildiğim, meğer ne noksan imiş.

O zamanın nakil vasıtalarıyla Halep’ten Diyarbekir’e tam on günde varabilmiştim. Şehri uzaktan gördüğüm vakit, muazzam surları gözüme çarpmıştı. Bu muazzam duvarları kimler ve ne zaman yaptırmışlardı? Ve bu şehir, kimlerden kimlere geçmişti? Meğer, tefsîr, hadîs, kelâm ve fıkıh gibi İslâmî İlimlerle İslâm ve Türk medeniyetinin birçok mühim hizmet edicileri, oradan yetişmişlerdi. Onların içinden Seyfeddin Âmidiyi ve Hattât Gubári”.. yi hâtırlatırım; Sultanahmet Camiişerifi içindeki güzel celî hatları, o zât yazmıştı. O âlimleri takiben bizim Türk debiyatımızda kendilerine yüksek bir mevki temin etmiş olan: Lebîb, Âgâh, Mehmed Emîrî Çelebi, Hamdî, Kâmi, Vâli, Cehdî, Hâmî, Azmî, Adnî, Nazîf ki, Said Paşanın babası ve Süleyman Nazifin dedesidir -, Râşid, Mes’ûd Lûtfî, Tâlib, Sa’îd Paşa (1) gibi şâirler hep Âmidî, yani Diyarbekirli idiler,

Süleyman Nazil, beni bir saat uzak bir yerden karşılamıştı. Tabii, evvela onların akrabası ve dostları ile tanışmıştım. Bu tanışmalarda ilk gözüme çarpan nokta, herkesin, hatta esnafın bile şiire ve edebiyata olan vukuf ve merakları idi. Çarşıda dükkan sahibi olan esnaf bile, bir çok kıymetli, manalı beyitleri ezber biliyorlardı.

Diyarbekir’e vusulümden bir hafta sonra, Idadi Mektebi’nin Tarih Muallimliği de bana verilmişti (2). Bu vazife, bana şehrin çocuklarını daha yakından tanımağa sebep olacaktı.

Derslerime başladığım vakit, onlardan birkaçı derhal dikkat nazarımı çekmişti. Banlar arasında Faik (Áli), Ziya (Gökalp). (Gökalp’ın dayısı Piriççizade Arif Efendi’nin oğlu) Feyzive Zülfi  (*2) bulunuyor idiler. Faik, Süleyman Nazif’in kardeşi. Verdiğim dersleri arasıra talebeden bazılarına tekrar ettirdiğim vakit, Ziya ile Faik’in takrirlerini derli toplu ve muhakemeli buluyordum. Mülkiye Mektebi’nde Tarih Hocamız Dagistan’ı Murad Bey. bizi, ezbercilikten ziyade, vakaları muhakeme ettirmek yoluna alıştırmış olduğundan, ben de o usulü tatbik etmeyi deniyordum.

Bu denemelerin birinde Ziya’nın suallerime verdiği cevaplar ve yaptığı muhakemeler, beni adeta şaşırtmıştı. Bu çocuk kimdi? Süleyman Nazif görür görmez Ziya’yı sormuştum. Bana, Ziya’nın ailesi ve kendisi şahsı hakkında da malumat verdikten sonra; «Bu genç, Şevket Buhari (ölümü Isfahan’da h. 1107 m.1695 de) derecesinde acemce şiirler söylüyor», demişti. Ekseriya hiç kimseyi beğenmiyen ve beğendiği vakit memduhunu göklere çıkarmak âdeti olan Nazif’in bu şehadeti üzerine, Ziya ile daha ziyade meşgul olmağa karar vermiştim. Nazif, sözüne bir lâkırdı karıştırmıştı: Ziya, Diyarbekir Belediye Hekimi Doktor YORGI Efendi ile çok görüşüyormuş. Bu doktor ona, eski Yunan Feylesoflarının fikirlerini öğretiyormuş.

