“KAFES” İle Yüzleşme / Metin BOZDEMİR

“KAFES” İle Yüzleşme

Metin BOZDEMİR

Çekimlerin yapıldığını duyduğum ilk andan itibaren seyretmeyi sabırsızlıkla beklediğim Kafes filmini, belki yaşadıklarımla yüzleşmekten kaçarak gecikmeli seyrettim.

Bir taraftan geçmişe doğru yolculuğa çıkarken, bir taraftan da ilgiyle okuduğum “film yorumları” gözümün önünde akmaya başladı. Duygularımla başbaşa seyretmenin hazzını veya hüzzünü yaşayamadan dostlarımızın ve dışımızdaki insanların gözüyle izlerken buldum kendimi..

Mamak cezaevinin kafes koğuşunda kısa bir süre beraber yaşayarak, ideoloji militanlığı veya parti mensubiyetinden öte, belki daha önceleri müstear isimlerle yazdığı sanat değeri olan makale ve şiirlerinin etkisiyle de, “çelebi” kavramıyla tarif edebileceğim bir ağabey olarak tanıdım Lutfu Sahsuvaroglu’nu.. O kısa zaman süresinde cezaevi idaresinin bir başka işkence aracı olarak, komünist fraksiyonların 100’ün üstünde militanın arasına 15-20 ülkücüyü katarak uyguladığı karıştır/barıştır sistemi neticesinde çıkan kavgalardaki serdengeçti tavrını da gördüğüm Lütfü ağabeyi bir kalıba sokmak ta zor aslında..

Şair ruhlu insanların, sanatçıların hali değil midir zaten o hal.. Ki filmin en etkileyici sahnelerindendir, Önkuzu’nun katiline doğrultuğu tetiği bir anlık duygu patlamasıyla çekemeyen Mehmet’e “tetiği çekseydin, şiir yazamazdın” repliği..

Mehmet Sipahi rolünün canlandırdığı karekterin eline silah aldığını da sanmıyorum. “Eller silah değil, kalem tutmalı” sadece bir slogan değildi çünkü Lütfu Şahsuvaroğlu ve arkadaşları için.. Bir hayat tarzı, bir temenni, bir medeniyeti ayaklandırma, sınırları da aşan çağı yeniden kurma anaforu, beyin fırtınasıydı . Belde taşınanlar, kendi nefsinden daha çok, bir bir giden canları müdafa maksatlı çakaratmazlardı.

Şair ruhlu, duygu yüklü bir sanatçıdan, bir parti propagandası, insan ufkuna sınır çizen bir reklam retoriği bekleyemezsiniz ki.. beklememelisiniz. Uzun yıllar rızkını reklamcılıktan kazanan bir tasarımcı olarak “reklam sanatı”nın gücünü ve önemini bilmekle beraber büyük yatırımlar ve ekip kurmak isteyen farklı bir alan olduğunu da biliyorum reklam dünyasının.. Türkiye’nin bütün il ve ilçelerinde miting yapmaktan, kurgusu sağlam ve güzel üç beş dakikalık bir reklam filminin çok daha etkili olacağını bilecek kadar.. Ki ülkücü hareketin en büyük eksiklerindendir, profesyonel bir iktidar partisi olunacaksa…

Daha seküler, daha dünyalık bir senaryo için, 12 eylül dayatmaları neticesindeki bir çok insanın yaptığı gibi gerçeklerden ve bizi biz yapan dinamiklerden, değerlerden uzaklaşmak gerekirdi.

“Kürşad’ın narasıyla indik tanrıdağından
Ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından” marşı kadar

“Allah yoluna cenk edelim, şan alalım şan
Kur’an’da zafer vâdediyor Hazret-i Yezdân” gibi mehter marşları da söylüyorduk yetmişli yıllarda.. hem de kıllarımız dimdik olana, hislerimizin coşkusuyla tir tir titreyene kadar.. Sonradan olma bir yöneliş değildi ki manevi derinliğimiz.. Özümüz kadar sözümüzdü.

