Kenan EROĞLU – Sekseninci Yılında Ziya Gökalp

Kenan EROĞLU

Diyarbakır’daki Müze evden

Şişlideki Müze eve selâm!

Büyük düşünürümüz Ziya Gökalp konusuna devam ediyoruz.

Daha önceki paylaşımlarda da belirttiğim gibi; Ziya Gökalp Milli Mücadeleden sonra Diyarbakır’a dönmüş ve “Küçük Mecmua”yı çıkarmaya karar vermişti. Fakat çaresizlik içerisinde kitaplarını satmak mecburiyeti ile karşı karşıya kalmış ve işin en ilginç tarafı da  o günkü  Adıyla “Maarif Vekaleti”   Gökalp’ın kitaplarını çok değersiz bir meta gibi değerlendirme yoluna gitmişti. Bu durum Gökalp için çok üzücü bir durum olmuştur.

Toplumda slogan halinde söylenen bazı sözlerin aksine Ziya Gökalp vefatının ardından ne yazık ki unutulmaya terk edilmiştir.

Hatta vefatından sonra Öğretmenler için hazırlamış olduğu Tarih kitapları basılmak üzere ailesinden alınmış, Hem basılmamış ve hem de bu kitaplar ailesine iade edilmemiştir. Şu an bu kitapların nerede olduğu konusunda da bir bilgi yoktur.

Ziya Gökalp tarafından yazılan “FELSEFE DERSLERİ” isimli büyük hacimli kitap vefatından bu güne kadar basılmamış ancak Konya’da Çizgi Kitabevi tarafından 2006 tarihinde basılabilmiştir.

Bütün bunları, birlikte düşününce, Gökalp eğer yaşasaydı İnkılâplara mutlaka muhalif olacaktı varsayımına ulaşmak pek de zor olmayacaktır.

Biz bu seri yazılarımızla onu tanımış, onun fikirlerinden etkilenmiş ve onun metodolojisini benimsemiş ve ayrıca aile yakınları tarafından ancak 1956 yılında açılabilen “ZİYAGÖKALP MÜZESİ” münasebetiyle yazılan ve kaleme alınan görüşleri olduğu gibi aktarıyoruz.
Amacımız Ziya Gökalp’ı yakından tanımak ve kadirbilmez insanların yaklaşımları hakkında bilgi sahibi olmaktır.

Şimdi; Behçet Kemal Çağlar’ın (2) 1956 yılında yazdığı bir yazıyı size aktarıyorum.


“”ŞAİR bir bakıma da büyük kıymetlerin üstüne titreyen, onları sevdirip yaydırmasını, millete benimse(t)mesini, milletin ruhuna sindirmesini bilen adamdır. Bir gün gelir bu sayede kendisi de, böyle sayılıp sevilenlerden biri olur.
Bizi bu düşünceye sevk eden bir güzel sebep var: Büyük Türkçü Ziya Gökalp’ın 80 inci doğum yıldönümü, geçen gün kutlandı. Diyarbakır’da doğduğu ev, müze haline kondu.

Ziya Gökalp Istanbul’a gelmeden Diyarbakır’da oturduğu evle Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmeden İstanbul’da oturduğu ev arasında ne güzel bir münasebet var. Istanbul’a Avrupa Diyarbakır’daki o evden geldi. Ve bütün Diyarbakır’a İstanbul’daki bu evden Türk İstiklâl azmi ve Garpli Türk zihniyeti yayıldı.
İkisi de müze olmuş Diyarbakır’daki o evden İstanbul’daki bu eve seslenen mısralarla şiir dünyamıza ayak basalım:  

            «Sen dâhisin buna çoktan inandık.  

             Mefkûresiz rehberlerden pek yandık,  

             Garbde Şarklı yaşamaktan usandık!  

             Kurtar bizi bu karanlık zindandan!

Sürümüzde bir kurt çoban kalmasın!      

            Tepemizde gizli düşman kalmasın!  

            Düşmanların dostu hakan kalmasın,  

            Kurtar bizi her yaldızlı yalandan!  