O günler bana Paris’ten A. Animan adlı bir profesörün «Sujets et compositions d’Histoire» adlı bir kitabı gelmişti. Bunu dikkatle okuyordum. Bu kitaptan seçeceğim mevzuları talebeme, bilhassa Ziya’ya verip, muhakeme kabiliyetini geliştirmek istiyordum. İlk verdiğim vazife «Yunan vâzukanunu Lycurgue ile Solon’un kanunlarının mukayesesi», üzerine idi. O zaman Ziya, onyedi yaşında ya vardı, ya yoktu (3). Yazdığı vazifelerde:

Harîs bir mütecavizin Yunanistan’a karşı beslediği istilâ tasavvurlarına karşı, vatanın hürriyetini müdafaa maksadıyla Demosten’in hemşerilerine söylediği nutukların meali’ni Ziya, nereden öğrenmişti? «Eski Roma’da eski Cumhuriyyet niçin yıkılmış ve onun yerine İmparatorluk nasıl geçmişti?» Ziya, bu sualin cevaplarında da arkadaşlarını pek geride bırakmıştı.

İşte, ileride memleketimizde Sosyoloji ilminin temellerini atan ve bu ilmi muvaffakiyetle okutan ve yayan Ziya Gökalp, o genç idi. Bu işte Ziya Gökalp’ın ne yaptığını, gözlerimizin önünde iyice tecessüm ettirmek için, bir hâtıramı nakledeceğim:

İttihat ve Terakki Fırkası’nın Selânik’te toplandığı (18 Eylül 1909. da açılan) İlk Kongresi’nde, İslâm dinini Asri-Saadet’teki basit haline döndürmek için bir karar verilmişti. Bundan dolayı, Medreselerin programlarını yenileştirmeyi düşünmüşlerdi. Bu vechile, yapılan yeni programa Sosyoloji dersi de konmuş ve hocaları tayin olunmuştu. Nihayet imtihan zamanı geldiği vakit, Fatih’teki Medrese’de yapılacak Sosyoloji imtihanına Dârülfünun Felsefe Müderrisi Mehmet İzzet Bey merhum’a beni, mümeyyiz olarak seçmişlerdi.

Muayyen günde Medrese’ye gittiğim vakit, İzzet Bey’i tanımıştım: Paris’te tahsilini bitirmiş ve Istanbul’a yeni gelmiş bir gençti. İmtihana başlandığı vakit, Sosyoloji Hocası’ndan, talebeye ne okutduğunu ve ne soracağımızı öğrenmek istediğimiz vakit, hayretten âdetâ donmuş, kalmıştık! Çünkü, bu Hocayı Sosyoloji Muallimliğine tayin eden zâtların, Sosyoloji’nin yalnız adını bildiklerini, biliyorduk. Nihayet Hocaya: «Siz sorunuz da, biz dinliyelim», dedik. Hoca softalara sordu: «Bir meclise girdiğiniz vakit, nasıl selâm verirsiniz? Bir hastayı ziyarete gittiğiniz vakit nasıl hatır sorarsınız» işte, böyle bir devir içinde idi ki, Ziya, muhtelif mesmualarda Sosyolojinin ne olduğuna dair gayet mühim makaleler yazmaga baslamış, bu dersi Dårülfünun Kürsüsü’nde muvaffakiyetle okutmağa başlamıştı. Şu tafsilata göre, ona, memleketimizde Sosyoloji’nin vazııve naşiri, diyebiliriz.

Ziya’yı Diyarbekir’den sonra pek uzun seneler görmemiştim. 1911 senesinde arkadaşı (ve Dayısı oğlu) Feyzi ile beraber Istanbul’dan. Diyarbekir’e dönerken Mamuret-ül-Aziz (Harput) Vilayetinin merkezi olan. Mezraa (şimdiki Elâziz) da kaldıklar, bir gece evime geldikleri vakit, onu görmüştüm. (4) Sükunet ve sekineti ve tevazuu hiç değişmemişti.

Müsaade-i tali ve ikbal ile büyük bir makama geçmiş olan bazı adamların, maziyi ve eski hukuku unutarak nasıl şımardıklarını görmüş ve tecrübe etmiş olduğum için. Ziya’nın o geceki hali bana, onun, insanlığın mahiyetini gerçekten öğrenmiş, kamil bir insan olduğunu göstermişti.

1915 te İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’nde, Fakülte Müdürü Zarif Bey’in yanında bulunduğum bir gün, diğer bir odada bulunduğunu işittiği Ziya Gökalp’ı bir odacı gönderip yanıma çağırmıştı.. Zarif Bey, benim bu hareketimden pek şaşırmış, âdeta telaşa düşmüştü: İttihat ve Terakki Merkezi Umumisinin en mühim bir rüknü ve Fırkanın akıl hocası olan bir adam. Fakülte Müdürü’nün odasına nasıl çağırılabilirmiş? Bununla berber biraz sonra Ziya yanıma gelmiş ve her zamanki sakin hali’e, ne istediğimi sormuştu.