Ki bu özü farkeden Necip Fazıl’ın meşhur “İçi alev alev müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle” ifadeleriyle ülkücüyü tarif ettiği “Rapor”ların ilk sayısı 76 tarihlidir. “Kanımız aksa da zafer islam’ın sloganının ve kasedinin tarihi 1977 dir, Kenan Rifai’nin Mesnevisinin Genel Merkez tarafından basılıp satışa sunulduğu tarihle aynıdır. Hepsi arşivimde mevcut.. Keza Seyid Ahmet Arvasi’nin Türk-İslam Ülküsü eseri…

Hepsi bir tarafa, bugün güneydoğumuzdaki kurtarılmış bölgeleri o günlerde neredeyse Türkiye’nin her yerine yayan azgınlaşmış örgütlerin militanlarınca her an ölümle burun buruna getirilen Anadolu insanının refleksi olmuş Ülkücü, kurşunların üzerine giderken Allah’tan başka kime sığınacaktı?

Emperyal güçlerin tetikçi örgütlerini, çok yüzlü dış dünyanın tepkisini çekmemek adına ancak denge politikasıyla gerileteceğini hesaplayan ABD destekli sistemin hedef tahtasına konulan Ülkücü, üç ayaklı sehpalara yürürken “la ilahe illallah hu” nidalarıyla değil de beethoven’in ölüm marşını mı mırıldanacaktı? Bu noktada şunu parantez açıp eklemeden geçemeyeceğim.
Eğer ülkücü hareket geçmişten ders çıkarıp akıllıca tavır almasaydı, belki yine bugün sistem tarafından “denge” unsuru olarak kullanılmaya çalışılacaktı.

Bu manevi yöneliş anokranik bir dayatma değil, metaforik bir düşünce, bir haldir.Sonraki gelişmeler, savrulmalar, sebep/sonuç ilişkisi değil, yarım kalmış bir yaşanmışlığın yazılmamış bir hikayesidir ki yazılması gerekir.

Cuntacı bir generalin “ihtilalin olgunlaşmasını iki yıl bekledik” dediği o 79-80 yıllarında Ülkü Ocaklarının sistem tarafından kapatılmak istenmesine karşılık açılan Ülkücü Gençlik Derneği ve akabinde Ülkü Yolu Derneğiyle ilgili yapacağınız küçük bir “google taraması” hem bu konudaki tartışmaların yanlışlığını, hem de Başbuğ’un filmde neden kullanılmadığını apaçık ortaya koyar. Zaten şu satırı yazarken bile imtina ettim. Başbuğ bir figüran mı ki kullanılsın. Hareketin Liderinin anlatılacağı, sponsoru olmayan akibeti meçhul bir filmde, hem de ilk olması hasebiyle hangi oyuncu rol alırdı veya böyle bir filmi risk alarak kim yapardı?

Yapılan bütün eleştirilerden farklı olarak benim dikkatimi çeken bir konuyu gündeme getirmeden edemeyeceğim. 12 Eylül İhtilalini yapan Türk Silahlı Kuvvetleri için gösterilen aşırı hassasiyet..
Son aylarda yaşanılan olaylar da bu hassasiyeti gerektiriyor ancak, film o dönem de yaşanılan işkence ve uygulamaların yüzde birini dahi yansıtmıyor. Bu tespitin yapılması ve ifade edilmesi gerekir. Çünkü bugün güneydoğuda azgınlaşan eşkiya müsvettelerinin propoganda azığı 12 eylülden kalma “ezildik” edebiyatıdır.
Seni ve bizi ezen bugün kolkola olduğun Amerikasıyla, Rusyasıyla, Avrupasıyla emperyalistlerin dayatmalarıdır. Senin anlayamadığın, sistemle mücadele fikirle olur, silahla değil.. Aynı gemideysek sana delik açtırmayız… Rüzgar eken, fırtına biçer…

Netice olarak bu film, büyük bir cesaret örneğiyle sağlam bir zemin oluşturdu, “olur mu olmaz mı” endişelerini yıktı geçti. Bundan sonrası hem cebi, hem yüreği, hem dimağı dolu yapımcı ve sanatçılara kalıyor daha iyisini yapmak için..

Ve bu anlamda bütün bu eleştirilerin hepsi artısıyla eksisiyle büyük bir değer…

Yazarından yapımcısına, oyuncusundan ışıkçısına, tanzifatçısından şöförüne, izleyicisinden yorumcusuna kadar herkese en içten teşekkürlerle

Biz razıyız, inşallah Cenab-ı Rabbimiz de razı olsun.