           Onaltıncı-Onyedinci yüzyıldan buyana, Türk milletinin, hür ve müstakil, ayakta kalabilmesi için yapılması gereken yeniliklerin gerçekleşmesi şart olan ileriliklerin nice büyük adamlar rüyasını gördüler. Bu rüyayı ilme uygun bir şekilde tefsir eden ilk adam, Ziya Gökalp’tır. Bu rüyayı bir uçtan gerçekleştirmek de Mustafa Kemal’e nasip olmuştur. Ziya Gökalp memleketin en karanlık günlerinde, köşesinde ümitle çırpınıp duruyordu:  

           Çoban kaval çaldı, sordu bülbüle:  

           Sürülerim hani? Ovam nerede?  

           Bülbül sordu: Boynu bükük bir güle:  

           Şarkılarım hani? Yuvam nerede?

Çoban dedi: Sürülerim hep kaçsa,  

           Bir sürüm var, kaçmaz! Adı Türkili!  

           Bülbül dedi: Şarkı sussun yok tasa!  

           Türkülerim yaşar, söyler Türk dili!  

         Yalvar çoban, yalvar: İlin kurtulsun!  

           Dile Haktan bülbül: Dilin kurtulsun!  

            Mustafa Kemalin sayesinde il de kurtuldu, dil de!..  

            Meşrutiyet yıllarının coşkunluğu içinde, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş devrinde, Türk aydınları kendilerine kurtarıcı yol ararken büyük gafletlere saptıkları dipsiz kulpsuz maksatlarla oyalandıkları zamanlarda; onlara gökten inen sesler gibi, çıkar yolu, aydınlık ülküyü işaret eden misraları, kadirbilir Türk hâfızası unutabilir mi?.  

            Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,  

            Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan!

           Mütarekenin karanlık yıllarını bir düşününüz. Herkes, değil kendi kazancından ve hayatından, millet varlığından bile ümidini kesmiş, köşesine sinmiş, korka korka Akıbeti bekliyor. Birden durgun durgun karanlığın içinde bir beyaz fıskiye yükseliyor! Ruhların omuzlarından dökülerek, kirleri yıkıyor, uyuşuklukları gideriyor! Artik düşünür müsünüz ki; Bu su acaba kireçli mi? Bulanık mı? Sanatın imbiğinden geçmiş mi?.. Bir ses zifiri karanlıkta bizim Altın-Destan’ı söylüyor.  Makam düzgün veya bozuk olmuş, ne çıkar? Ruh hastası çocuğunun üstüne eğilmiş, şifa veren şefkati ile onun halsiz başını doğrultan, soluk yüzünü aydınlatan bir babanın sesinde bir hanendenin hünerini ve ustalığını aramak, niçin? Ne haddimize?.

Yüce dağlar çökmüş belleri kalmış,  

            Coşkun ırmakların selleri kalmış,  

            Hanlar yok meydanda, elleri kalmış,  

         Düşenler çok amma kalkan nerede? 

        Arayım: Sürüye çoban nerede?.

Yayların kirişi urgana dönmüş;  

        Şahin yuvasında doğana dönmüş;  

        Türk yurdu soyulmuş soğana dönmüş!  

         Kılıç satır olmuş, takan nerede?  

         Gideyim arayım: Kalkan nerede?

Ergenekon destanını nazma çektiği günlerden beri, rüyasına giren altın saçlı gök gözlü çobanı gördüğü güne kadar, onun bu sesi; kâbus içinde kıvranan Türk aydınının kulaklarında çınlayıp durmuştur!

Ziya Gökalp, şair olmak iddiasında değildi. Bir avuç fikir manzumesini bir arada verdiği bir kitabın başında aynen şöyle söyler: «Çocuk terbiyesinde birtakım dersler, oyun tarzlarında verilir; bunun gibi, halk terbiyesinde de bazı fikirlerin, vezin kisvesinde arzedilmesi fena mi olur?

O, böyle manzumeleriyle anlatmak istemiştir ki: Türk dilini ve duygusunu tam vermeyen bir sanat eseri, toprağını bulamamış bir ağaç gibidir. Dikildiği saksıda ancak fidanken şöyle böyle tutunabilir. Sonra, kök salamadığı, toprağa yayılıp derinleşemediği için bodur kalmaya ve er geç kurumaya mahkumdur!. Fikirlerini kolay kolay hatırda kalan vecizeler haline sokmak suretiyle, çoğu zaman, manzum ifade eden üstad der ki:

Dinle yeni sair eski ozanı  

          Okuyor yürekten Altın Destan’ı  

          Deme: Kopuz kırık, yoktur çalanı,  

          Çalgı gönül sesi, kopuz bir ağaç!