Ziya’nın başı daima bir yanına eğilmiş durur ve yüzü mahzun görünürdü. Fakat bu hüzün, hiçbir zaman keder, esef ve yeis manalarına delalet etmezdi. O hüzün, bazı büyük mütefekkirlere mahsus semavi bir haldi. Tam olgunluk çağında kaybettiğimiz Ziya için, ne yazılsa azdır. (24.X. 1944 tarih ve 39/40 sayılı “İŞ”: dergisinden)

(*

1) Not: Yukarıdaki alıntı yazının diline dokunulmamış, olduğu gibi aktarılmıştır.
(*2) Faik Ali, emekli Valilerden; Feyzi. Cumhuriyet  Näfia Vekillerinden Zülfi sabık Diyarbekir Mebusu.

(1) Said Paşa, henüz «Diyarbekir Vilâyeti Mektubcusu Said Efendi» iken h. 1288 Saferinde (1871 Mayıs) Diyarbekir’de bastırdığı «Eş’ârından intihab Olunan Asår-i Manzime»sinin sonundaki «Kıta’ât» bölümünde (s. 100-101), ulu hemşehrisi Seyyid Nesimi’yi andıran şu iki öz Türkçe kıt’asını Ziya Gökalp doğmadan 5 yıl önce neşretmekle, şehirdeki anadilin en temiz edebi örneğini vermiş oluyordu. “Safi Türkçe” başlığını taşıyan iki kıt’a şunlardır:

“Kul deyu, efendim, sana gönlüm alıverdim,

“Almam” demek, artık ne demek; almalıverdim.

Çok söz var idi ol güzele söyliyecektim,

Gördük de dilim dönmedi, şaşdım, kalıverdim.”

“Dün gece bir yosmaya şöyle bakarken gözlerim,
Noldu bilmem?: Bir derin uykuya daldı gönlümüz.

Buna yıldır şu delilikten bıkıp usanmadı;
Çekmedi el, taze sevmekden kocaldı gönlümüz.”

(2) Mecisi idare-i Viláyet Ketebesinden ve Matba’a Müdir ve Maharriri olan Süleyman Nazif Beyin tertip ettiği h. 1312/r. 1310 (1894) yılı “Diyarbekir Salnamesi”nde Vali Sırrı Paşa zamanında ovakit, “Saniyye” rutbesini ve “Üçüncü Mecidi” nışanını taşıyan Mehmed Ari Beğ’in “Maarif  Müdiri” ve “Diyarbekir idádi Mülki mektebi”nde “Tarih Muallimi” iken son sınıfta bulunan Ziya Gökap’ın “Hocamın Vasiyeti” yazısında andığı ”Kolağası Yorgi Efendi” nin de mektebin «Tabib”i olduğu yazılıdır. (s. 36-57). Yine bu “Salname”de. Mektebin öteki derslerini okutanların adları ile 35 leyli ve 109 nehari talebe bulunduğu de anılmıştır.

(3) Mehmed Ali Ayni Bey, 1893 Martında Diyarbekir’e gelip, fdadi Mektebinde de Tarih Hocalığına başlamış olduğuna göre, 23 Mart 1876 da doğmuş bulunan ziya Gökalp bu sırada tam 17 yaşını doldurmakta idi.

(4) Burada, rahmetli Mehmed Ail Ayni Beyefendi’nin verdiği 1911 tarihinin asi rumi 1327 sonlarıdır; ve miladın 1912 Şubatına rastlar. Ya rahmeti Profesör de 1327 yí miladiye çevirirken veya onun verdiği tarihi “İŞ”e dercedenler bu çevirmeyi yaparken yanılmışlardır. Çünkü Z. Gökalp, 1327 sonlarında ve 1912 Şubatında “Ergani Mebusu” seçilebilmek için Diyarbekir’e geldi.

Not: “”Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla ZİYA GÖKALP ve açılan Ziya Gökalp Müzesi” kitabındaki Profesör Mehmet Ali Ayni yazısı, Işıl Matbaası İstanbul 1956, sayfa: 104-105-106-107”” Alınmıştır.