Bulduk yurtta biz bir gizli hazine;   

          Dağarcık omuzda girdik İçine;  

          Bir inci gerdanlık her elmas iğne,  

          Hep ondana çıkmıştır, gözlerini aç!

           Ey şair Parnas’tan çık gel Ortac’a,  

           Bodler’i, Verlen’i kesme haraca!  

           Sen kendi gücünle tırman yamaca!  

           Bu yükseliş belki olur bir mi’raç!  

            Hem bunu söylediği zaman, Edebiyat-1-Cedide’nin bütün tesiriyle moda olduğu, şiirimizin tam garpli olmadan alafrangalaştığı bir zamandır!.. Bu, kırkıncı, ellinci bir ihtar değil, ilk seziştir, ilk uyarmadır. Ziya Gökalp, Türk sanatının çıkar yolunu o zamandan görmüş ve işaret etmiştir: Halk kaynağından feyiz almak, garp tekniğinden faydalanmak!.. Tarihî şuuru, millî gururu kavramak; konuşma dilini, anadilini kullanmak; Türk masalına, Türk destanına canla başla eğilmek!.. Kendi verdiği örneklerin hafifliğine bakmayınız; çizdiği yol, tek çıkar yoldur… Öteki yollardaki denemeler, birer boşuna gayrettir. O emekler, iğreti meyveler verip heder olmaya mahkûmdur!  

            Genç Türk şairleri! Bu büyük adamın, bu aziz mürşidin, bu isabetli önderin işaret ettiği yola yönelmeye bakınız! Kabiliyetlerinize, emeklerinize yazık olmasın!. İlim üstadlığı ve fikir rehberliği endişeleriyle, gündelik siyaset kaygılarından ötede; coşkun ruhunun derinliklerinden seslendiği zaman, Ziya Gökalp, Yunus Emre’nin yanısıra yürüyen bir âşıktan farksız olurdu:

Bir okum ki yoktur yayım,  

           Ben yerdeyim, gökte ayım.  

           Kanat ver ki fırlayayım  

           Kanat sensin Yüce Tanrı!

Åşık ağlar cânân diye  

          Asker ölür vatan diye  

          Ders okunur irfan diye  

          Murat sensin Yüce Tanrı!

Yoksulların haznesisin  

          Öksüzlerin annesisin  

          Sen bir şefkat sinesisin
İmdat sensin Yüce Tanrı!

Onun eski şamanları andıran beyaz vekarı önünde, doğumunun bu sekseninci yıldönümünde, saygı ile eğilirken, Türk Tanrısına, coşkunlukla seslenen bir başka ilâhîsinden bir dörtlük okuyup susalım:

Benim gönlüm kış günü aç  

           Kalan bülbül gibi muhtaç!  

           Ruhum hasta, sensin ilaç  

           Beni dertten kurtar, Tanrım!

Ne uzağım, ne yakınım,  

           Yüzverilmez bir şaşkınım 

           Ayrılamam, alışkınım  

           Dost olalım tekrar Tanrım! 

          Ben görmedim sensin bakan  

          Işık olup gönle akan!  

          Yanıyorsam sensin yakan
Yakan bir gün yanar, Tanrım!.. “” 

(Behçet Kemal ÇAĞLAR, 5 Nisan 1956 tarihli haftalık,  «20. ASIR» dergisinin «Biraz da Edebiyat» sütun)

  1. Bu yazı: “”Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla ZİYA GÖKALP ve açılan Ziya Gökalp Müzesi”, Işıl Matbaası İstanbul 1956, sayfa: 96, 97, 98, 99, 100”” kitabından alınmıştır.
  2. Behçet Kemal Çağlar; Cumhuriyet döneminin ünlü şairlerinden olup pek esere imza atmış, şiir, tiyatro eserlerinin yanısıra pek çok inceleme ve roman da kaleme almıştır.